E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 32 (2)
Cilt: 32  Sayı: 2 - 2021
1.Henüz tamamlanmamış! (Türkçe)
Front Matter

Sayfalar I - VIII

ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
COVID-19’da SII, PLR, LCR, MPV/PLT İndekslerinin Prognoz ile İlişkisi
The Relationship Between SII, PLR, LCR, MPV/PLT Values and COVID-19 Prognosis
Demet Turan, Halit Çınarka, Mustafa Çörtük, Elif Tanrıverdi, Efsun Gonca Uğur Chousein, Binnaz Zeynep Yıldırım, Melih Akay Arslan, Celal Bugra Sezen, Erdoğan Çetinkaya
doi: 10.14744/scie.2021.03064  Sayfalar 109 - 115
GİRİŞ ve AMAÇ: Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgını şiddetlendikçe, hastalığın seyrini tahmin etmede laboratuvar öngörücülerinin tanımlanmasına daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu öngörücüler ciddi hastalık geliştirme riski yüksek olan hastaları belirlemeyi ve böylece devam eden pandemide sınırlı olan insan ve teknik kaynakların tahsisini optimize edecektir. Çalışmamızda sık kullanılan mutlak lenfosit, nötrofil lenfosit oranı (NLR) ve C-reaktif protein (CRP) parametrelerinin dışında systemic-immune-inflammation index (SII), lenfosit CRP oranı (LCR), trombosit lenfosit oranı (PLR), ortalama trombosit volümünün trombosit miktarına oranı (MPV/PLT)’nin, COVID 19 pnömonisinde prediktör olarak kullanılabilirliğini saptamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2020–Mayıs 2020 arasında COVID-19 nedeniyle hastaneye yatırılan hastaların verileri geriye dönük değerlendirilerek demografik verileri, tıbbi geçmişi, laboratuvar bulguları kaydedildi. Laboratuvar parametrelerinden NLR, PLR, LCR, SII, MPV/PLT oranları hesaplandı. Oksijen inhalasyon tedavisi, noninvaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı (NIMV), yoğun bakım ihtiyacı ve mortalite durumları kaydedildi. Ağır ve ağır olmayan hastalık olarak iki gruba ayrılan hastalardan solunum hızı >30 kez/dak veya oksijen satürasyonu <%90 olanlar ağır olarak tanımlandı.
BULGULAR: Çalışmaya 62’si erkek (%73.8) 84 hasta dahil edildi, 37’sinin en az bir komorbiditesi mevcuttu. Yaş ortalaması 54.07±15.70 yıldı. Yirmi sekiz hastada (%33.3) hastalık ağır seyretmiş, 13’ünde (%15.5) NIMV ihtiyacı, 13’ünde (%15.5) yoğun bakım ihtiyacı gerekmişti. On bir hasta hayatını kaybetti. Hastalık ağırlığı, yoğun bakım ihtiyacı ve mortaliteyi öngörmede CRP ve NLR istatistiksel olarak anlamlı yüksek iken, mutlak lenfosit sayısı ise düşüktü. SII ve PLR hastalık ağırlığını, yoğun bakım ihtiyacını öngörmede anlamlı farklılık gösterirken, LCR her üç durumda da anlamlı farklılık gösterdi. MPV/PLT oranı sadece mortaliteyi öngörmede anlamlı bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Enflamutuvar indeksler COVID-19 pnömonisinde prognostik belirteçler olarak kullanılabilir. Kostefektif ve kolay erişilebilir olan bu indeksler ağır olguların erken tanınmasını öngörerek tedavi yönetiminin zamanında başlatılmasını sağlayabilirler.
INTRODUCTION: The magnitude of the coronavirus 2019 (COVID-19) pandemic has produced a
great need to determine laboratory parameters of prognostic significance. This information will help identify patients at risk of severe disease and assist in the optimal allocation of limited medical resources. The aim of this study was to determine the usefulness of systemic-immune-inflammation index (SII), lymphocyte-to-CRP ratio (LCR), platelet-to-lymphocyte ratio (PLR) and mean thrombocyte volume-to-platelet count ratio (MPV/PLT) values compared with the commonly used laboratory parameters of absolute lymphocyte count, neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR), and C-reactive protein (CRP), as prognostic biomarkers of COVID-19.
METHODS: The medical records of patients hospitalized with COVID-19 pneumonia between March 2020 and May 2020 were retrospectively evaluated. The NLR, PLR, LCR, SII, and MPV/PLT values were calculated based on laboratory parameters. The need for oxygen support, non-invasive mechanical ventilation (NIMV), and intensive care treatment were documented, as well as mortal outcomes. The patients were divided into a non-severe group and a severe disease group, which was defined by a respiratory rate of >30/minute or an oxygen saturation <90%.
RESULTS: A total of 84 patients were enrolled, including 62 (73.8%) males. The mean age of the study group was 54.07±15.70 years. Thirty-seven had at least 1 comorbidity. Twenty-eight patients (33.3%) had severe disease, with 13 (15.5%) requiring NIMV and 13 (15.5%) needing intensive care. Eleven patients died during the study period. Elevated CRP and NLR and decreased absolute lymphocyte counts were statistically significant in predicting disease severity, need for intensive case treatment, and mortality. The SII and PLR findings also reached statistical significance in the prediction of disease severity and the need for intensive care, and the LCR value was a significant predictor of all 3 outcomes. The MPV/PLT ratio was significant only in forecasting mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results indicate that inflammatory indexes can be used as prognostic predictors in COVID-19 pneumonia. These index measurements are cost-effective and readily available, and therefore can aid in the early identification and timely medical management of severe cases.

3.
112 Acil Sağlık Hizmetleri Ambulansları ile Taşınan COVID-19 Olası ve Kesin Tanılı Hastaların Demografik Özelliklerinin İncelenmesi
Demographic Characteristics of Patients with Possible or Definitive COVID-19 Diagnosis Transported by 112 Emergency Health Services Ambulance
Avni Uygar Seyhan, Eren Usul
doi: 10.14744/scie.2021.54871  Sayfalar 116 - 120
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmadaki amacımız 112 acil sağlık hizmetlerine bağlı ambulanslar ile taşınan olası ve kesin tanılı koronavirüs hastalığı 2019 (COVID-19) hastalarının demografik özelliklerinin incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma geriye dönük olarak COVID-19 tanısı veya şüphesi olup ambulans ile nakli sağlanmış hastaların verileri kullanılarak oluşturuldu. 11 Mart 2020–11 Mayıs 2020 tarihleri arasında Ankara 112 acil çağrı merkezine ulaşan tüm çağrılar incelendi,18 yaş üstü, ambulans ile taşınan tüm olgular çalışmaya alındı.
BULGULAR: Acil çağrı merkezinde sağlık ekibi tarafından yapılan değerlendirme sonucu 107.173 olguya ambulans görevlendirmesi yapılmıştı. 11.345 tane olası COVID-19 ön tanılı olgunun hastanelere transferi sağlandı. Bu hastaların 856’sı (%7.5) PCR sonucuna göre COVID-19 kesin tanısı aldı. COVID-19 tanısı alan hastaların %50.6’sı kadındı ve yaş ortalaması 50.6±18.7 idi. COVID-19 pozitif hastaların triaj kodları %57.1 sarı, %37.1 yeşil ve %5.7 kırmızı olarak değerlendirildi. COVID-19 pozitif hastaların %95.7’si kentsel olguydu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19’a bağlı enfeksiyonlar dünyaya hızla yayılarak pandemiye yol açmıştır. Hızla artan olgu sayıları ve virüsün yüksek morbidite oranı toplumda yaygın kaygı durumuna neden olmuştur. Olguların yaş ve cinsiyet dağılımları, sosyokültürel durumları ve semptomları gibi tanımlayıcı veriler hastalığın hangi popülasyonlarda daha sık görüldüğü ve risk gruplarını belirlemede faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to examine the demographic characteristics of possible and definitively diagnosed coronavirus disease 2019 (COVID-19) patients transported by ambulance through the national 112 emergency health services telephone number.
METHODS: This study was conducted retrospectively using data from patients diagnosed with or suspected of having COVID-19 who were transported to hospital in Ankara by ambulance. Calls to the 112 emergency services call center between March 11, 2020 and May 11, 2020 were examined, and all of the relevant patients over the age of 18 transported by ambulance were included in the study.
RESULTS: Ambulances were dispatched to 107,173 cases during the study period. In all, 11,345 possible COVID-19 cases were transferred to hospitals and 856 (7.5%) of these patients were subsequently diagnosed with COVID-19 based on a polymerase chain reaction test. Of the patients diagnosed with COVID-19, 50.6% were women. The mean age of the entire group was 50.6±18.7 years. The triage code of the COVID-19-positive patients was 57.1% yellow, 37.1% green, and 5.7% red. Urban residents constituted 95.7% of the patients with a positive COVID-19 diagnosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Infection with severe acute respiratory syndrome 2 virus, which causes COVID-19, spread quickly and was declared a pandemic in early 2020. The rapidly increasing case numbers and the high morbidity rate caused widespread anxiety. Descriptive data, such as age and gender distribution, sociocultural characteristics, and symptoms, of patients attended to by emergency medical service units will help to determine prevalence and risk, and provide important information for public health management.

4.
Seboreik Dermatit Tanılı Erişkin ve Çocuk hastalarda Demografik veri ve Mevsimsel Farklılıkların Değerlendirilmesi: Kesitsel, Tek merkezli, Hastane Bazlı Çalışma
Demographic Features and Seasonal Variation in Adult and Pediatric Seborrheic Dermatitis: A Cross-Sectional, Single-Center, Hospital-Based Study
Tugba Kevser Uzuncakmak, Samet Bayazıt, Özge Askin, Zekayi Kutlubay
doi: 10.14744/scie.2021.57441  Sayfalar 121 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Seboreik dermatit, toplumda oldukça sık görülen, sebase bezlerden zengin saçlı deri, yüz ve intertrijinöz bölgeler gibi alanları etkileyebilen, eritemli papüloskuamöz lezyonlarla kendini gösteren kronik enflamatuvar deri hastalığıdır. Deri hastalaıklarında mevsimsel ataklar çeşitli hastalıklarda vurgulanmakla birlikte çelişkili sonuçlar bildirilmiştir. Bu çalışmada, seboreik dermatit tanılı erişkin ve çocuk hastalarımızın demografik verilerini taramak ve mevsimsel farkılıkları karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu geriye dönük, kesitsel, tek merkezli, hastane bazlı çalışmaya 01.06.2015–01.06.2020 tarihleri arasında hastanemiz deri ve zührevi hastalıkları polikliniğine başvuran ve klinik muayene sonucunda seboreik dermatit tanısı alan hastalar alındı. Bu tanıyı alan hem çocuk hem erişkin hastalar değerlendirildi.
BULGULAR: Belirtilen tarihler arasında polikliniğimizde 2656 hasta seboreik dermatit tanısı almıştır. Hastaların ortalama yaşı 31.99±15.88 (0–87) idi. Bu hastaların 1.540 (%58) erkek iken, 1116’sı (%42) kadındı. Yaş gruplarına göre dağılıma bakıldığında seboreik dermatit en sık 20–30 yaş grubunda (%29.9) görülmekteydi. Kadın hastalarda yaş ortalaması 29.51±15.43 iken erkek hastalarda 33.80±15.96 idi. Mevsimsel aktivite karşılaştırıldığında 817 (%31) hastanın kış mevsiminde, 615 hastanın (%23) ilkbaharda, 452 hastanın (%17) yaz mevsiminde, 772 (%29) hastanın ise sonbaharda başvurduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Seboreik dermatit toplumda sık görülen, multifaktöryel bir deri hastalığıdır. Çalışmamızda oldukça geniş hasta profili değerlendirilmiş ve seboreik dermatitin orta yaş erişkinleri ve erkekleri daha fazla etkilediği görülmüştür. Çalışmamızda hastaların sıklıkla soğuk mevsimlerde başvurduğu gözlenmiştir. Bu çalışmadan elde edilen veriler literatürle benzerlik göstermekle birlikte bu bulguların ülkemiz adına epidemiyolojik verilere katkıda bulunacağını umuyoruz. Hastalarda izlenen mevsimsel atakları daha net açıklayabilmek için diğer tetikleyici faktörlerin de değerlendirildiği, ileriye yönelik tasarlanmış, popülasyon bazlı çalışmaların daha faydalı olacağını düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Seborrheic dermatitis is a common, chronic inflammatory skin disorder, characterized by erythematous papulosquamous lesions in body regions that are rich in sebaceous glands, particularly the scalp, face, and intertriginous areas. Seasonal variation has been reported in different skin diseases with conflicting results. We aimed to analyze the demographic characteristics of the patients with seborrheic dermatitis and to determine the impact of seasonality on seborrheic dermatitis.
METHODS: In this retrospective, cross-sectional, single-center, hospital-based study, the patients, who visited for the diagnosis of seborrheic dermatitis to our outpatient dermatology clinic between 01.06.2015-01.06.2020, were included. We reviewed the outpatient dermatology service database retrospectively. Both pediatric and adult dermatology outpatient administrations were evaluated.
RESULTS: A total of 2.656 patients with seborrheic dermatitis were admitted to our outpatient clinic between the study period. The mean age of the patients was 31,99±15,88 (0-87) years. Among these patients, 1.540 (58%) were males and 1116 (42%) were females. Seborrheic dermatitis was most common in 20-30 years (29,9%). The mean age of the females was 29,51±15,43, and 33,80±15,96 in males. As we compare according to the seasonal activity, 817 (31%) patients admitted in winter, 615 patients in spring (23%), 452 patients in summer (17%), and 772 (29%) patients in autumn.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Seborrheic dermatitis is a multifactorial skin disease that is common in the population.In our study,a wide patient profile was evaluated and it was observed that seborrheic dermatitis more often affects the middle-aged adults and men more.In our study, it was observed that patients frequently applied during the cold season.Although the data obtained from this study are similar to the literature,we hope that these findings will contribute to epidemiological data on behalf of our country.We think that prospectively designed population-based studies that evaluate other triggering factors will be more useful in order to explain the seasonal attacks observed in patients more clearly.

5.
Başarılı Spinal Anestezinin Belirleyicisi Olarak Perfüzyon İndeksi: Zamana Bağlı ROC Eğrisi Analizi
Perfusion Index As A Predictor of Successful Spinal Anesthesia: A Time-Dependent Receiver Operating Characteristics Curve Analysis
Nilay Boztaş, Sule Ozbilgin, Ayşe Karcı, Mert Akan, CEREN Aygün Muçuoğlu, Dilek Ömür Arça, Ahmet Naci Emecen
doi: 10.14744/scie.2021.90692  Sayfalar 125 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı spinal anestezi sırasında perfüzyon indeksi, cilt sıcaklığı ve ortalama arter basıncı değişikliklerini değerlendirmek ve perfüzyon indeksi değerlerini kullanarak spinal anestezinin başarısını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya torakal 10 (T10) seviyesinde spinal anestezi altında elektif cerrahi geçiren, American Society of Anesthesiologists (ASA) fiziksel durumu I–II olan toplam 128 hasta dahil edildi. Ortalama arter basıncı, kalp atım hızı, vücut sıcaklığı, perfüzyon indeksi ve pinprick testi ile belirlenen spinal anestezi seviyesi; anestezi indüksiyonunu takiben 30 dakika boyunca kaydedildi. Spinal blok sonrası değişiklikleri değerlendirmek için tekrarlı ölçümler ANOVA testi kullanıldı ve doğrusal karma modeller oluşturuldu. Anestezi sonrası 2. dakikadaki perfüzyon indeksi ölçümleri için zamana bağlı ROC eğrileri oluşturularak T10 spinal anestezi seviyesine ulaşmayı öngörecek kesim noktaları belirlendi. Ek olarak, perfüzyon indeksi oranları için standart ROC eğrileri oluşturuldu.
BULGULAR: Perfüzyon indeksi değerlerinde anlamlı bir doğrusal artış vardı (β=0.14, standart hata = 0.01, p<0.001). İstatistiksel olarak anlamlı zamana bağlı ROC eğrileri, anestezi sonrası 6. dakika ve sonrası için elde edildi. Onbeşinci dakikadan sonra spesifisite %100 idi. Anestezi sonrası 15. dakikadaki T10 spinal blokaj oluşumu için, 2. dakikadaki perfüzyon indeksi ölçümlerinin kesim noktası 2.40 idi (Eğri altında kalan alan-EAA: 0.71, %95 güven aralığı-GA: 0.59–0.83, sensitivite: %47, spesifisite: %100) idi. Standart ROC analizinde ise yalnızca 2. dakikadaki perfüzyon indeksi oranları için eğri altında kalan alan istatistiksel olarak anlamlıydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anestezi indüksiyonu sonrası 2. dakikadaki perfuzyon indeksi ölçümü 2.4’ün üzerinde olan hastaların hepsi, indüksiyon sonrası 15. dakikada T10 spinal blok seviyesine ulaşmıştı. Bu bulgunun tekrarlayan perfüzyon indeksi ölçümlerindeki artış eğilimi ile desteklenmesi gerekmektedir. Pinprick testine uyumu kısıtlı hastalar için, çalışmanın bulgularının ameliyathane pratiğine adaptasyonu düşünülebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the changes in perfusion index (PI), skin temperature, and mean arterial pressure (MAP) during spinal anesthesia and to determine the success of spinal anesthesia using the PI values.
METHODS: A total of 128 patients belonging to American Society of Anesthesiologists’ physical status I-II undergoing elective surgery under spinal anesthesia at the T10 level were included in this study. MAP, heart rate, body temperature, PI, and spinal anesthesia level, determined with the pinprick test, were recorded from baseline to 30 min following anesthesia induction. Repeated measures ANOVA test was used to evaluate changes after spinal block and linear mixed models were created. Time-dependent receiver operating characteristics (ROC) curves, using post-anesthetic 2nd min PI measurements and time to T10 spinal anesthesia level, were estimated to predict further successful spinal blockade. In addition, standard ROC curve analysis was performed for the PI ratios.
RESULTS: There was a significant linear increase in PI values (β=0.14, standard error = 0.01, p<0.001). Time-dependent ROC curves became significant for the post-anesthetic 6th min and after. Specificity was 100% after the 15th min. The cutoff value of post-anesthetic 2nd min PI was 2.4 (Area under the ROC curve-AUC: 0.71, 95% confidence interval: 0.59–0.83, sensitivity: 47%, specificity: 100%) to predict successful spinal blockage for the 15th min. In standard ROC curve analysis, only the 2nd min ROC curve revealed a significant AUC.
DISCUSSION AND CONCLUSION: All of the patients whose PI measurement at the 2nd min after the induction of anesthesia was above 2.4, reached the T10 spinal block level at the 15th min after induction. This finding must be supported by the increasing trend in PI individually. Adaptation of the study findings to the operation room practice may be considered for the patients with limited compliance to the pinprick test.

6.
Su Geçirmez Duraplasti Yapılmayan Dekompresif Kraniektomi Olgularındaki Klinik Tecrübemiz
Clinical Experience with Decompressive Craniectomy without Watertight Duraplasty
Jülide Hazneci, Ali Borekci
doi: 10.14744/scie.2020.94547  Sayfalar 131 - 133
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı su geçirmez duraplasti yapılmayan dekompresif kraniektomi (DK) olgularında komplikasyon oranlarını tespit etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde ameliyat edilen, 42 tane, su geçirmez duraplasti yapılmayan dekompresif kraniektomi olgusu geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 42 hastanın ortalama yaşı 62.7 (34–90), 32’si erkekti. Hastaların başvuru anındaki Glasgow Koma Skalası (GKS) skoru ortalama 7, ortalama orta hat şiftleri 12.1 mm ve DK yapılana kadar geçen süre ortalama 1.9 gün olarak tespit edildi. DK cerrahisi yapıldıktan en az 20 gün sonra hastaların 23 tanesi hayattaydı. Tüm hasta grubunda, toplam üç hastada (%7.1) yüzeysel yara yeri enfeksiyonu tespit edildi. İkisi erkek olan bu üç hastanın ortalama yaşı 65.3 idi. Komplike olan üç olgunun başvuru anındaki GKS skoru ortalama 7, ortalama orta hat şiftleri ve DK yapılana kadar geçen süre ortalama 3.3 gün olarak tespit edildi. Olguların hiçbirinde beyin apsesi, menenjit, beyin omurilik sıvısı (BOS) fistülü ve/veya yara iyileşme problem görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, su geçirmez duraplasti yapılmayan DK tekniği, yara yeri enfeksiyonları ve BOS fistülü gelişmesi açısından kabul edilebilir komplikasyon oranlarına sahiptir. Su geçirmez duraplasti yapılmayan DK tekniği, malign orta serebral arter enfartkı ve intraserebral hematom nedeniyle ameliyata alınan hastalarda çok hayati olan cerrahi süreyi kısaltmaktadır.
INTRODUCTION: This study was designed to determine the incidence of complications occurring after a decompressive craniectomy (DC) without duraplasty.
METHODS: The data of 42 consecutive patients who underwent DC without watertight duraplasty were evaluated retrospectively and analyzed.
RESULTS: The average age of the study group patients was 62.7 years (range: 34–90 years) and 32 of the 42 patients of them were male. The mean Glasgow Coma Scale (GCS) score was 7, the mean midline shift was 12.1 mm, and the mean length of time from injury until DC was 1.9 days. Twenty-three patients were alive at least 20 days after DC. Antibiotherapy was used to treat a wound infection in 3 (7.1%) patients. Two of these 3 patients were male and the mean age was 65.3 years. The mean GCS score before surgery in this subset of complicated cases was 7, the mean midline shift was 15 mm, and the mean length of time until DC was 3.3 days. No other complications, such as brain abscess, meningitis, cerebrospinal fluid (CSF) fistula, or wound healing abnormalities were observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: DC without watertight duraplasty had an acceptable incidence of postoperative complications. This technique reduces the surgical time of surgery, which can be vital in critical patients with malignant middle cerebral artery infarction or intracerebral hematoma.

7.
Gebelikte Vajinismus Tedavisinin Özelliklerinin ve Klinik Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Evaluation of Characteristics and Clinical Outcomes of Vaginismus Treatment During Pregnancy
Süleyman Eserdag, Emine Eda Akalın
doi: 10.14744/scie.2020.03411  Sayfalar 134 - 140
GİRİŞ ve AMAÇ: Vajinismus, kadınların yaşam kalitesinde önemli rahatsızlığa ve bozulmaya neden olabilecek en yaygın kadın psikoseksüel işlev bozukluklarından biridir. Çalışmanın amacı gebelikte vajinismusun özelliklerini değerlendirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya riskliği gebeliği olmayan ancak vajinismusu olan 17 gebe ve gebe olamayan (kontrol) 34 vajinismus hastası dahil edildi. Her iki gruptaki tüm hastalar bilişsel cinsel terapiler ve davranışsal tedavilerle tedavi edildi. Vajinismus tedavisi nedeniyle gebelik komplikasyonu görülmedi.
BULGULAR: Gebe olan vajinismus grubunda seans sayısı ve seanslara toplam katılım gün sayısı kontrol grubundan anlamlı olarak daha azdı. Vajinismusu olan gebelerin on ikisinde sezaryen, beşinde vajinal doğum mevcuttu. Sezaryen doğumlardan yedisinin endikasyonu elektifti ve beşinin farklı tıbbi endikasyonları vardı. Tedaviden sonra 16 çift (%94.1), tam penetrasyonlu cinsel ilişkiye çok rahat bir şekilde kavuştu, ancak bir çift tam penetrasyona sahip olduklarını ancak ağrılı olduğunu belirtti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaptığımız bu çalışma gebelik sırasında vajinismus tedavisi ile ilgili ilk çalışmadır. Cinsel ilişki olmadan zaman zaman gebe kalan vajinismus hastalarının hamilelik sırasında güvenli bir şekilde cinsel terapi alabileceğini ve sonuçların gebe olmayan vajinismus hastalarından daha iyi olduğunu gözlemledik.
INTRODUCTION: Vaginismus is a common female psychosexual dysfunction that can cause a significant deterioration in quality of life. The aim of this study was to evaluate the characteristics of vaginismus during pregnancy and treatment outcomes.
METHODS: A total of 17 pregnant women with a normal-risk pregnancy and vaginismus, and 34 vaginismus patients who were not pregnant (control group) and their partners were included in the study. All of the patients were treated with cognitive therapy and behavioral therapy. Treatment did not result in any pregnancy complications.
RESULTS: The control group required significantly more therapy sessions and a greater total number of treatment days than the pregnant vaginismus group. Twelve of the pregnant women with vaginismus had a cesarean section, and 5 had a vaginal delivery. Seven of the cesarean deliveries were elective, and 5 were due to medical indications. After treatment, 16 couples (94.1%) from the pregnant group reported that they had very comfortable, full penetrative sexual intercourse, while 1 couple said that they had achieved full penetration, but it was painful.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This is believed to be the first study to examine vaginismus treatment during pregnancy. The findings indicated that vaginismus patients can undergo sexual therapy during pregnancy safely, and that results may be achieved sooner than with non-pregnant vaginismus patients with valuable benefits. Treatment can reduce the preference for a caesarean section, lessen anxiety related to gynecological exams and delivery.

8.
Üriner İnkontinanslı Kadın Multipl Skleroz Hastalarında Özürlülük Durumu ile Yaşam Kalitesi Arasındaki İlişki
Correlation Between Disability Status and Quality of Life in Multiple Sclerosis Female Patients with Urinary Incontinence
Aybüke Ersin, Merve Alökten, Fatma Mutluay, Melih Tütüncü, Ugur Uygunoglu, Sabahattin Saip, Aksel Siva
doi: 10.14744/scie.2021.51423  Sayfalar 141 - 145
GİRİŞ ve AMAÇ: Multipl skleroz (MS) ilerleyici, enflamatuvar, kronik ve nörodejeneratif bir hastalıktır. MS hastalarının en yaygın semptomlarından biri, %90’a varan yüksek oranlarla idrar kaçırmadır. Önceki çalışmalar, idrar kaçırmanın MS hastalarının yaşam kalitesini düşürdüğünü göstermiştir. Ancak MS’ in fiziksel özür düzeyini belirleyen Genişletilmiş Özürlülük Durum Ölçeği (EDSS) skoru ile üriner sistem sorunlarından kaynaklanan yaşam kalitesi puanları arasında bir ilişki olup olmadığı bilinmemektedir. Bu nedenle çalışmamız, üriner inkontinansa özgü yaşam kalitesi anketlerinden biri olan King Sağlık Anketi (KHQ) puanı ile EDSS skoru arasındaki ilişkiye odaklanmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi Nöroloji Kliniği’nde MS tanısı almış ve ayakta tedavi gören 18–65 yaş arası 32 kadın hasta dahil edildi. Hastaların EDSS skorları arasında herhangi bir sınıflama yoktu. İdrar kaçırma ile ilişkili yaşam kalitesi değerlendirmesi için KHQ kullanıldı. İstatistiksel analiz için SPSS sürüm 22 kullanıldı. Normal dağılım Kolmogorov Smirnov testi ile değerlendirildi, parametrik olmayan korelasyon Spearman’ın rho katsayısı ile hesaplandı.
BULGULAR: Üriner inkontinansa özgü yaşam kalitesi ile özürlülük durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif bir ilişki bulundu (r=0.392, p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda EDSS skoru yüksek MS hastalarının üriner inkontinansa özgü yaşam kalitesi skorlarının düşük olduğu ortaya konmuştur.
INTRODUCTION: Multiple sclerosis (MS) is a progressive, inflammatory, chronic, and neurodegenerative disease. One of the most common symptoms of MS patients is urinary incontinence with high rates of up to 90%. The previous studies have shown that urinary incontinence reduces the quality of life of MS patients. However, it is not known whether there is a relationship between the Expanded Disability Status Scale (EDSS) scores, which determine the physical disability level of MS, and the quality of life scores caused by urinary problems. For this reason, our study focuses on the relationship between EDSS scores and King’s Health Questionnaire (KHQ) scores, which is one of the quality of life questionnaires specific to urinary incontinence.
METHODS: The study included 32 female patients aged 18–65 years, diagnosed with MS, and received outpatient treatment at the Neurology Clinic of Cerrahpaşa School of Medicine Hospital. There was no categorization among the patients’ EDSS scores. Quality of life associated with urinary incontinence was measured with the KHQ. Normal distribution was assessed by Kolmogorov–Smirnov test and non-parametric correlation was calculated by Spearman’s rho coefficients using SPSS version 22.
RESULTS: It was found a statistically significant negative correlation between urinary incontinence-related quality of life and disability status (r=0.392, p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we found that MS patients with high EDSS scores have low urinary continence-related quality of life scores.

9.
Endometriyozis Takip ve Tedavisinde Üçüncül Merkez Deneyimleri
Tertiary Center Experience with the Treatment and Follow-Up of Endometriosis
Pınar Yalçn Bahat, Nura Fitnat Topbas Selcuki, Zelal Aydın, Aysegul Bestel, İsmail Özdemir
doi: 10.14744/scie.2021.83435  Sayfalar 146 - 149
GİRİŞ ve AMAÇ: Endometriyozis, üreme çağındaki kadınların %10’unu etkileyen kronik bir hastalıktır. Belirsiz patofizyoloji nedeniyle, küratif bir tedavi seçeneği mevcut değildir. Bu nedenle hastalıkla ilgili klinik deneyim ve artan bilgi birikimi büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı, uzun dönem klinik stratejileri değerlendirmek için üçüncü basamak bir jinekoloji kliniğinde endometriyozis hastalarının demografik özelliklerini, semptomlarını, tıbbi alımını, analjezik ihtiyacını ve tedavi yöntemlerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu geriye dönük tanımlayıcı olgu çalışması, üçüncü basamak bir jinekoloji kliniğinde gerçekleştirildi. Kasım 2012 ile Temmuz 2020 arasında bir veri tabanı araştırması yapıldı ve toplam 1098 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş, gravite, parite, ameliyat öyküsü ve demografik özellikleri kaydedildi. Tanı yöntemleri, tıbbi ve cerrahi tedavi stratejileri, hastanede kalış süresi ve analjezik ilaç ihtiyacı için medikal dosyalar tarandı.
BULGULAR: Sekiz yüz yetmiş üç hasta evre 3 hastalığa sahipken, sadece altı hastaya evre 4 hastalık teşhisi konmuştur. Hastaların %47’si ultrason ile, %53’ü cerrahi olarak teşhis edildi. Hastalar cerrahi tekniklere göre değerlendirildiğinde 144 hastaya laparoskopik, 235 hastaya laparotomi yapıldı. Laparoskopi sonrası ortalama hastanede kalış süresi 2.68±1.02, laparotomi sonrası ortalama süre 3.45±1.69 olarak hesaplandı. Tıbbi tedavi stratejileri açısından kayıtların incelenmesi, 110 hastanın kombine oral kontraseptif (KOK), 36’sının progesteron ve 525’inin dienogest aldığını ortaya koydu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endometriyozisin iyileştirici tedavisi için büyük bir arayış bir süredir devam etse de, tedavi seçenekleri yıllar içinde büyük ölçüde değişmedi. Cerrahların tecrübesi arttıkça, endometriyozis cerrahisinde laparotominin yerini laparoskopik cerrahi almıştır. Ayrıca tıbbi tedavi seçenekleri olarak progestinler daha fazla önem kazanmıştır. Bununla birlikte, tedavi stratejilerine bakılmaksızın, endometriyozis hastalarının hala uzun süreli tedavilere ve takiplere ihtiyacı vardır.
INTRODUCTION: Endometriosis is a chronic disease that affects 10% of women of reproductive age. No curative treatment is currently available due to the as yet unclear pathophysiology. Therefore, clinical experience and additional knowledge of the disease has great value. This study was an investigation of the demographic characteristics, symptoms, medication use, analgesic need, and treatment methods of endometriosis patients at a tertiary gynecological clinic in order to evaluate long-term clinical strategies.
METHODS: This retrospective, descriptive case study was conducted at a tertiary gynecological clinic. A database search of records from November 2012 to July 2020 yielded a total of 1098 patients for initial inclusion in the study. Age, gravidity, parity, surgical history, and demographic characteristics were recorded, as well as the diagnostic methods, medical and surgical treatment strategies, hospitalization duration, and need for analgesic medication.
RESULTS: In all, 873 patients had stage 3 disease and 6 patients were diagnosed with stage 4 disease. Of the study group, 47% of the patients were diagnosed using ultrasound and 53% were diagnosed surgically. An assessment of the surgical techniques used revealed that 144 patients underwent laparoscopic surgery while 235 underwent a laparotomy. The mean duration of hospitalization following a laparoscopy was 2.68±1.02 days, whereas the mean length of stay following a laparotomy was 3.45±1.69 days. Analysis of the medical treatment strategies applied indicated that 110 patients were given a combined oral contraceptive (COC), 36 received progesterone, and 525 were treated with dienogest.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although there has been an ongoing search for a curative treatment for endometriosis for some time, the treatment options have not changed dramatically over the years. Laparoscopic surgery has largely taken the place of a laparotomy as surgeons became more experienced and progestins have gained more importance as a medical treatment option. However, at present, regardless of treatment strategy, endometriosis still requires a long period of treatment and follow-up.

10.
Kasık Fıtığının Laparoskopik ve Açık Mesh Onarımından Sonra Testis Fonksiyonları Üzerine Etkisi
Evaluation of Testicular Function after Laparoscopic and Open Mesh Repair of Inguinal Hernia
Mehmet Mustafa Altıntaş, Selçuk Kaya
doi: 10.14744/scie.2021.26122  Sayfalar 150 - 153
GİRİŞ ve AMAÇ: Gerilimsiz sentetik mesh kullanılarak yapılan Lichtenstein ve total ekstraperitoneal (TEP) onarım uygulanmış hastalarda her iki tekniğin testis volümü ve spermatik kord kan akımı üzerine olan etkilerini karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018-Haziran 2019 tarihleri arasında genel cerrahi polikliniğine başvuran ve poliklinikte kasık fıtığı tanısı alan tetkik ve konsültasyonları tamamlanarak, anestezi onayı olan 20-40 yaş arası, cinsel aktif 96 erkek hastalar çalışmaya alındı. Hastalar iki gruba randomize edildi. Hastların 48’ine Lichtenstein herniorafi (Grup 1) 48’ine ise TEP onarımı (Grup 2) yapıldı. Hastalar ameliyat sonrası 1 yıl sonra kontrole çağrılarak inguinal ve skrotal Doppler ultrason yapıldı. Ultrasonografik değerlendirmede ameliyat edilmiş taraf ve sağlam taraf testis volümleri ve spermatik kord arteriel kan akım değerleri ölçüldü. Arteriyel kan akımı ölçümünde, sistolik tepe akım hızı (Vmax), diastolik sonu akımhızı (Vmin), rezistivite indeksi (RI) ve pulsalite indeksi (PI) ölçüldü.
BULGULAR: Lichtenstein herniorafi (Grup 1) yapılan tarafın ameliyat edilmemiş taraf ile karşılaştırılmasında Vmin, RI, PI ve TV değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (sırasıyla, p=0.03, 0.01, 0.01, 0.01). TEP onarımı (Grup 2) yapılan tarafın ameliyat edilmemiş taraf ile karşılaştırmasında ise testis volümleri ve spermatik kord arteriyel kan akım değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Lichtenstein ve TEP grupları arasında Vmax, Vmin ve TV değerleri arasında anlamlı bir fark bulunmazken RI ve PI değerleri açısından aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (sırasıyla, p=0.02, 0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sentetik mesh kullanılarak yapılan kasık fıtığının cerrahi tedavisinde TEP onarımının, Lichtenstein tekniğine göre testis fonksiyonlarının daha iyi korunması açısından elverişli olduğunu göstermiştir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare the effects on testicular volume (TV) and spermatic cord blood flow of Lichtenstein hernia repair using tension-free synthetic mesh and laparoscopic totally extraperitoneal (TEP) repair.

METHODS: A total of 96 sexually active male patients aged 20–40 years who presented at a general surgery outpatient clinic between January 2018 and June 2019 and were diagnosed with inguinal hernia were included in the study. The patients were randomized into 2 groups. Of the group, 48 patients underwent Lichtenstein hernioplasty (Group I) and 48 patients had TEP repair (Group II). Inguinal Doppler ultrasound was performed 1 year after surgery to evaluate the operated side and to assess the intact testicular volume and spermatic cord arterial blood flow. The peak systolic velocity (Vmax), end diastolic velocity (Vmin), resistive index (RI), and pulsatility index (PI) were measured.
RESULTS: A statistically significant difference was found in the Vmin, RI, PI, and TV values in the Lichtenstein repair side (Group I) in comparison with the non-operated side (p=0.03, 0.01, 0.01, 0.01, respectively). In the comparison of the TEP repair side (Group II) with the non-operated side, no statistically significant difference was observed in the TV or spermatic cord arterial blood flow values. While there was no significant difference between Vmax, Vmin, and TV values between the Lichtenstein and TEP groups, a statistically significant difference was seen in the RI and PI values (p=0.02, 0.01, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this evaluation of the effects of surgical treatment of inguinal hernia, TEP repair provided better preservation of testicular function compared with the Lichtenstein technique.

11.
İrritable Bağırsak Sendromu Olan Hastalarda D Tipi Kişilik Özelliklerinin Gastrointestinal Semptom Düzeyiyle İlişkisi
The Relationship between Type D Personality and Gastrointestinal Symptom Levels in Patients with Irritable Bowel Syndrome
Zeynep Erdoğan, Mehmet Ali Kurçer, Zeynep Özkan
doi: 10.14744/scie.2020.19327  Sayfalar 154 - 158
GİRİŞ ve AMAÇ: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu çalışmanın amacı, irritable bağırsak sendromu (IBS) hastalarında D tipi kişilik ile gastrointestinal semptomlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, bir üniversite hastanesinin gastroenteroloji polikliniğinde IBS tanısı alan hastalarla yapıldı. Çalışmanın evrenini, 15 Şubat 2019 ve 15 Mayıs 2019 tarihleri arasında poliklinikte IBS tanısı konan 192 hasta, örneklemini 168 hasta oluşturdu. Veriler bir Hasta Tanıtım Formu, Gastrointestinal Semptom Derecelendirme Ölçeği (GSRS) ve D-14 Kişilik Tipi Ölçeği (DS-14) kullanılarak toplandı.
BULGULAR: İrritable bağırsak sendromu hastalarının %70.8’inde tip D kişiliği vardır. D Tipi kişiliğe sahip olan hastaların GSRS toplam puanı (p<0.0001) ve alt boyutlarından reflü (p<0.0001), diyare (p=0.01), karın ağrısı (p=0.001), konstipasyon (p=0.001), hazımsızlık (p=0.004) puanları D tipi kişiliğe sahip olmayan hastalara göre anlamlı derecede yüksekti. Çoklu regresyon analizi yapıldığında; reflü hariç tüm alt boyut ve GSDÖ toplam puanının %20 oranında (R2=0.203, p=0.000) belirleyicilik rolü olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada IBS tanısı alan bireylerde D tipi kişilik oranının %70.8 olduğu, gastrointestinal semptomlardan karın ağrısı, reflü, diyare, hazımsızlık ve konstipasyonun D tipi kişiliği olan bireylerde olmayanlara göre daha fazla görüldüğü saptandı.
INTRODUCTION: The aim of this descriptive and cross-sectional study was to examine the relationship between type D personality and gastrointestinal symptoms in patients with irritable bowel syndrome (IBS).
METHODS: A total of 168 of 192 patients who presented at the gastroenterology polyclinic of a university hospital between February 15 and May 15, 2019 and were diagnosed with IBS were enrolled. The data were collected using a patient identification form, the Gastrointestinal Symptom Rating Scale (GSRS), and the Type D Scale-14 (DS-14) personality assessment.
RESULTS: Of the IBS patients studied, 70.8% had type D personality. The GSRS total score of the patients with type D personality (p=0.001), as well as their reflux (p=0.001), diarrhea (p=0.01), abdominal pain (p=0.001), constipation (p=0.001), and indigestion (p=0.004) subdimension scores were statistically significantly higher than those without type D personality. Multiple regression analysis indicated that the GSRS total score and all subdimension scores except reflux had a predictive value of 20% (R2=0.203; p<0.0001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In all, 70.8% of individuals diagnosed with IBS were classified as type D personality. The gastrointestinal symptoms of abdominal pain, reflux, diarrhea, indigestion, and constipation were more prevalent among individuals with type D personality compared with other personality types.

12.
Hafif İle Orta Şiddetli Akut Pankreatit Hastalarında Enflamatuvar Belirteçlerin Ayırt Ettirici Gücü: Ortalama Trombosit Hacmi, Nötrofil-Lenfosit Oranı, Lenfosit-Monosit Oranı, Nötrofil-Monosit Oranı
The Discriminative Power of Inflammatory Markers in Patients with Mild-To-Moderate Acute Pancreatitis: Mean Platelet Volume, Neutrophil-Lymphocyte Ratio, Lymphocyte-Monocyte Ratio, and Neutrophil-Monocyte Product
Ebru Unal Akoglu, Serdar Özdemir, Rohat Ak, Tuba Cimilli Ozturk
doi: 10.14744/scie.2021.63626  Sayfalar 159 - 164
GİRİŞ ve AMAÇ: Hafif akut pankreatiti (AP) orta düzey AP’den ayıran kesin parametreler hala belirsizdir. Bu çalışmanın birincil amacı, hafif ila orta-ağır AP hastalarında enflamatuvar belirteçlerinin ayırt ettirici gücünü değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: AP tanısı alan hastaların klinik bilgileri ve hastalık başı ile remisyon anındaki enflamatuvar belirteç düzeyleri geriye dönük tek merkezli olarak toplandı. Enflamatuvar parametreler – Ortalama trombosit hacmi (MPV), nötrofil-lenfosit oranı (NLR), nötrofil-monosit ürünü (NMP), trombosit-lenfosit oranı (PLR) – elektronik veritabanından elde edildi. Acil servise başvuru günü belirti başlangıcı olarak kabul edildi ve hastanın ağrısız olduğu ve oral beslenmeye başladığı gün remisyon tarihi olarak kabul edildi. Hasta gruplarının klinik değerlik ölçütleri (duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif olabilirlik olasılıkları) hesaplandı.
BULGULAR: Toplam 217 AP hastası belirlendi, 34’ü (%15.7) veri eksiği nedeniyle dışlandı ve çalışma popülasyonu 183 AP hastasından (%84.3) oluştu. Gözden geçirilmiş Atlanta Sınıflamasına göre, 142 (%77.6) hasta hafif AP (MAP) ve 39 (%21.3) hasta orta-ağır AP (MSAP) idi. MAP grubunda ortanca nötrofil ve lenfosit sayıları, PLR, NLR, NMP, anlamlı olarak yüksek, LMR ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olarak belirlendi. Remisyon anında, ortanca MPV düzeyi anlamlı olarak daha yüksek iken (p=0.0062) ortanca beyaz küre sayısı (WBC) anlamlı derecede daha düşüktü (p<0.0001). Aynı eğilim, MPV ve WBC için de MAP grubunda gözlendi, ancak MSAP-SAP grubunda MPV için mevcut değildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tüm enflamatuvar belirteçlerin ve oranların hafif ve orta-şiddetli AP grupları arasında anlamlı derecede farklı olduğunu bulduk. NLR gruplar arasında ayrım yapma yönünden en güçlü belirteçti. Başlangıçtan remisyona kadar, MPV değişimi anlamlı değilken, WBC’de değişimi, AP ciddiyetine bakılmaksızın, anlamlı ve önemliydi.
INTRODUCTION: The exact parameters that differentiate mild Acute pancreatitis (AP) from moderate AP are still unclear. The primary aim of this study was to evaluate the prognostic utility of recently used inflammatory parameters in AP patients.
METHODS: We retrospectively collected the level of inflammatory parameters of patients who were diagnosed with acute pancreatitis at the onset and remission of the disease. The inflammatory parameters – Mean platelet volume (MPV), neutrophile-lymphocyte ratio (NLR), neutrophil-monocyte product (NMP), platelet-lymphocyte ratio (PLR) - were derived from the electronic patient database. The day of the presentation to the Emergency Department (ED) was accepted as the day of the symptom onset, and the day when the patient declared to be pain-free and started to take oral nutrition was accepted as the date of remission. We also calculated the clinical utility metrics such as positive and negative likelihood ratios at this threshold.
RESULTS: A total of 217 AP patients were retrieved from the system, and the final study population consisted of 183 AP (84.3%). According to revised Atlanta Classification, 142 (77.6%) patients were Mild AP (MAP) and 41 (22.4%) were Moderate and Severe AP (MSAP-SAP). Median neutrophil and lymphocyte counts, PLR, NLR, NMP were all significantly higher, and LMR was significantly lower in MAP group. At remission, the median MPV level was significantly higher (p=0.0062), and median WBC level was significantly lower (p<0.0001). The same trend was observed in MAP group for both MPV and WBC, but not present for MPV in MSAP-SAP group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that all inflammatory markers and ratios were significantly different between MAP and MSAP groups. Among those markers, NLR was the most powerful to discriminate between those groups. During AP from onset to remission, the changes in MPV had no benefit but the change in WBC was significant regardless of AP severity.

13.
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Esnek Bronkoskopinin Önemi
The Value of Flexible Bronchoscopy in the Neonatal Intensive Care Unit
Emine Atağ, Tuba Kockar Kizilirmak, Özge Meral, Hüseyin Arslan, Esra Yayla Korkmaz, Edanur Merttürk, Fusun Unal, Semra Gündoğdu, Binay Vatansever, Sedat Öktem
doi: 10.14744/scie.2021.85698  Sayfalar 165 - 169
GİRİŞ ve AMAÇ: Esnek bronkoskopi (EB) yenidoğan yoğun bakım ünitesinde (YYBÜ) yatan ve solunum problemleri olan hastaların yararına kullanılan bir araçtır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temmuz 2014–Temmuz 2020 tarihleri arasında YYBÜ’de yatan ve EB yapılan tüm hastalar çalışmaya alındı. Demografik ve klinik özelikler, EB indikasyonları, EB prosedürüne ait veriler, EB bulguları, EB komplikasyonları ve EB’nin hastanın yönetimine sağladığı katkı değerlendirildi.
BULGULAR: Kırk sekiz hastaya EB yapıldı. Bunların 22’si (%45.8) erkekti. Medyan yaş 44 gündü (26.2–59.7). EB için en yaygın endikasyonlar; %50 hastada ekstübasyon başarısızlığı ve %33 hastada havayolu hastalığı idi. Bronkoskopik değerlendirmeler ile 46 hastada (%95.8) en az bir anormallik saptandı. Kırk bir (%85.4) hastaya bronkoalveolar lavaj yapıldı. EB, hastaların 46’sında (%93.8) hastanın yönetimine katkı sağladı. Kırk sekiz hastanın 16’sına (%33.3) bronkoskopi ile tanı kondu, 23 (%48) hastada ise tıbbi tedaviler revize edildi. Hastaların yedisinde (%14.6) başarılı bir terapötik lavaj yapıldı. Hastaların 28’ine (%58.3) ise cerrahi girişim uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Esnek bronkoskopi, YYBB’de solunum bozukluklarının tanı ve tedavisinde önemli bir değere sahiptir. Hava yollarının doğrudan görüntülenmesi, BAL’nin mikrobiyolojik değerlendirmesi ve mukus tıkaçlarının uzaklaştırılması, klinisyenlerin daha doğru tanı koymasına ve havayolu cerrahi prosedürleri dahil olmak üzere uygun tedavi seçeneklerini sunmasına olanak tanır.
INTRODUCTION: Flexible bronchoscopy (FB) is a safe and valuable tool for the assessment and treatment of patients in neonatal intensive care units (NICUs) with respiratory diseases.
METHODS: All neonates who underwent FB in the NICU between July 2014 and July 2020 were included in the study. All demographic and clinical data including FB indications, the FB procedure performed and FB findings, FB complications, and the contribution of FB to the management were examined.
RESULTS: Forty-eight patients underwent FB. Twenty-two (45.8%) of them were male. The median age was 44 days (26.2–59.7). The most common indication for FB was extubation failure at 50%, followed by suspected airway disease at 33%. Bronchoscopic assessments revealed at least one abnormality in 46 (95.8%) infants. Bronchoalveolar lavage (BAL) was performed in 41 (85.4%) patients. FB contributed to the management in 46 (93.8%) of the patients. Based on FB results, 16 of 48 (33.3%) patients received a diagnosis by bronchoscopy, and medical treatments were revised in 23 (48%) patients. A successful therapeutic lavage was made in 7 (14.6%) of patients. Surgical interventions were performed in 28 (58.3%) of the patients.

DISCUSSION AND CONCLUSION: FB has an important value in the diagnosis and management of respiratory disorders in NICU. Direct visualization of the airways, microbiological assessment of BAL, and removal of mucus plugs allow the clinicians to make an accurate diagnosis and provide appropriate treatment options, including airway surgical procedures.

14.
Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Sistemik Skleroza Bağlı Deri Kalınlığına Olumlu Etkisi Olabilir: Dört Hasta ile Deneyim
Hyperbaric Oxygen Therapy May Have a Favorable Affect on Skin Thickness in Systemic Sclerosis: Experience with Four Patients
Mehmet Engin Tezcan, Selin Gamze Sümen
doi: 10.14744/scie.2021.62207  Sayfalar 170 - 175
GİRİŞ ve AMAÇ: Hiperbarik oksijen tedavisinin (HBO2) antienflamatuvar ve antifibrotik etkisi bulunmaktadır. Sistemik sklerozda (SS) dijital ülserler gibi kronik yara tedavisinde etkisi olduğu gösterilmiştir. HBO2 tedavisinin, ek olarak SS’a bağlı fibrotik değişikliklere de etkisi olabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada, medikal tedaviye dirençli dijital ülseri bulunan hastalarda, HBO2 tedavisinin SS bağlı deri kalınlığına olan etkisi araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma gözlemsel ve retrospektif bir çalışmadır. Altmış sekiz hastadan olan SS kohortumuzdaki hastaların 25’inde dijital ülser tespit edilmiştir. Bu hastaların dördünde medikal tedaviye dirençli dijital ülser gözlenmiştir. Öncelikle hastalara medikal olarak kalsiyum kanal blokerleri, asetil salisilik asit, iloprost ve bosentan tedavilerinden en az üçü uygulanmıştır. Bu tedaviye dirençli hastalar, romatolog ve sualtı ve hiperbarik uzmanları tarafından HBO2 açısından değerlendirilmiştir. Takiben uygun hastalara HBO2 tedavisi verilmiştir. Hastaların tedavi öncesi ve sonrası modifiye Rodnan skorları (mRSS), sağlık değerlendirme anketi hastalığa bağlı kısıtlılık ve kısa form 36 testi ile hayat kalitesi ölçülmüştür. Ayrıca hastaların deri kalınlığına yönelik görsel analog skalası değerlendirilmiştir.
BULGULAR: mRss skorunda tüm hastalarda tedavi sonrası düzelme gözlenmiştir. Ancak, sadece bir hastanın dijital ülserinde anlamlı düzelme gözlenmiştir. Ayrıca, hastalığa bağlı kısıtlılık ve hayat kalitesi değerlendirmelerinde anlamlı değişim tespit edilmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HBO2 tedavisi, SS bağlı deri kalınlığına antienflamatuvar ve antifibrotik etkileri ile olumlu değişim sağlayabilir. Hayat kalitesi ve hastalığa bağlı kısıtlılıkta düzelme için hastalıkla ilgili tüm alanlara yönelik tedaviler gerekmektedir.
INTRODUCTION: Hyperbaric oxygen (HBO2) therapy has well-known anti-inflammatory and antifibrotic effects. It may be an option for the treatment of chronic wounds including digital ulcers related with systemic sclerosis (SS). The therapy may also have an impact on the fibrotic complications of SS, including skin thickness. The aim of the study was evaluating the effect of HBO2 on skin thickness in SS patients with medical therapy resistant digital ulcers.
METHODS: This was an observational study.Twenty-five of 68 patients in our SS cohort had digital ulcers. Four of those had medical therapy resistant digital ulcers. Firstly, we administered at least three of the drugs: Calcium channel blockers, acetylsalicylic acid, iloprost and bosentan as combination therapy. Then, unresponsive patients were evaluated together by rheumatologist and underwater and hyperbaric medicine physician for HBO2 indication. Lastly, we applied HBO2 to eligible patients for their refractory and active digital ulcers. We evaluated the pre- and post-therapy values of modified Rodnan skin score (mRSS) for skin thickness, health assessment questionnaire for disease related disability, short-form 36 test for quality of life and visual analog scores related to skin thickness.
RESULTS: Modified Rodnan skin scores of all patients improved after the therapy. Nevertheless, we observed that only one patient’s digital ulcers got better with the therapy. Furthermore, disease-related disability and quality of life indices were not improved consistently according to the favourable changes in skin scores.
DISCUSSION AND CONCLUSION: HBO2 may have a positive effect on skin thickness owing to its anti-inflammatory and antifibrotic effects. Disease-related disability and quality of life parameters may improve further with addressing all aspects of the disease.

15.
Total Laparoskopik Histerektomi Sırasında Mesane Yaralanmasının Laparoskopik Yönetimi
Laparoscopic Management of Bladder Injury During Total Laparoscopic Hysterectomy
Emre Mat, Gazi Yıldız, Gulfem Basol, Didar Kurt, Betul Kuru, Elif Cansu Gundogdu, Onder Sakin, Umit Cabus, Pınar Yıldız, Ahmet Kale
doi: 10.14744/scie.2021.86094  Sayfalar 176 - 180
GİRİŞ ve AMAÇ: Laparoskopik histerektomi (LH) sırasında mesane yaralanması, üreter yaralanmasından yaklaşık olarak üç kat daha fazla görülmektedir ve jinekologlar için hala önemli bir problem oluşturmaktadır. Çalışmamızın amacı, laparoskopik histerektomi sırasında oluşan mesane yaralanmalarının laparoskopik olarak onarılmasının sonuçlarını sunmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2018 ile Ocak 2020 arasında benign jinekolojik nedenlerle LH yapılan hastalar geriye dönük olarak incelendi. Mesane yaralanması izlenen tüm hastaların tıbbi kayıtları incelendi, yaralanma nedenleri, insidansı, tedavi ve takipleri değerlendirildi.
BULGULAR: Laparoskopik histerektomi sırasında mesane yaralanması olan sekiz hasta saptandı. Mesane yaralanmaların hepsi operasyon sırasında farkedildi. Yedi hastada utero–vezikal alanın laparoskopik olarak keskin ve künt diseksiyonu sırasında, bir hastada da suprapubik trokar girişi sırasında mesane hasarı oluştuğu izlendi. Mesane hasarlarının tümü laparaskopik olarak onarıldı. Cerrahi sırasında ve sonrasında hiçbir hastada majör bir komplikasyon izlenmedi. Mesane katateri cerrahiden 7–10 gün sonra çıkarıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopik histerektominin korkulan bir komplikasyonu olan mesane yaralanmalarının laparoskopik onarımı, endoskopik cerrahide deneyimli bir jinekologlar tarafından da başarı ile yapılabileceği gösterilmiştir.
INTRODUCTION: The rate of bladder injury during laparoscopic hysterectomy (LH) is three-fold higher than that of ureter injury and is an important problem for gynecologists. The aim of the present study was to present the results of laparoscopic repair of bladder injuries produced during LH procedure.
METHODS: Patients who underwent LH for benign indications between November 2018 and January 2020 were evaluated retrospectively. Medical records of all patients with bladder injury were reviewed and their causes of injury, incidence, treatment and follow-up were evaluated.
RESULTS: Eight patients were established to have bladder injury while undergoing LH. All bladder injuries were recognized during operation. Bladder injury occurred during laparoscopic sharp and blunt dissection of uterovesical area in seven patients and during suprapubic trochar insertion in one patient. All bladder injuries were repaired laparoscopically. No major complications were encountered during or after operation. Bladder catheters were removed 7–10 days after surgery.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was demonstrated that laparoscopic repair of bladder injury, which is a feared complication of LH, can be carried out successfully be gynecologists experienced in endoscopic surgery.

16.
Adenotonsillektomide Nötrofil-Lenfosit Oranı, Trombosit-Lenfosit Oranı ve Ortalama Trombosit Hacminin Cerrahi Karar ve Takipteki Etkinliği
The Effect of Neutrophil-to-Lymphocyte Ratio, Platelet-to-Lymphocyte Ratio, and Mean Platelet Volume in Surgical Decision and Follow-up of Adenotonsillectomy
Hacer Baran, Melis Demirağ Evman, Hakan Avcı
doi: 10.14744/scie.2021.30633  Sayfalar 181 - 186
GİRİŞ ve AMAÇ: Adenotonsillektomi ve tonsillektomi en yaygın cerrahi prosedürlerdir. Nötrofil/lenfosit oranı, trombosit/lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi enflamasyon belirteçleri olarak kullanılabilir. Çalışmanın amacı, adenotonsillektomi ve tonsillektomi hastalarında bu enflamatuvar belirteçlerin değerlerinin takipte etkili olup olmayacağını veya cerrahi karar için gösterge faktör olup olmadığını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kronik tonsillit ve tonsil hipertrofisi nedeniyle ameliyat edilen 194 hastanın tıbbi kayıtları ve ameliyat öncesi kan değerleri geriye dönük olarak incelendi. Ameliyat sonrası birinçi ayda tam kan hücresi sayısı (CBC) değerleri değerlendirildi. Kontrol grubu olarak pediatri kliniği tarafından takip edilen normal değerlere sahip 83 hastanın CBC kayıtları alındı.
BULGULAR: Çalışma grubundaki 194 hastanın ameliyat öncesi nötrofil/lenfosit oranı değerleri ameliyat sonrası değerlere göre anlamlı olarak yüksekti. Trombosit/lenfosit oranı değerleri önemli ölçüde farklı değildi. Ortalama trombosit hacmi açısından ameliyat öncesi, sonrası ve kontrol grupları 3 grupta istatistiksel olarak birbirinden farklıydı. Parametreler enfeksiyon sayıları açısından incelendiğinde nötrofil/lenfosit oranı, trombosit/lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi değerleri açısından gruplar arasında anlamlı farklılık gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adenotonsillektomi ve tonsillektomi hastalarında tekrarlayan enfeksiyon sayısı, nötrofil/lenfosit oranı, trombosit/lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi açısından ameliyat öncesi ve sonrası değerler açısından anlamlı farklılık yaratmadı. Ancak cerrahi işlem uygulanan hastalarda nötrofil/lenfosit oranı normal popülasyonda ve ameliyat sonrası dönemde ameliyat öncesi döneme göre anlamlı olarak daha yüksekti. Bu nedenle nötrofil/lenfosit oranı’nın tonsillit hastalarında enflamatuvar bir belirteç olarak kullanılabileceğine inanıyoruz.
INTRODUCTION: Adenotonsillectomy/tonsillectomy are among the most widely used surgical procedures in ENT. The aim of the study is to compare the pre- and post-operative values of neutrophil/lymphocyte ratio (NLR), platelet/lymphocyte ratio (PLR), and mean platelet volume (MPV) according to the number of recurrent infections and to determine its relation to the normal population.
METHODS: Complete blood cell values of 194 patients who underwent surgery for chronic tonsillitis and tonsillar hypertrophy as a study group, 83 patients with normal values as control group were analyzed for NLR, PLR, and mean platelet volume. Annual number of infections and blood parameters were compared before and after surgery.
RESULTS: Pre-operative NLR values of 194 patients in the study group were significantly higher than the post-operative values. In terms of MPV, pre-operative, post-operative, and control groups were statistically different from each other in 3 groups. When the parameters were examined in terms of number of infections, no significant difference was observed between groups in terms of NLR, PLR, and MPV values.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We did not found any relationship between the annual number of infections and inflammatory blood parameters. Therefore, in terms of the number of infections per year, these parameters are not significantly valuable. However, in patients who underwent surgical procedures, NLR was significantly higher in the normal population and postoperatively than in the pre-operative period. Therefore, we believe the NLR may be used as an inflammatory marker in tonsillitis patients.

17.
Öncelik 3 (Yeşil Alan) Kodlu Hastaların Acil Servise Başvurma Sebepleri ve Acil Servisin Yoğunluğuna Etkileri
The Reasons of Apply to the Emergency Department By Priority 3 (Green Tags) Coded Patients and the Effects on the Intensity of the Emergency Department
Erdal Yılmaz
doi: 10.14744/scie.2021.73644  Sayfalar 187 - 194
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada acil servis (AS) veri tabanının oluşturulmasına zemin hazırlayacak bazı bilgilere ulaşılması hedeflenmiştir. Acil servisin olası yoğun saatlerinin belirlenmesi, insan gücünün planlanması için başvuruların aciliyet ve uygunluğu değerlendirilmiş; uygun olmayan başvuruların nedenleri ve zamanları saptanmış, önlenmesi konusunda alınabilecek önlemler tartışılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma 02.09.2015–31.10.2015 tarihleri arasında ileriye yönelik olarak yapıldı. Hastaların acil servis (yeşil alan) başvurularını değerlendirmek amacıyla demografik veri (7 soru) ve AS başvuru nedeninin tespiti için (15 soru) toplam 22 adet kapalı uçlu soru soruldu.
BULGULAR: Hastaların yaş ortancası 37 yıldı ve %51.2’si erkekti. Hastalar çoğunlukla ilköğretim (%34.3) mezunuydu. Hastaların çoğunun her hangi bir işte çalıştıkları (%53.8) ve daha çok işçi/hizmetli (%32.0) sınıfında çalıştıkları belirlendi. Hastaların %88.1’inin sosyal güvencesi vardı. Hastaların sıklıkla 17: 00–08: 00 saatleri arasında AS’ye başvurduğu görüldü (%52.4). Hastaların %74.7’si aile hekimini tanıyordu, %74.4’ü aile hekimine muayene amaçlı başvurmuş ve %48.2’si de daha önce 112’yi arayıp ambulans ile hastaneye nakli sağlanmıştı. Hastaların %70.2’si mesai saatleri içinde aile hekimine başvurmama nedenini başta kendilerini acil hissetmeleri ve daha detaylı muayene olmak isteği (%36.3) olarak ifade etmektedirler. Hastaların AS’yi tercih etme nedeninin başında yakınlık (%36.5) gelmekteydi. Son bir yıl içinde hastaların tamamının AS’ye bundan önce en az bir kez başvurduğu; %83’ünün en az bir polikliniğe başvurduğu saptandı. Hastaların çoğu (%31.0) sıra bitene kadar bekleyeceğini belirtti. Hastaların %74.5’i triaj sistemine, %50.6’sı acil hastanın öncelikli olduğu düşüncesine, %67.5’i ise genel sıra kurallarına uyulması gerektiğini savundu. Mesai sonrası gelen hastalar AS’yi en sık tercih etme sebeplerinin yeni hastalanma (%61.6) olduğunu belirtti. Hastaların poliklinikler açık iken AS’ye gelmelerinin en sık sebebi ise hastanın kendisinin acil olduğunu düşünmesi (%46.6) olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, kişilere verilecek eğitim, acil servislerden acil olmayan işlemlerin kaldırılması (enjeksiyon, pansuman vs), aile sağlığı merkezlerinin uygun yerlere yerleştirilmesi ve bu merkezlerdeki hekime olan güveninin artırılması, yeşil alan hastalarından alınan muayene katkı payı ücretlerinin yükseltilmesi ile acil servis’e (yeşil alan) olan başvurunun azaltılabileceği kanısındayız.
INTRODUCTION: In this study, it is aimed to reach some information that will prepare the ground for the establishment of emergency service database. The urgency and appropriateness of the applications were evaluated for determining the possible rush hours of the emergency department (ED) and planning the workforce; the reasons and times of the inappropriate applications were determined and the measures to be taken to prevent them were discussed.
METHODS: This study was prospectively conducted in Ankara Training and Research Hospital, ED. Seven closed-ended questions were asked for the analysis of patients’ demographics and 15 closed-ended questions to determine the reasons of ED (green tag) applicant. Data were analyzed using SPSS for Windows v18 software and p<0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: Of the patients, 88.1% had social security. Patients often presented to the ED between 5 PM and 08 AM (52.4%). Of the patients, 70.2% stated the reason for not referring to their family physicians within working hours as feeling themselves urgent and willing to have more detailed examination (36.3%). The leading reason for preferring the ED was its closeness (36.5%). It has been determined that all of the patients have referred to the ED at least once in the past year. Patients who came after working hours stated that the reason of their preference for ED because of acute illness (61.6%). It was determined that patients preferred ED over family health centers and outpatient clinics for drip-feed (50.6%) and/or injections (25.4%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result,we believe that the number of applications can be reduced with the education to be given to individuals, removal of non-urgent procedures from emergency services (injection, dressing, etc.), placement of family health centers in appropriate places, and increasing the trust of the physicians in these centers, increasing the costs of examination contribution from green field patients.

18.
Anorektal Cerrahiler için Rejyonel Anestezi: En İyi Çözüm Nedir?
Regional Anesthesia for Anorectal Surgeries: What is the Best Solution?
Tahsin Şimşek, Ayten Saracoglu, Ülgen Zengin, Mehmet Yılmaz, Kemal Saracoglu
doi: 10.14744/scie.2021.27122  Sayfalar 195 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Anorektal bölge ameliyatlarında farklı bölgesel anestezi teknikleri kullanılmaktadır. İdeal anestezi yöntemi yeterli analjezi sağlamalı, hasta konforu ve güvenliğini artırmalı, erken mobilizasyona imkan vermelidir. Bu çalışmanın amacı, kaudal blok ve saddle blok tekniklerinin ameliyat sonrası analjezik tüketimi, analjezik ajan ihtiyacı olan hasta sayısı ve başlangıç analjezik gereksinim zamanı üzerine olan etkilerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya elektif anorektal cerrahi geçiren 71 hasta alındı. Saddle blok grubunda; ultrasonografi eşliğinde, L4-L5 seviyesinde intratekal boşluğa, 25 G Quincke spinal iğne ile 7.0 mg hiperbarik bupivakain uygulandı. Kaudal blok grubunda; ultrasonografi eşliğinde, S4-S5 seviyesinde epidural boşluğa, 20 G kaudal iğne ile %0.5 konsantrasyonda 25 ml bupivakain uygulandı.
BULGULAR: Grup kaudal’de; ameliyat sonrası analjezik tüketimi ve analjezik ajan ihtiyacı olan hasta sayısı, grup saddle’a göre anlamlı olarak düşüktü (p<0.05). Grup saddle’da ilk analjezik gereksinim zamanı grup kaudal’e göre anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, grup kaudalde ameliyat sonrası analjezik tüketimi, analjezik ajan ihtiyacı olan hasta sayısı, başlangıç analjezik gereksinim zamanı açısından grup saddle’a göre anlamlı derecede daha iyi sonuçlar elde edildi. Kaudal bloğun klinik pratikte anorektal cerrahi için daha etkili olabileceği sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: Different regional anesthesia techniques are used in anorectal surgeries. The ideal anesthetic method should provide adequate analgesia, patient comfort and safety, and enable early mobilization. The aim of this study was to compare the effects of caudal block and saddle block techniques on post-operative analgesic consumption, number of patients requiring analgesic agent, and initial analgesic requirement.
METHODS: The current study included 71 patients undergoing elective anorectal surgery. In the saddle block group, we inserted 25 G Quincke spinal needle by the ultrasonography guidance into the intrathecal space at L4-L5 level and administered 7.0 mg hyperbaric bupivacaine. In the caudal block group, we inserted 20 G caudal needle by ultrasound guidance into the epidural space at S4-S5 level and administered 25 ml bupivacaine at a concentration of 0.5%.
RESULTS: In group caudal, post-operative analgesic consumption and number of patients requiring analgesic agent were significantly lower than group saddle (p<0.05). In group saddle, first analgesic requirement time was significantly lower than group caudal (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, significantly better results were obtained in group caudal regarding post-operative analgesic consumption, number of patients requiring analgesic agent, and initial analgesic requirements time. We concluded that caudal block can be more efficient for anorectal surgery in clinical practice.

19.
Türkiye’de Fundus Fotoğrafının İlk Teletıp Uygulamasının Diyabetik Retinopati Tanısında Etkinliği
The Efficiency of First Telemedicine Application of Fundus Photograph for the Diagnosis of Diabetic Retinopathy in Turkey
Meltem Sertbas, Ozden Ezgi Uner, Yasar Sertbas, Serkan Elarslan, Rahime Gozkan, Melike Kotan, Asligul Ardic, Volkan Kızılay, Banu Açıkalın, Nalan Okuroglu
doi: 10.14744/scie.2021.68916  Sayfalar 201 - 204
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetik retinopati yetişkin çağda görülen önlenebilir ve tedavi edilebilen körlük nedenlerinin başında gelmektedir. Düzenli göz muayenesi ile sistemik tarama, diyabetik retinopatiye bağlı görme kaybını ve körlüğü önleyebilir. Çalışmamızda fundus fotoğrafının teletıp uyarlanmasının diyabetik retinopati tanısında etkinliğinin gösterilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018–Ocak 2019 tarihleri arasında iki farklı diyabet merkezindeki hastaların diyabetik retinopati için takip durumlarını geriye dönük olarak karşılaştırdık. Çalışmaya 3539 diyabetik hasta dahil edildi. Bu hastalardan 1883’ü hastanenin ana kampüsünde yer alan ilk diyabet merkezinden göz doktoruna sevk edilmiştir ve hastaneden uzakta bulunan ikinci merkezdeki 1656 hastanın ise dijital fundus fotoğrafı çekilmiştir. Bu görüntüler, bir teletıp sistemi aracılığıyla değerlendirmek üzere uzman bir göz doktoruna iletilmiştir.
BULGULAR: Çalışma sonucunda 1883 hastadan sadece 933’ünün (%49.5) retinopati kontrolü için göz doktoruna başvurduğunu gördük. Diğer yandan, teletıp yöntemi ile dijital fotoğrafla taranan hastaların tamamına yakını değerlendirildi (1656’nın 1589’u) ve sadece 67’si (%4) görüntüleme sorunları nedeniyle değerlendirilemedi. Açıkca görüldüğü üzere, ikinci merkezde birinci merkeze göre çok daha fazla kişi değerlendirilmiştir (933 [%49.5] 1589 [%96]; p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak çalışmamız, teletıp sistemine uyarlanmış retina fotoğraflama yönteminin diyabetik retinopatinin düzenli taramasını sağlamak için daha yaygın kullanılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
INTRODUCTION: Diabetic retinopathy is one of the most common causes of preventable and treatable blindness in adulthood. Systemic screening with regular eye examination can prevent vision loss and blindness related to diabetic retinopathy. Our study aimed to see the efficiency of telemedicine application of fundus photograph for the diagnosis of diabetic retinopathy.
METHODS: We retrospectively compared the patients’ follow-up situation for diabetic retinopathy screening from two different diabetic centers between January 2018 and January 2019. We recruited 3539 diabetic patients. Among these patients, 1883 of them were referred to ophthalmologist from the first diabetes center, which is located on the main campus of hospital and in the second center which is located away from the hospital, 1656 patients’ digital photographs were taken. These images were transmitted through a telemedicine system to an expert ophthalmologist for evaluation.
RESULTS: As a result of the study, we saw that only 933 of 1883 (49.5%) patients had admitted to the ophthalmologist for retinopathy control. On the other hand, among the patients who were screened by a digital photograph with telemedicine method, almost all of the patients were evaluated (1589 of 1656) and only 67 (4%) of them could not be evaluated due to imaging problems. It is obviously seen that in the second center much more people had been evaluated when compared to the first center (933 [49.5%] vs. 1589 [96%]; p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study confirmed that the use of the retinal photographing intertwined with the telemedicine system should be used more widely into provide regular screening of diabetic retinopathy.

20.
Periferik Anjiopati (Diabetik Ayak) Nedeniyle Ayakta Nekroz ve Yarası Nedeniyle Alt Ekstremite Amputasyonu Yapılan Hastaların Yaşam Kalitelerin Belirlenmesi
Determination of Quality of Life of Patients Undergoing Lower Extremity Amputation Due to Peripheral Angiopathy (Diabetic Foot)
Zeki Taşdemir
doi: 10.14744/scie.2020.60251  Sayfalar 205 - 210
GİRİŞ ve AMAÇ: Amputasyonlar, günlük yaşam ve fonksiyonellik açılarından kişinin hayatında büyük değişikliklere yol açar. Amputasyondan dolayı meydana gelen vücut yapılarındaki ve vücut fonksiyonlarındaki sınırlılık, aktivite seviyesini ve kişinin toplumsal katılımını etkiler. Bu çalışmada Trinity Amputasyon ve Deneyim Ölçeği (TAPES) anketinin Türkçe versiyonu kullanılarak amputasyondan sonra normal yaşama yeniden katılım sürecinin yaşam kalitesi ve fonksiyonel düzey ile ilişkisinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya yaş ve cinsiyet farkına bakılmaksızın üçüncü basmak hastanemiz Ortopedi ve Travmatoloji kliniğine başvuran ve diyabetik ayak nedeniyle alt ekstremite amputasyonu yapılan toplam 48 hasta dahil edildi. Tüm hastalara ait Trinity Amputasyon ve Deneyim Ölçeği (TAPES) anketleri doldurularak kaydedildi.
BULGULAR: Ankete dahil edilen 48 hastanın 36’sı (%75.0) erkek, 12’si (%25.0) kadındı. Toplam sekiz (%16.7) hastanın ampütasyonu diz üstü düzeyinden, 40 (%83.3) hastanınki ise diz altından yapılmıştı. Protezi günlük 12 saatin üzerinde kullanan 14 (%29.2) hasta varken, daha az süreyle kullananlar 34 (%70.8) kişiydi. Hastaların ortalama yaşı 54.4±19.4 yıl (yaş aralığı: 11-86 yıl) idi. Protezden toplam memnuniyet skoru oranı %63.1±20.5 (aralık: %20-92) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız ampüte hastalarda protezlere ve diğer bazı uyum kriterlerine karşı duyulan memnuniyet ile ilgili ülkemizde yapılmış nadir çalışmalardandır. Çalışmamız verileri özellikle güdük ve fantom ağrılarının hem protezin günlük kullanım süresiyle, hem uyum skorlarıyla hem de proteze karşı duyulan memnuniyet skorları ile anlamlı ilişkili olduğunu ve bu ağrıların ampüte hastaların psikolojik durumunu etkilediğini göstermiştir.
INTRODUCTION: Amputations lead to major changes in one’s life in terms of daily life and functionality. Limitations in body structures and bodily functions due to amputation affect the level of activity and social participation of the individual. In this study, the Turkish version of the Trinity Amputation and Experience Scale (TAPES) questionnaire was aimed to investigate the relationship between the quality of life and functional level of re-participation after normal amputation.
METHODS: A total of 48 patients who were admitted to the Orthopedics and Traumatology Clinic of our tertiary care hospital, regardless of age and sex, underwent lower extremity amputation due to diabetic foot were included in the study. Trinity Amputation and Experience Scale (TAPES) questionnaires of all patients were recorded and filled out.
RESULTS: Of the 48 patients included in the questionnaire, 36 (75.0%) were male and 12 (25.0%) were female. A total of eight (16.7%) patients were amputated above the knee level and 40 (83.3%) patients under the knee. There were 14 (29.2%) patients who used the prosthesis for more than 12 hours a day, and 34 (70.8%) patients who used the prosthesis for less. The mean age of the patients was 54.4±19.4 years (range: 11–86 years). The total satisfaction score rate was 63.1±20.5% (range: 20–92%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study is one of the rare studies in Turkey about the satisfaction of prosthesis and some other compliance criteria in amputated patients. Our study data showed that especially stump and phantom pain were significantly related to both daily utilization of the prosthesis, compliance scores, and satisfaction scores for the prosthesis, and these pains affect the psychological state of the amputees.

21.
Situs İnversus Totalis ve Splenozisli Hastada Stend Yerleştirme Tekniği ile ERCP
Technique for ERCP and Stent Placement in a Patient with Situs Inversus Totalis and Splenosis
Rahmi Irmak
doi: 10.14744/scie.2020.71677  Sayfalar 211 - 213
Situs inversus totalis, torasik ve abdominal organların ayna hayali şeklinde yer değitirmesi ile karakterize nadir doğumsal bir anomalidir. Situs inversus totalisli hastalarda safra kanalı ekseninin değişimi nedeniyle endoskopik retrograd kolanjiyopankreatografi yapmak normal olguya göre çok daha zor olmaktadır. Bu yazıda, situs inversus totalisli bir hastada endoskopik retrogradkolanjiyopankreatografi işlemi ile olağan poziyonunda başarılı endoskopik retrogradkolanjiyopankreatografi yapılacağı ve maling darlıklı hastanın koledoğuna stent yerleştirilen olgumuzun nadir olması nedeniyle sunuyoruz.
Situs inversus totalis (SIT) is a rare congenital anomaly characterized by the transposition of thoracic and abdominal organs in a mirror image. Performing endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) in patients with SIT is much more difficult than in patients with normal anatomy due to the different orientation of the bile duct axis. This article describes the first known description of successful ERCP and the placement of a choledocal stent in a patient with SIT and malignant choledocal stenosis using an adjusted technique to accommodate the circumstances.

OLGU SUNUMU
22.
Hemoptizinin Nadir Nedenlerinden Kaynaklanan Pulmoner Müsinöz Kistik Neoplazm
Pulmonary Mucinous Cystic Neoplasm From Rare Causes of Hemoptysis
Serkan Bayram, Onur Derdiyok, Ayşe Ersev, Serdar Evman, Volkan Baysungur
doi: 10.14744/scie.2021.13284  Sayfalar 214 - 216
Akciğerin kistik müsinöz tümörleri histolojik olarak çoğu akciğer adenokarsinomundan farklı olarak tanımlanmıştır ve yakın zamanda tanımlanmış bir malign potansiyel spektrumuna sahiptir. Literatür çok nadir olduğu için genellikle olgu sunumu gibi çalışmalar vardır. Bu çalışmada, nadir görülen bir primer müsinöz kistik tümör olgusu literatüre bir katkı olarak sunulmuştur.
Cystic mucinous tumors of the lung have been described as histologically different from most lung adenocarcinomas and have a recently identified malignant potential spectrum. Since the literature is very rare, there are often studies such as case reports. In this study, a rare case of primary mucinous cystic tumor of the lung was presented as a contribution to the literature.

LookUs & Online Makale