E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama




SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 21 (2)
Cilt: 21  Sayı: 2 - 2010
ARAŞTIRMA MAKALESI
1. 
Osteopenik postmenopozal kadınlarda düşük dozlu hormon tedavisi ve raloksifen'in lipid profili, glikoz metabolizması ve tiroid hormonları üzerine etkilerinin karşılaştırılması
A comparison of the effects of low-dose hormone therapy and raloxifene on lipid profile, glucose metabolism and thyroid hormones in osteopenic postmenopausal women
A Yasemin Karageyim Karşıdağ, Nazike Aydoğdu Çamlıyer, Esra Esim Büyükbayrak, Bülent Kars, Meltem Pirimoğlu, Orhan Ünal, Cem Turan
Sayfalar 57 - 66
AMAÇ: Bu yazıda, düşük dozlu hormon tedavisi (HT) ve raloksifenin tiroid hormonları, glikoz metabolizması ve serum lipidleri üzerindeki etkinlikleri karşılaştırıldı.
YÖNTEMLER: Postmenopozda 100 kadın çalışmaya dahil edildi, 90’ı çalışmayı tamamladı. Kadınlara 3 ay boyunca düşük dozlu HT (grup I), raloksifen (grup II) ve kalsiyum-D3 (grup III) verildi. Hastalar tiroid hormonları, glikoz ve kan lipid düzeyleri değişimleri açısından değerlendirildi. Verilerin değerlendirilmesinde eşleştirilmiş t, ANOVA, ki-kare, Kruskal-Wallis, Dunn’s çoklu karşılaştırma testi kullanıldı. Anlamlılık p≤0,05 düzeyinde kabul edildi.
BULGULAR: HDL kolesterol (p=0,006), trigliserid (p=0,047), açlık kan şekeri (AKŞ) (p=0,001) ve HbA1C’de (p=0,039) grup II’de anlamlı düşme gözlendi. LDL ve total kolesterolde ise hem grup I, hem de grup II’de anlamlı düşme saptandı. Tüm gruplarda tiroid hormon düzeylerinde anlamlı bir değişiklik saptanmadı. Tedavi öncesi-sonrası değişim farkına göre grup II’de Kupperman indeksi, TSH, AKŞ, HbA1C ve total kolesteroldeki azalma; grup I’de ise Kupperman indeksi, endometrial kalınlık, HbA1C, total ve LDL kolesteroldeki azalma ile HDL kolesteroldeki artış grup III’e göre anlamlı bulundu (p<0,05).
SONUÇ: Postmenopozdaki hastalarda hem düşük dozlu HT hem de raloksifen yan etkisi düşük, glikoz metabolizmasını ve tiroid hormonlarını etkilemeyen, lipid profiline olumlu etkileri olan ilaçlardır.

2. 
Glokomda kısa dalga boyu otomatik perimetrenin etkinliği
Effectiveness of short wavelength automated perimeter in glaucoma
Bengü Ekinci Köktekir, Ilgaz Yalvaç, Bekir Sıtkı Aslan, Sunay Duman
Sayfalar 67 - 71
AMAÇ: Glokom şüphesi olan ya da yeni tanı almış glokom hastalarında kısa dalga boyu otomatik perimetrenin olası görme alanı kayıplarının başlangıcını ve yerini öngörmedeki etkinliği araştırıldı.
YÖNTEMLER: Çalışma grubuna Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Glokom Birimi’nde takip edilen 30-60 yaş arası 17 hastanın (6 erkek, 11 kadın) 34 gözü dahil edildi. Hastalar 6 ay ara ile standart otomatik perimetre ve kısa dalga boyu otomatik perimetre ile 4 yıl boyunca takip edildi.
BULGULAR: Başlangıçta 34 gözün 14’ünde standart otomatik görme alanı normal iken kısa dalga boyu otomatik perimetre ile görme alanı kaybı saptandı. Bu 14 gözün 7’sinde (%50) takip süresince standart otomatik perimetre ile görme alanı kayıpları oluştu. Çalışmanın sonunda, 34 gözün 13’ü standart otomatik perimetre ile progresyon gösterdi. Bunların hepsinde kısa dalga boyu otomatik perimetre ile aynı alanlarda daha geniş ve ilerleyen görme alanı kayıpları saptandı.
SONUÇ: Kısa dalga boyu otomatik perimetre erken glokomatöz hasarın saptanmasında ve olası görme alanı kayıplarının öngörülmesinde standart otomatik perimetreye göre daha etkin bir yöntemdir.

3. 
Kulak Burun Boğaz polikliniğine başvuran hastalarda nazal septum deviasyonu sıklığı
The incidance of nasal septal deviation in patients admitted to our ENT clinic
Mahmut Özkırış, Cemil Mutlu
Sayfalar 72 - 76
AMAÇ: Septum deviasyonu, septumun anormal olarak sağa veya sola yönelip etkilenen hava pasajında tıkanıklığa neden olmasıdır. Bu çalışmanın amacı, nazal septum deviasyonunun (NSD), Kulak Burun Boğaz (KBB) polikliniğine başvuran hastalar arasında görülme sıklığını ve yaklaşımlarını incelemektir.
YÖNTEMLER: Bu çalışma, Ocak 2008 - Şubat 2009 tarihleri arasında KBB polikliniğimize başvuran 20596 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelenerek gerçekleştirildi.
BULGULAR: 20596 hastanın 7958’inde (%39) NSD belirlendi. NSD saptanan 7958 hastanın 3024’ü
(%38) kadın, 4934’ü (%62) ise erkekti, cinsiyet farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). İkinci ve üçüncü dekadlarda NSD sıklığı diğer yaş gruplarına göre daha fazla tespit edildi ve saptanan fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). NSD belirlenen 7958 hastanın sadece 2113’ü burun tıkanıklığı şikayeti olduğunu ifade etmiş ve 2113 hastanın 1142’sine cerrahi tedavi uygulanmıştır.
SONUÇ: NSD toplumda oldukça sık gözlenmekte olup KBB polikliniğine neredeyse en sık başvuru nedeni olarak yer almaktadır. NSD özellikle çocukluk döneminde yüz gelişimini etkileyerek kişilerin yaşam kalitesini etkileyen komplikasyonlara yol açabilmektedir. Bu nedenle, ülkemizde NSD sıklığını belirleyip neden olabileceği komplikasyonları ortaya koymak için daha geniş hasta gruplarında çalışmalar yapılmalıdır.

4. 
Perinatal asfiksi olgularının yedi yıllık değerlendirilmesi
An evaluation of cases with perinatal asphyxia over a 7-year period
Nuriye Ayça Gül, Serdar Cömert, Turgut Ağzıkuru, Ayça Vitrinel, Yasemin Akın, Berrin Telatar, Nadir Girit
Sayfalar 77 - 83
AMAÇ: Çalışmamızda perinatal asfiksi tanılı olgularımızın demografik özelliklerini belirlemek, asfiksi görülme yüzdesini ve mortalite oranını ortaya koymak ve yıllar içerisindeki değişimi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda Ocak 1999 - Aralık 2005 tarihleri arasındaki yedi yıllık süre içerisinde perinatal asfiksi tanılı 295 yenidoğanın dosya kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların 116’sı (%39) kız, 179’u (%61) erkekti. Sarnat&Sarnat sınıflamasına göre 105
(%36) olgu evre I, 119’u (%40) evre II ve 71’i (%24) evre III olarak değerlendirildi. Olguların 112’si (%38) kaybedildi. Elli dokuz (%20) olgu konvulziyon geçirdi. Perinatal
asfiksi sıklığını ortalama 10/1000 canlı doğum olarak saptadık. Tüm yıllar içerisinde en düşük oran 6,8/1000 canlı doğum ile 2005 yılında saptandı. Çalışmamızda evre III olguların oranı 2005 yılında en düşük düzeyde saptandı (%9,7).
SONUÇ: Asfiksi açısından riskli gebeliklerin saptanması ve uygun resüsitasyon girişimlerinin
uygulanmasının yaygınlaştırılması asfiksiye bağlı mortalite ve morbiditeyi azaltmaya katkıda bulunacaktır.

5. 
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi acil servisine başvuran dermatoloji hastalarının değerlendirilmesi
An evaluatıon of dermatology patıents applying to Fırat University Medical Faculty emergency service
Selma Bakar Dertlioğlu, Demet Çiçek, Mehmet Nuri Bozdemir, Başak Kandi
Sayfalar 84 - 88
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, acil servise başvuran ve dermatoloji konsültasyonu istenen hastaların başvuru nedenleri, klinik özellikleri, tanıları, tedavileri ve yatış oranları hakkında epidemiyolojik bilgiler edinmektir.
YÖNTEMLER: Ocak 2004 ile Aralık 2006 tarihleri arasında, Elazığ ilinde, Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi acil servisine başvuran ve dermatolojik yakınması olan 404 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların başvuru nedenleri, tanıları, tedavileri ve yatış oranları hasta kayıt formları incelenerek elde edildi.
BULGULAR: Yirmi dört aylık sürede acil servise başvuran 29,616 hastanın 404’ünü (%1,36) dermatoloji hastalıkları oluşturmaktaydı. Hastaların 227’si (%56,2) kadın ve 177’si
(%43,8) erkekti (dağılım, 17-89 yaş; ortalama 41,66±16,69 yıl). Altı grup halinde incelenen hastalıklar arasında en sık olarak %57,40 oranında (n=232) ürtiker-anjiyoödem saptandı. İkinci sıklıkta ise 49 hasta ile (%12,10) enfeksiyon hastalıkları bulunmaktaydı.
SONUÇ: Çalışmamızda dermatoloji hastalarının acil servise başvurma nedenlerinin başında ürtiker-anjiyoödem ve enfeksiyon hastalıkları olduğunu tespit ettik.

OLGU SUNUMU
6. 
Gluteal enjeksiyonlar düşündüğümüz kadar masum mu? Olgu sunumu
Gluteal injections: As harmless as we think? Case report
Gaye Taylan Filinte, Mithat Akan, Deniz Filinte, Mehmet Ersin Gönüllü, Tayfun Aköz
Sayfalar 89 - 93
Birçok hastalığın tedavisinde yararlandığımız gluteal enjeksiyonlar sadece tıp personelinin değil bu işlemde deneyim kazanmış yan komşumuzun da sıklıkla uyguladığı bir tedavi uygulama yöntemidir. Genelde ilk akla gelen komplikasyon olarak siyatik sinir hasarı düşünülse de, buzdağının görünen kısmı budur. Enjeksiyon yerinin intramusküler yerine hipodermal alanda kalması, özellikle tekrarlayan enjeksiyonlar sonrası, apseleşme ve ileri dönemde de ağrılı nekrozlara yol açmaktadır. Medikal tedavisi mümkün olmayan bu nekrotik alanların sıklıkla cerrahi olarak debride edilmesi düşünüldüğünden, çok daha büyük kraterlere yol açarak hastaları bir anda evre 3 bası yaralı hasta grubuna dönüştürmektedir. Sadece bu enjeksiyonların tekniği değil, enjeksiyonların yüzeyel uygulanımının yol açtığı ülser ve apselerin tedavisi de hafife alınmamalıdır.

7. 
Kaposi sarkomlu olgunun radyoterapi sonrası değerlendirilmesi
Evaluation of a Kaposi's sarkoma case after radiotherapy
Şule Karabulut Gül, Ahmet Fatih Oruç, Mehmet Koç, Alpaslan Mayadağlı, Berrin Yavuz, Özlem Alkan
Sayfalar 94 - 98
Radyoterapi cilt kanserlerinin tedavisinde önemli rol oynamaktadır. Kaposi sarkomu (KS) ilk olarak 1872’de dermatolog Moritz Kaposi tarafından tanımlanmıştır. KS lezyonları radyoduyarlı olup, radyoterapi ağrı, kanama ve ödemin palyasyonunda etkili ve tolere edilebilir bir tedavi yöntemidir. Literatüre baktığımızda gövde ve ekstremite yerleşimli kutanöz lezyonlarda tek fraksiyon 800 cGy radyoterapi ile tam yanıt gözlenen seriler elde edilmiştir. Radyoterapi uygularken düzensiz dokularda homojen doz dağılımı elde etmek amacıyla bolus materyali kullanılmaktadır. Su, doku eşdeğeri olması, kolay bulunabilirliği ve uygulama rahatlığı nedeniyle tercih edilmektedir. Çalışmamızda bilateral alt ekstremitede diz altından ayağa kadar yaygın semptomatik cilt lezyonları olan KS tanılı olguda, su bolusu kullanarak uyguladığımız radyoterapi deneyimini ve tedavi sonucunu değerlendirdik.

8. 
Renal onkositom: Olgu sunumu
Renal oncocytoma: Case report
Abdulmuttalip Simsek, Levent Özcan, Emre Can Polat, Ömer Kurt, Mustafa Devran Aybar, Yusuf Özlem İlbey, Emin Özbek
Sayfalar 99 - 102
Renal onkositom, benign bir böbrek tümörü olup genellikle cerrahi sonrası patolojik inceleme ile tanı konur. Ayırt edici klinik ve radyolojik özellikleri olmadığından onkositomlar malign kitle gibi değerlendirilirler. Bu olgu sunumunda, kliniğimizde böbrek kitleleri nedeniyle renal hücreli karsinom ön tanısıyla ameliyat edilen, patoloji raporları onkositom olarak rapor edilen iki olguyu literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık.

9. 
İlerleyici nörolojik defisit ile bulgu veren pür servikotorasik epidural kavernöz hemanjiom
Pure cervicothoracic epidural cavernous hemangioma presenting with neurologic deficit
Ender Köktekir
Sayfalar 103 - 106
Kavernöz hemanjiyomlar, santral sinir sisteminin tüm bölgelerinde görülebilmesine rağmen, en çok beyin parankiminde görülürler. Spinal sistemde, genellikle omurga cismini etkilemesine rağmen, intramedüller, intradural - ekstramedüller ve nadiren sadece ekstradural alanda ortaya çıkabilirler. Tüm spinal epidural tümörlerin yaklaşık
%4’ünü, tüm spinal vasküler malformasyonların ise %5-12’sini oluştururlar. Pür epidural kavernöz hemanjiyomlar oldukça nadirdirler. Literatürde bildirilen toplam olgu sayısı 90’dır ve bunların sadece 14’ü servikal lokalizasyondadır. Oluşturduğu klinik tablo ve radyolojik görünümleri, kraniyal lokalizasyonda görüldüğünden oldukça farklıdır. Bu çalışmada, ilerleyici spinal kord sendromuna neden olan, pür servikotorasik epidural kavernöz hemanjiyomu olan bir olguyu bildiriyor ve bu nadir görülen lezyonların manyetik rezonans görüntüleme bulgularını, ayırıcı tanılarını ve tedavi seçeneklerini tartışıyoruz.

10. 
Paradoksik embolinin transkranial Doppler ile tesbit edildiği inme olgusu
A stroke case of paradoxical embolus detected with transcranial Doppler
Hakan Levent Gül, Leyla Ak, Ömer Karadaş, Ülkü Türk Börü
Sayfalar 107 - 110
İskemik inmelerin yaklaşık olarak %40’ında kesin tanımlanabilen etyolojik sebep bulunamamakta ve bu olgular kriptojenik inme olarak adlandırılmaktadır. Kriptojenik inmelerin bir kısmını tespit edilemeyen paradoksik emboliler (PDE) oluşturmaktadır. PDE venöz trombozun sağdan-sola şant vasıtası ile sistemik embolizasyonu olarak tanımlanmaktadır ve tanısı genellikle atlanmaya devam etmektedir. Patent foramen ovale prevalansının sağlıklı bireylerde %27-35 olduğu düşünülürse, nedeni açıklanamayan arteriyel tıkanmalarda PDE’nin araştırılmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır. PDE kontrast ekokardiyografi ve transkraniyal Doppler ultrason (TCD) ile tespit edilebilir. Tanı konduktan sonra yapılacak endovasküler kapama işlemi, hastaların mortalite ve morbitide oranlarını ciddi oranda etkileyecektir. Bu yazıda, kliniğimize iskemik inme tanısı ile yatırılan ve TCD ile PDE saptadığımız 59 yaşındaki erkek hasta sunuldu. Raporumuzun amacı kriptojenik inmelerde PDE ihtimalinin de düşünülmesi, tanı konması ve doğru tedavi edilmesidir.

EDITÖRE MEKTUP
11. 
Renal transplant hastalarında üriner sistem infeksiyonu
Urinary tract infection in renal transplantation patients
Aytekin Alçelik, Zerrin Bicik, Şerife Çalışkan
Sayfalar 111 - 112
Makale Özeti |Tam Metin PDF

LookUs & Online Makale