E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 15 (3)
Cilt: 15  Sayı: 3 - 2004
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
Yanık Kontraktürüne Bağlı Oluşan Tek Taraflı Meme Deformitelerinin Düzeltilmesinde Klinik Deneyimlerimiz
Our Clinical Experiences With Unilateral Breast Deformities Due To Burn Contracture
Asuman Sevin, Gökhan Adanalı, Okan Özgür Özturan, Orgun Deren, Bülent Özdoğan
Sayfalar 133 - 136
AMAÇ: Göğüs ön duvarında yanığa bağlı oluşan termal hasar yanığa neden olan ajanın cinsi, bu ajana maruz kalma süresi, hastanın yaşı ve cinsiyetine bağlı olarak değişik derecelerde deformiteler yaratır. Bu tip bir yaralanma ileri derecede skar kontraktürü ile iyileşebilmektedir. Oluşan bu kontraktürler kadın hastalarda puberte ve bunu izleyen dönemde meme gelişimini olumsuz etkiler ve değişik derecelerde meme deformitelerine neden olur. Bu yazıda, 1998-2001 yılları arasında Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Kliniği’nde yanık kontraktürüne bağlı meme deformitesi gelişen 12 hastaya yapılan cerrahi tedaviler anlatılarak sonuçları ile birlikte tartışılmıştır.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Thermal damage due to the burn injury, located on the anterior chest wall, causes various degrees of deformities depending on the type of agent, duration which the patient is exposed to this agent and the age as well as gender of the patient. Such kind of injury heals with an advanced degree of scar contracture, which adversely affects the development of the breast and causes various degrees of breast deformities, if the burned patient is a prepubertal female. Between 1998-2001 12 patients, who have unilateral breast deformities due to burn injury, were admitted to Plastic and Reconstructive Surgery Department of Ankara Numune Training and Research Hospital. In this paper, surgical treatments of these 12 patients were presented and the results were discussed.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

2.
Yüksek Psa Değeri Büyük Hacimli Ve Semptomatik Prostat Hiperplazili Hastalarin Cerrahi Tedavisine Engel Mi? Olgunun Retrospektif İncelenmesi
Does The High Psa Value Pose An Obstacle For The Surgical Treatment Of Patients With High Volume And Symptomatic Prostate Hyperplasia? Retrospective Analysis Of 231 Cases
Cemal Göktaş, Önder Cangüven, Mustafa Bülbül, Erkan Hirik, Selami Albayrak
Sayfalar 137 - 139
AMAÇ:
Bu çalışmada cerrahi tedavi uyguladığımız özellikle PSA değeri 4 ng/ml.den yüksek, büyük hacimli, prostat biyopsisi negatif BPH’lı hastalardaki postoperatif patoloji sonuçlarımızın insidental prostat kanseri (IPCa) açısından değerlendirilmesi amaçlandı. İki yüz otuz bir hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm hastaların rektal muayene bulguları, total ve serbest PSA değerleri, prostat volümleri, yapılmışsa transrektal USG eşliğinde biyopsi sonuçları ve postoperatif patoloji sonuçları kaydedildi. Hastalar PSA düzeyleri 4 ng/ml’nin altında ve üzerinde olmak üzere iki gruba ayrıldı. Malignite yönünden sonuçları karşılaştırıldı. Postoperatif patoloji sonuçlarında 7 (%3) olguda prostat kanseri rapor edildi. Kanser saptanan olguların tümü 2. grupta idi. Bu bulgu istatistiksel olarak önemli bulundu (p<0.05). Total PSA 1. grupta ortalama 1.8 (0.7-3.9) ng/ml, 2. grupta 6.2 (4-13.5) ng/ml olarak tespit edildi. IPCa saptanan 7 olguda PSA ortalaması 8.4 (6.2-13.2) ng/ml (p<0.05) bulundu. Prostat hacmi IPCa saptanan grupta 53 cc saptandı (p<0.05). IPCa 2. grupta %8 (7/87) bulunmuştur. Prostat kanseri yönünden incelenmiş ve malignite saptanamamış, cerrahi endikasyonu bulunan, PSA’sı gri zondaki BPH’lı hastalardan prostat hacimleri küçük olanlarda prostat hacmi büyük olanlardan daha sık insidental prostat kanserine rastlanmıştır. Prostat kanseri riski bu hastaların cerrahi tedavisine engel olarak görülmemeli, ancak BPH cerrahisi uygulanan her hastada insidental prostat kanseri olasılığının azalmasına rağmen hala var olduğu hatırda tutulmalıdır.


YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: In this study, to evaluate the postoperative pathological results, in terms of incidental prostate cancer (IPCa), of the benign prostate hyperplasia (BPH) patients, especially having prostate specific antigen (PSA) value in excess of 4 ng/ml, high prostate volume, negative biopsy results and on whom we had performed surgical treatments, was aimed. We evaluated 231 patients retrospectively. All patients’ rectal examination, total and free PSA values, prostate volumes, if performed the transrectal ultrasound biopsy and postoperative pathologic results were recorded. Patients were divided into two groups, having PSA level below and above 4 ng/ml and their results were compared in terms of malignity. In 7 (3%) cases, the prostate adenocancer was reported in the postoperative pathologic results. All of the cases with cancer diagnosis were in group 2 (p<0.05). Total PSA was 1.8 (0.7-3.9) ng/ml in the first group and 6.2 (4-13.5) ng/ml in the second group. Cancer detected 7 patients’ PSA average was 8.4 (6.2-13.2) ng/ml (p<0.05). Prostate volume was 53 cc in cancer-detected patients (p<0.05). Incidental cancer rate was 8% (7/87) in second group patients. Patients with BPH whose PSA level is in gray zone should be evaluated for cancer. We found that incidental cancer was less in these patients who have high prostate volume. Risk of cancer shouldn’t be seen as an obstacle for their treatment. However we should remember in mind that although risk of incidental cancer decrease, it can be seen always.


METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

3.
Miyokard İnfarktüsünde Akut Faz Reaktanı Olarak Serum Sialik Asit Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of Serum Sıalıc Acıd Levels As An Acute Phase Reactant In Myocardıal Infarctıon
Berna Aslan, Nihal Yücel, Nezaket Eren, Fezan Karman, Şebnem Çiğerli, Fatma Turgay
Sayfalar 140 - 143
AMAÇ: Total sialik asidin kardiyovasküler ve serebrovasküler risk faktörü olduğu gösterilmiş, yüksek seviyelerinin yüksek kardiyovasküler mortalite ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu çalışmanın amacı serum total sialik asitinin bazı akut faz proteinleri ile olan ilişkisini araştırmaktı. Bunun için akut faz reaktanlarının incelenmesinde iyi bir model olarak düşünülen miyokard infarktüslü hastalarda total sialik asit (TSA) ile akut faz reaktanları arasındaki ilişkiyi inceledik. Çalışmamızda miyokard infarktüslü hastalarda 1., 2. ve 3.'üncü günlerde TSA, C-reaktif protein (CRP), fibrinojen, CK ve CK-MB düzeylerini ölçtük. Aynı parametreleri yaş ve cinsiyetleri hasta grubu ile uyumlu kontrol grubunda da çalıştık. Yine kontrol grubunda ve miyokard infarktüsünün 1.'inci gününde hastalarda kolesterol, trigliserid ve HDL kolesterol düzeylerini ölçtük. TSA için enzimatik (nörominidaz) kolorimetrik yöntem (Roche Diagnostic), CRP için nefelometrik, fibrinojen düzeyi için koagülometrik yöntemleri kullandık. TSA, CRP ve fibrinojen düzeylerinin miyokard infarktüsünü takip eden üç gün boyunca normale göre anlamlı şekilde yükseldiğini ve üçüncü gün en yüksek düzeyine ulaştığını saptadık. Bu değerleri sırasıyla TSA için ortalama 86.9-94.89-106.6 mg/dl; CRP için ortalama 14.95-44.95- 87.95 mg/dl; fibrinojen için ortalama 346-429-519 mg/dl olarak bulduk. TSA ve fibrinojen arasında miyokard infarktüsü (MI) sonrası 1., 2. ve 3.'üncü günde güçlü bir korelasyon saptandı (p değerleri sırasıyla p<0.03, p<0.04, p<0.02; r değerleri sırasıyla r=0.5, r=0.47, r=0.55). TSA ile CRP arasında ise korelasyon saptamadık. Kontrol grubunda da TSA ve akut faz reaktanları arasında korelasyon saptanmadı. Bizim sonuçlarımıza göre TSA’nın bir akut faz reaktanı olup olmadığını kesin bir biçimde söylemek mümkün değildir.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: It has been shown that total sialic acid (TSA) is the cardiovascular and cerebrovascular risk factor and there is a relationship between high levels of TSA and high cardiovascular mortality. Acute myocardial infarction was chosen to be a suitable model for the study of acute phase reactants and our aim in this study was to establish the relationship between the TSA levels and the acute phase reactants in myocardial infarction (MI) patients. We measured TSA, C-reactive protein (CRP), fibrinogen, CK and CK-MB levels in myocardial infarction patients on day 1, 2 and 3 versus the control group. In addition cholesterol, triglyceride and HDL levels were also measured with enzymatic (neurominidase) colorimetric method, CRP and fibrinogen measured with nephelometric and coagulometric methods respectively. In comparison with the control group TSA, CRP and fibrinogen levels continued to rise significantly during the three days post infarction and reached their highest levels on the third day. These levels are respectively 86.9-94.89-106.6 mg/dl for TSA, 14.95-44.95-87.95 mg/dl for CRP, 346-429-519 mg/dl for fibrinogen. Significant correlation was established between the TSA and fibrinogen levels post myocardial infarction on day 1, 2 and 3 (r=0.5, p<0.03; r=0.47, p<0.04; r=0.55, p<0.02 respectively). No significant correlation was established between TSA and CRP. According to our results it is not possible to state for sure whether TSA is an acute phase reactant or not.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

4.
Apendektomilerde Steril Yapişkan Örtülerin Kullanimi
Sterile Adhesive Drapes Usage In Appendectomies
Barış Tüzün, Selahattin Vural, Murat Çağ, Nimet Süslü, Feyyaz Onuray, Cem Gezen, Orhan Şad
Sayfalar 144 - 146
AMAÇ: Bu çalışmada akut flegmonöz apandisit olguları için uygulanan açık apendektomilerden sonraki yara yeri infeksiyonlarının steril yapışkan örtüler kullanarak azaltılabilirliğini araştırdık. Mayıs 2002-Mayıs 2003 tarihleri arasında, akut flegmonöz apandisit nedeni ile açık apendektomi uygulanan 50 olgu prospektif olarak değerlendirildi. Olguların standardizasyonu amacı ile NNIS (National Nosocommial Infection Surveillance) ve ASA (American Society of Anesthesiologist’s) skorları kullanıldı. Yirmi beş olguya steril yapışkan yara yeri örtüsü yapıştırılırken (Grup 1), 25 olguya ise yapıştırılmadı (Grup 2). Olguların operasyon süreleri, yatış süreleri, yara yeri infeksiyonları ve yara yeri kültür sonuçları karşılaştırıldı. Grup 1’de ve Grup 2’de 2’şer (%8) olguda yara yeri infeksiyonu saptandı. İstatistiksel olarak anlamlı değildi, p: 1 (p>0.05). Tüm olgular değerlendirildiğinde yara yeri infeksiyonu 4 (%8) olguda tespit edildi. Akut flegmonöz apandisitler için uygulanan açık apendektomilerdeki yara yeri infeksiyonu oranımız literatüre göre yüksektir. Endojen kontaminasyonun gangrenöz veya perfore apandisitlerdeki kadar yüksek olmadığını düşündüğümüz akut flegmonöz apandisitlerde, steril yapışkan örtülerin yara yeri infeksiyon oranlarını azaltmadığını saptadık.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: We evaluated reducing of wound infections with using sterile adhesive drapes after open appendectomies for cases that have acute phlegmoneus appendicitis. Fifty cases, who were operated for acute phlegmoneus appendicitis and open appendectomy was performed, were evaluated prospectively between May 2002 and May 2003. Cases were standardized with NNIS (National Nosocomial Infection Surveillance) score and ASA (American Society of Anesthesiologist’s) risk score. Sterile adhesive drapes were used in 25 cases (Group 1) while were not used in remaining 25 cases (Group 2). Operation time, hospitalization time, wound infections and wound cultures were compared. Two (8%) wound infections in all two groups were found. Statistically analysis showed no difference, p: 1 (p>0.05). When all cases were evaluated, 4 (%8) wound infections were noted. In our study, wound infection rates were higher then literature for open appendectomies for acute phlegmoneus appendicitis. We think that, endogenous contamination is not worse like perforated or gangrenous appendicitis for acute phlegmoneus appendicitis and we fixed that sterile adhesive drapes are not reducing wound infection rates for them.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

5.
AKUT GASTROENTERİTLİ OLGULARIMIZIN DEĞERLENDİRİLMESİ
EVALUATION OF OUR PATIENTS WITH ACUTE GASTROENTERITIS
Sedat Öktem, Gülnur Tokuç, Şihmir Şimşek, Mesut Zeren, Özlem Bostan, Perran Boran, Engin Tutar, Selda Ağzıkuru, Özlem Ketenci
Sayfalar 147 - 150
Gastroenteritler özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde halen önemli bir sağlık sorunu olarak devam etmekte, yüksek morbidite ve mortaliteye neden olmaktadır. Biz bu çalışmada acil polikliniğimizde akut gastroenterit tanısı alan olgularımızı retrospektif olarak irdelemeyi amaçladık. Ocak 2000-Aralık 2003 tarihleri arasında akut gastroenterit tanısı alan 1049 hasta izlendi. Bu hastaların 738'inin (%69) dehidratasyonu yok iken, 199'unda (%19) hafif, 78'inde (%7.4) orta, 34'ünde (%4.6) ağır dehidratasyon saptandı. Hastalardan 828'i (%78.9) ayaktan takibe, 119'u (%11.3) müşahedeye alınırken,102 (%9.7) hasta servise yatırıldı. Yatırılan 102 hastanın %6.9'unda dehidratasyon yok iken, %22.5'inde hafif, %23.5'inde orta, %47.1'inde ağır dehidratasyon vardı. Hastaların 23'ünde (%22.5) elektrolit düzensizliği, 7'sinde (%6.8) metabolik asidoz, 5'inde (%4.9) metabolik alkaloz saptandı. Üçte birinde önceden antibiyotik kullanımı öyküsü, 55'inde (%53.9) gastroenterite eşlik eden başka bir enfeksiyon odağı mevcuttu. Anne sütü alım süresi 2 yaş altındaki çocuklarda ortalama 4.8±3.8 aydı. Yatan hastalarda ortalama tedavi süresi 5±3.3 gün idi. Bunlardan 1 'i (%1) eksitus oldu.
Gastroenteritis has high mortality and morbidity and it is still an important health problem in underdeveloped and developing countries. In this study, we aimed to analyze our patients retrospectively who were diagnosed as acute gastroenteritis in our emergency room. One thousand forty nine patients were diagnosed as acute gastroenteritis between January 2000 and December 2003. Seven hundred thirty eight (69%) cases had no dehydration, 199 (19%) had mild, 78 (7.4%) had moderate and 34 (4.6%) had severe dehydration. Eight hundred twenty eight (78.9%) cases were followed up in our outpatient clinic, 119 (11.3%) were followed up in emergency room and 102 (9.7%) were hospitalized. Of these 102 patients, 6.9% of the cases did not have any dehydration, while mild, moderate and severe dehydration observed in 22.5%, 23.5% and 47.1 % of the cases, respectively. Twenty-three (22.5%) of the patients had abnormalities in electrolytes, 7 (6.8%) patients had metabolic acidosis and 5 (4.9%) had metabolic alkalosis. One third of those patients had used antibiotics before coming to our hospital and 55 (53.9%) patients had coexistent infection. Mean breast-feeding time in children who were younger than two years was 4.8±3.8 months. Inpatients were followed up 5±3.3 days at the hospital. One (1%) patient died.

6.
LOKAL 5-FLUOROURASİL UYGULANMASININ TENDON İYİLEŞMESİNDE ADEZYON AZALTICI ETKİSİ: DENEYSEL ÇALIŞMA
DECREASE IN ADHESION FORMATION BY LOCAL APPLICATION OF 5-FLUOROURACIL ON TENDON HEALING: IN VITRO STUDY
Güner Uysal, Aykut Mısırlıoğlu, Selçuk Öztunç, Tayfun Aköz
Sayfalar 151 - 154
Tendon onarımlarından sonra fibrotik yapışıklık gelişimi operasyonun sonucunu etkileyebilen en önemli sorundur. Bugüne kadar tendon yapışıklığını önlemek amacıyla birçok yöntem araştırılmış olmasına rağmen bu sorun el cerrahisinde henüz çözümlenememiş bir problemdir. Prospektif, kontrollü olarak planlanan bu çalışmada, in-vitro olarak 5-Fluorourasilin tendon iyileşmesindeki etkisini araştırmak amacıyla 10 adet erkek Yeni Zelanda tavşanında sağ pençede tendon kesileri ve tenorafi yapılarak, lokal 5-Fluorourasil uygulamasıyla postoperatif dönemde histolojik olarak yapışıklık miktarları araştırıldı. İki farklı deney grubunun, iki kontrol grubu oluşturularak kıyaslandığı bu araştırmada, 5-Fluorourasilin tendon iyileşmesinin erken döneminde, yapışıklıkların oluşmasını anlamlı derecede engellediği gösterildi.
Tendon adhesions that formed after tendon operations are the most important problem, which may effect on results. Up to now, different techniques have been researched to prevent adhesions, but this problem has not been solved yet. In this prospective controlled study, it is aimed to investigate the effect of 5-Fluorouracil on tendon healing. Complete tendon incisions were made on the arms of the 10 New Zealand rabbits. After the standard reparation of the tendons, 5-Fluorouracil was applied on the wounds locally and the amount of tendon adhesions were evaluated in the early postoperative period histopathologycally. In this study, two control and two test groups were constituted and it has showed that application of 5- Fluorouracil after tendon repairing can prevent tendon adhesions significantly in the early postoperative period.

7.
PYELOPLASTİ OPERASYONLARINDA POLİETİLEN BESLENME TÜPÜ İLE DİVERSİYON: PRATİK, ETKİN VE UCUZ
POLYETHYLENE FEEDING TUBE DIVERSION IN PYELOPLASTY OPERATIONS: PRACTICAL, EFFECTIVE AND CHEAP
Cemal Göktaş, Önder Cangüven, Göksel Ayköse, Selami Albayrak
Sayfalar 155 - 157
Bu çalışmada "dismembered" pyeloplastilerde anastomoz iyileşmesinde intraluminal stent olarak kullanılan "double-J" üreter katateri ve polietilen beslenme tüpünün tedavi sonuçları ve maliyet açısından karşılaştırılması amaçlandı. Eylül 2001-Mayıs 2003 tarihleri arasında, üreteropelvik bileşke darlığı nedeni ile pyeloplasti uygulanan 32 hasta çalışmaya dahil edildi. Pyeloplasti sonrası intraluminal stent olarak 13 hastaya "double-J" üreler katateri (Grup I), 19 hastaya ise polietilen beslenme tüpü (Grup II) kullanıldı. Her 2 grupta da hiçbir olguda nüks darlık ve infeksiyon görülmedi. Kullanılan malzemeler ve postoperatif uygulamaların maliyeti birinci grup hastalar için 135 milyon TL, ikinci grup hastalarda ise bu maliyet 500 bin TL olarak hesaplandı. Pyeloplasti operasyonlarında beslenme tüpünün nefrostomi tipi diversiyon olarak kullanımını etkin, pratik ve ucuz bir uygulama olarak önermekteyiz.
In this study, comparing the double-J ureter stents and polyethylene feeding tubes, which are used as intraluminal stents for anastomose recovery in dismembered pyeloplasty, according to treatment and cost results was aimed. Thirty-two patients who were treated for ureteropelvic junction stricture between September 2001-May 2003 were included in the study. Double-J ureter stents (Group I) were used as an intraluminal stent after pyeloplasty for 13 patients while polyethylene feeding tubes (Group II) were used for 19 patients. No recurrent stricture and infection was seen in both groups. Cost of equipments and practice in double-J usage was about 135 million TL; on the other hand it was about 500.000 TL for feeding tube usage. Since feeding tube usage is practical, effective and also cheap, we recommend the latter as nephrostomy type diversion in pyeloplasty operations.

8.
LARİNGOSKOPİ VE TRAKEAL ENTÜBASYONA BAĞLI HEMODİNAMİK YANITIN ÖNLENMESİNDE SUFENTANİL, LİDOKAİN VE MAGNEZYUM SÜLFATIN KARŞILAŞTIRILMASI
COMPARISON OF SUFENTANIL, LIDOCAINE AND MAGNESIUM SULPHATE FOR ATTENUATION HEMODYNAMIC RESPONSE TO LARYNGOSCOPY AND TRACHEAL INTUBATION
Gülten Arslan, Tamer Kuzucuoglu, Hüsnü Süslü, Hüseyin Özkan, Hakan Korucu, Zuhal Arıkan
Sayfalar 158 - 161
Çalışmamızda laringoskopi ve trakeal entübasyona karşı gelişen hemodinamik cevabı azaltmak ve entübasyon koşullarını değerlendirmek amacıyla sufentanil, lidokain ve magnezyum sülfatın etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Elektif cerrahi geçirecek, 20-50 yaş arası, ASA (American Society of Anesthesiologists) I-II olan 90 hasta rasgele 3 gruba ayrıldı. Laringoskopiden 3 dk önce, Grup I'dekilere 0.5 µg/kg sufentanil. Grup II'dekilere 1 mg/kg lidokain, Grup III'dekilere 50 mg/kg magnezyum sülfat uygulandı. Anestezi indüksiyonu 2 mg/kg propofol ve 0.1mg/kg vekuronyum ile sağlandı. Entübasyondan 1 dk sonra anestezi idamesi %50 O2+%50 N20+%1 sevofluranla sürdürüldü. Sistolik arter basıncı (SAB), diyastolik arter basıncı (DAB), ortalama arter basıncı (OAB), kalp atım hızı (KAH) değerleri ilaç verilmeden önce (indüksiyon öncesi=İÖ). ilaç verildikten sonra (indüksiyon sonrası=JS), entübasyon öncesi (EÖ), entübasyon sonrası 1. ve 5. (ES 1. ve ES 5.) dk'larda kaydedildi. Entübasyon koşulları, Cooper ve ark.'nın skorlaması kullanılarak değerlendirildi. SAB, DAB. OAB İS her üç grupta da İÖ değerlere göre anlamlı düşük idi. ES 1. dk'da grup II ve III'de SAB, DAB, OAB, KAH'nda anlamlı artma vardı. Ancak grup II ile III arasında anlamlı fark yoktu. Bununla birlikte entübasyon koşulları diğer gruplarla karşılaştırıldığında grup I'de belirgin derecede daha iyi idi. Sonuç olarak; laringoskopi ve trakeal entübasyona yanıt olarak gelişen hemodinamik yanıtı Önlemede ve entübasyon kalitesini artırmada sufentanilin güvenli ve etkili olduğu kanısına varıldı.
In this study, we aimed to compare the efficacy of sufentanil, lidocaine and magnesium sulphate to attenuate the hemodynamic response to laryngoscopy and tracheal intubation and to evaluate the intubation conditions. Ninety ASA physical status class I-II patients between 20-50 years of age undergoing elective surgery were randomly allocated to 3 groups. Three minutes before laringoscopy. 0.5 µg/kg sufentanil in Group I, 1 mg/kg lidocain in Group II, 50 mg/kg magnesium sulphate in Group III were administered. Anesthetic induction was performed with 2 mg/kg propofol and 0.1 mg/kg vecuronium. One minutes after intubation anesthesia was maintained with N20/02 (50%/50%) scvoflurane (1%). Systolic arterial pressure (SAP), diastolic arterial pressure (DAP), mean arterial pressure (MAP), heart rate (HR) values were recorded before administration of drug (before induction), after administration of drug (after induction), before intubation and 1, 5 minutes after intubation. Intubalion conditions were assessed using the criteria of Cooper and colleagues. SAP, DAP and MAP were significantly decreased below the before induction values after induction in all groups. There was a significant increase in SAP, DAP. MAP and HR in group II and III 1 minute after intubation. But there were no significant difference between the group II and III. However, intubation conditions were better in group I compared with other groups. As a result of our study, we conclude that sufentanil is safe and effective for attenuating hemodynamic response to laryngoscopy and tracheal intubation and increasing the quality of intubation.

9.
KÜNT KARIN TRAVMALI HASTALARIN HEMODİNAMİK STABİLİTE VE KARIN MUAYENESİ İLE TAKİBİ MÜMKÜN MÜ?
IS IT POSSIBLE TO FOLLOW UP THE PATIENTS WITH BLUNT ABDOMINAL TRAUMA WITH HEMODYNAMIC STABILITY AND PHYSICAL EXAMINATION
Tarık Gandi Çinçin, Cem Gezen, Mustafa Öncel, Ayhan Erdemir, Selahattin Vural, Gülay Dalkılıç, Feyyaz Onuray, Barış Tuzun, Murat Karakoç
Sayfalar 162 - 165
Künt karın travması, ne tür bir nesne ile olursa olsun, karın duvar bütünlüğü bozulmaksızın karın içi organların yaralanması olarak tanımlanır. Künt karın travmalı hastalarda birincil belirleyici etken hemodinamik stabilitedir. Bu sebeple son yıllarda hemodinamik olarak stabil olan travmalı hasutlara yaklaşımda nonoperatif tedavi yönetimleri konusunda çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmada ameliyat edilen veya konservatif tedavi uygulanan kunt karın travmalı hastalarda operasyon kararı verilmesi aşamasında hemodinamik stabilitenin önemini ortaya koymaya çalıştık. Genel cerrahi acil servisine kunt karın travması sebebiyle yatırılan 117 hasta retrospektif olarak incelendi. Bu hastalar hemodinamik durumlarına göre takibe alındı. Hastaların 48'i ameliyat edilirken, 69 hasta konservatif tedavi gördü. Hemodinamik instabilitesi olan 24 hasta hemen, geriye kalan 24 hasta hemodinamisi bozulduğu veya periton irritasyon bulguları oluştuğu anda operasyona alındı. Serimizde yer alan ameliyat edilen hastalardan 6'sı, konservatif tedavi görenlerden 7'si kaybedildi. Hemen operasyona alınan 24 hastanın 3'üne nonterapötik laparotomi yapıldığı saptandı. Sonuç olarak; kunt karın travmalı hastalarda solid organ yaralanması hemodinamik stabiliteyle, içi boş organ yaralanması ise bilinci açık olan hastalarda tekrar edilen karın muayeneleri ve yardımcı tanı yöntemleri ile tanınabilir.
Blunt abdominal trauma is defined as the injury of abdominal organs by any object without loss of integrity of abdominal wall. The primary factor of the patient with blunt abdominal trauma is hemodynamic status. For this reason, nonoperatif management efforts take place in the approach to the hemodynamically stable patients with blunt abdominal trauma in recent years. In this study, the importance of hemodynamic stability emphasizes for the patient with abdominal trauma whether operated or treated conservatively. One hundred and seventeen patients with abdominal trauma were examined retrospectively in general surgery clinic. Forty-eight of 117 patients were operated and 69 of them were treated conservatively. Twenty-four of them, who are hemodynamically unstable, were operated urgently while other 24 patients were operated when hemodynamic instability or peritoneal irritation symptoms occurred. Six patients who were operated and 7 patients who were treated conservatively were died. Nontherapeutic laparotomy was applied to three patients. As a result; recognition of solid organ injury is detected by hemodynamic status and recognition of hollow organ injury is detected by repealed physical examination and diagnostic tools in conscious patients.

OLGU SUNUMU
10.
İZOLE MEDULLA SPİNALİS TUTULUMU OLAN NÖRO-BEHÇET SENDROMU: OLGU SUNUMU
ISOLATE SPINAL CORD INVOLVEMENT IN NEURO-BEHÇET SYNDROME: CASE REPORT
Murat Çabalar, Murat Örten, Hüsniye Aslan, Orhan Yağız, Burak Ahmet Bilgin
Sayfalar 166 - 169
On sekiz yaşında kadın hasta ani gelişen şiddetli baş ağrısı, sol kol ve bacağında his kaybı şikayetleri ile başvurdu. Nörolojik muayenesinde sağ hemihipoestezi mevcut olup, bilateral derin tendon refleksleri canlı idi. Göz muayenesinde geçirilmiş üveit bulguları vardı. Kranyal, torakal ve lomber manyetik rezonans görüntüleme (MRG) tetkiklerinde patolojik bulgu görülmezken; servikal MRG'de medulla spinaliste dördüncü ve altıncı servikal vertebralar seviyesinde, ring tarzında, T2W'de hiperintens, T1W'de hipointens iki adet Behçet lezyonu ile uyumlu patolojik odak görüldü. İmmunosupresif tedavi altında iken bir ay sonra çekilen kontrol servikal MRG'de bu lezyonların kaybolduğu görüldü. Behçet hastalığı (BH) tanısı almış, kranyal MRG bulgusu olmayan, izole medulla spinalis tutulumu gösterilen nöro-Behçet Sendromu olgusunu nadir görülmesi nedeniyle sunmayı uygun bulduk.
An 18 years old female patient applied to our clinic with the complaints of sudden headache with anesthesia on left arm and leg. The neurological examination findings were right hemihypoesthesis and bilateral hyperactive deep tendon reflexes. She has the findings of uveitis sequel. There was no pathological findings on the cranial, thoracal and lomber MRI, however in the cervical MRI there were hyper intense on T2 weighted images and hypo intense on Tl weighted images ring shaped lesions at the level of fourth and sixth cervical vertebras, which were consistent with the Behcet's lesions. The lesions were absent on the control MRI taken one month later while immunosuppressive treatment is maintained. We decided to report this neuro-Behçet syndrome with an isolated medulla spinalis lesion without a cranial MRI lesion because it's a rare entity.

11.
KATALAZ NEGATİF STAPHYLOCOCCUS AUREUS'A BAĞLI BİR YUMUŞAK DOKU İNFEKSİYONU: OLGU SUNUMU
SOFT TISSUE INFECTION DUE TO CATALASE-NEGATIVE STAPHYLOCOCCUS AUREUS: CASE REPORT
Öznur Ak, Nur A Benzonana, İlker İ Balkan, Serdar Özer
Sayfalar 170 - 171
Staphylococcus aureus cilt ve yumuşak doku infeksiyonlarının en sık sebeplerinden biridir. S.aureus supları genellikle katalaz pozitif olmakla birlikte, katalaz negatif suşlara bağlı infeksiyonlar nadir de olsa bildirilmiştir- Bu yazıda da katalaz negatif S.aureus izolatı ile oluşan bir yumuşak doku infeksiyonu olgusu bildirilmektedir.
Staphylococcus aureus is one of the most common causes of skin and soft tissue infections. S.aureus strains are usually catalase-positive although catalase-negative strain infections are rarely reported. We report a soft tissue infection due to a catalase-negative S.aureus isolate.

12.
GEÇ TANI KONAN TRAVMATIK DIAFRAGMA RÜPTÜRÜNE SEKONDER BARSAK OBSTRÜKSIYONU: OLGU SUNUMU
INTESTINAL OBSTRUCTION SECONDARY TO MISDIAGNOSED TRAUMATIC DIAPHRAGMA RUPTURE: CASE REPORT
Fazlı Cem Gezen, Barış Tuzun, Selahattın Vural, Nımet Süslü, Feyyaz Onuray, Erhan Tuncay, Cengız Menteş
Sayfalar 172 - 174
Travmatik diafragma rüptürü gözden kaçması halinde yıllar sonra ciddi problemlere neden olabilir. Komplikasyonlar sol diafragma rüptürlerinde daha sıktır. İçi boş organ fıtıklaşmaları strangülasyon ya da perforasyona neden olur ve hayatı tehdit edebilirler. Bu çalışmada, trafik kazası geçirdikten 5 yıl sonra acil servisimize başvurup barsak tıkanıklığı nedeniyle laparatomi yapılan 50 yaşındaki erkek olgu sunulmuştur. Hastada sol diafragmada 7 cm.lik yaralanma görülerek, strangüle transvers kolon rezeksiyonu yapılarak tamir edilmiştir. Diafragma rüptürlerinin karın içi organların fıtıklaşmaları ya da mekanik intestinal obstrüksiyon nedeni olabileceğini, tanındığında zaman geçirmeden opere edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Traumatic diaphragma ruptures may be misdiagnosed, thus may cause serious problem even years after the initial presentation. The complications are more common if the rupture occurs on the left diaphragma. Sometimes the herniation of hollow organs may cause strangulation or perforation and may be life-threatening. In this report, a 50-year old male, who had a traffic accident 5 years prior to presentation to our emergency service, with intestinal obstruction underwent laparatomy is presented. A 7 cm long rupture on the left diaphragma was observed and repaired after the resection of strangulated transverse colon. We conclude that diaphragma ruptures may cause herniation of abdominal organs and intestinal obstruction, thus should be repaired when diagnosed.

13.
HEPATIK AKTINOMIKOZ: OLGU SUNUMU
HEPATIC ACTINOMYCOSIS: CASE REPORT
Sevınç Hallaç Keser, Nımet Karadayı, Dılek Yavuzer, Hakan Karabulut, Cumhur Selçuk Topal, Necmı Kurt
Sayfalar 175 - 177
Hepatik aktinomikoz enfeksiyonları tüm aktinomikoz enfeksiyonlarının %5'ini oluşturur. Abdominal aktinomikoz enfeksiyonu olanların %15'inde hepatik lezyon görülebilir. Daha çok tek bir apse odağı şeklindedir ve malign tümörü taklit edebilir. Genellikle nadir görülmekte olup karaciğerin inflamatuar psödotümörü olarak rapor edilmiştir. Olgulara 4-86 yaşlar arasında rastlanabilmektedir. Erkeklerde belirgin olarak daha sıktır. Hastaların abdominal ağrı, kilo kaybı, ateş yakınmaları mevcuttur. Klinik ve radyolojik olarak maligniteyi taklit ettiği bildirilmiştir. Hastamız kilo kaybı, ateş ve karın ağrısı yakınmaları olar. 28 yaşında erkek hastaydı. Yapılan tetkiklerinde karaciğerde iki adet malign özellikte kitle tespit edilip hepatosellüler karsinom ön tanısıyla sağ lobektomi uygulanmıştı. Kitlenin histopatolojik incelenmesinde karaciğerde sülfür granülleri içeren apse formasyonu ve çevrede kronikleşen iltihap, fibrozis ve hepatositlerde dejeneratif değişiklikler saptandı. Bu bulguların aktinomiçesin doku formuyla uyumlu olduğu görüldü. Olgu tümöral bir prosesi düşündürmesi ve nadir görülmesi nedeniyle literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
Hepatic actinomycosis consist 5% of all actinomycotic infections. Hepatic lesions can be seen 15% of all abdominal actinomycosis. The lesions are mostly single abscess, which usually mimic malignant tumors. Generally, these rare lesions are reported as inflammatory pseudotumors of liver. They occur predominantly in males between the ages of 4-86. Abdominal pain, weight loss, fever are main symptoms. They may mimic malignancy clinically and radiologically. This patient we present was a 28 years old male complaining of weight loss, fever and abdominal pain. After examining the patient, two masses with malignant characteristics were determined in the liver. Due to the initial diagnosis of hepatic carcinoma, right lobectomy was performed. Histopathological evaluation of mass revealed abscess formation with the sulfur granules surrounded by chronic inflammation, fibrosis and degenerative changes in the liver. It is seen that these findings are in relation with the tissue form of actinomyces. Regarding it is rarity and potential to be diagnosed as malignancy, this case was presented with review of the recent literature.

14.
HAVAYOLU OBSTRUKSIYONU YARATAN PARAFARENGEAL PLEOMORFIK ADENOM: OLGU SUNUMU
PARAPHARYNGEAL PLEOMORPHIC ADENOMA WHICH CAUSES AIRWAY OBSTRUCTION: CASE REPORT
Sedat Aydın, İlter Tezer, Mehmet Eken, Arıf Şanlı
Sayfalar 178 - 180
Primer parafarengeal bölge tümörleri nadir olup, baş boyun neoplazmalarının %0.5'ini oluştururlar; %80 benign, %20 oranında maligndirler. Tükürük bezi tümörleri, nörojenik tümörler ve paraganliomalar sık izlenen tümörlerdir. Hastalar boyun ağrısı, disfaji, intraoral şişme ve nadir olarak da solunum sıkıntısı ile başvurabilirler. Tedavisi cerrahi eksizyondur. Bu çalışmada hava yolu obstrüksiyonuna yol açan, parotisin derin lobundan kaynaklanan pleomorfik adenom olgusu literatür bilgileri gözden geçirilerek tartışıldı.
Primary parapharyngeal space tumors are rare, representing only a 0.5% of head and neck neoplasms. Eighty percent of the parapharyngeal space neoplasms are benign and 20% are malignant. The most frequent tumors of this localization are those of salivary origin followed by neurogenic tumor and in third place the paragangliomas. Patients presented with neck pain, dysphagia, intraoral swelling and rarely respiratory distress. Surgical approaches must be performed for the treatment. In this paper, a case report of a pleomorphic adenoma of the deep portion of the parotid gland presenting with airway obstruction was discussed with the review of the literature.

15.
ROZIGLITAZONA BAĞLI HEPATOTOKSISITE: OLGU SUNUMU
ROSIGLITAZONE RELATED HEPATOTOXICITY: CASE REPORT
Ahmet Akın, Rahmı Irmak, Özgür Keşkek, Dıdem Aydın, Hasan Kılıç
Sayfalar 181 - 182
Roziglitazon (RZG) tip 2 Diabetes Mellitus (DM) tedavisinde insulin direncini azaltarak etki gösteren önemli bir ajandır. Literatürde RZG'un hepatotoksik olabileceği yönünde yayınlar mevcuttur. Olgumuzda, literatürde rastlamadığımız biçimde cilt bulguları ve karaciğer (KC) enzimlerinde mikst tip yükselmeyle seyreden hepatotoksisite saptadık. RZG kullanımı sırasında hepatotoksisite açısından dikkatli olunmalı, sık KC enzim takibi yapılmalıdır.
Rosiglitazone (RZG) is a new antidiabetic agent, acting by improving insulin resistance in type 2 Diabetes Mellitus. Several researchers have reported hepatotoxicity of RZG. In our case, we observed RZG related toxicity with skin changes and mixed type hepatic enzyme elevations, which have not been reported before. Patients receiving RZG should have liver enzyme levels monitored earlier and more frequently than initially recommended.

16.
ÖVERDE LEIOMYOM: OLGU SUNUMU
LEIOMYOMA LOCALIZED AT OVARY: CASE REPORT
Aysel Kara Çağlar, Pınar Tuzlalı, A Ender Yumru, Murat Bozkurt, Nusret Erdoğan
Sayfalar 183 - 185
Leiomyomlar benign düz kas tümörü olup överde yerleşimleri nadirdir. 40 yaşında premenopozal dönemde uterus myomatozis ön tanısı alan kadın hastanın Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Laboratuvarı'na gelen total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi (TAH+BSO) materyalinin mikroskobik kesitlerinde myometriumdaki multipl leiomyomlarına eşlik eden sağ över yerleşimli 2.5 cm çapında bir adet leiomyom tespit edilmiştir. Vaka immünohistokimyasal olarak panaktin sitoplazmik pozitifliği, östrojen ve progesteron reseptörü nükleer pozitifliği gösterdi. Bu bulgular eşliğinde vaka leiomyomatozis uteri ile birliktelik gösteren overyan leiomyoma olarak değerlendirildi. Nadir görülen bir vaka olması nedeniyle, över leiomyomlarının tanısı ve ayırıcı tanısı, etyolojide östrojen ve progesteron hormonlarının yeri, literatür bilgileri ışığında tartışılmıştır.
Leiomyomas are benign smooth muscle tumors and rarely localized at the ovaries. We present a case of ovarian leiomyoma localized at the right ovary of a 40 years old premenopausal woman, whose TAH+ BSO materials was evaluated in the Pathology Laboratory of Taksim Training and Research Hospital by immunohistochemically and histopathologycally. We detected multiple uterin leiomyomas with 2.5 cm leiomyoma at the right ovary. We saw sitoplasmic panactin positivity and nuclear estrogen and progesterone positivity in the specimen. We discussed the differences between ovarian leiomyomas and other ovarian tumors and the importance of estrogen and progesterone hormones in the etiology of this rare tumor.

17.
Malakoplaki: Olgu sunumu
Malacoplakia: Case report
Nagihan Özdemir Barışık, Nimet Karadayı, Sevinç Hallaç Keser, Cem Cahit Barışık, Hakan Karabulut, Önder Cangüven
Sayfalar 186 - 188
Malakoplaki nadir görülen, fakat etyolojisi bilinmeyen inflamatuar reaksiyonun farklı bir tipidir. En sık mesane etkilenir. Diğer genitoüriner ve nongenitoüriner bölgelerde de gözlenir. Mesanenin sıklıkla trigon bölgesinde mukoza ve submukozanın multipl nodüler kalınlaşması ile karakterizedir. Sıklıkla karsinomla karıştırılır. Mikroskobik olarak epitel altında granüler asidofilik sitoplazmalı histiyositlerin belirgin olduğu mikst inflamatuar infiltrasyon gözlenir. Bazı histiyositlerde intrasitoplazmik inklüzyonlar vardır ve bunlar PAS, demir, kalsiyum boyaları ile boyanabilir. Uzun dönemli lezyonlarda karakteristik infiltrasyon fibrozise ve skara dönüşebilir. Olgumuz dizüri ve mikroskobik hematüri etyolojisi araştırılan 49 yaşında erkek hastaydı. Yapılan tetkiklerinde mesane ön duvarında 7 cm. çapında mesane karsinomu ile uyumlu kitle tespit edilmişti. İki kez TUR, bir kez de TRU-CUT biyopsi uygulanan hastada malignite lehine bulgu saptanmaması ve klinikte kuvvetle malignite düşünülmesi nedeni ile operasyona karar verilmiş olup, frozen incelemedeki kronik nonspesifik sistit tanısı üzerine olguya parsiyel sistektomi uygulanmıştır. Olgumuz nadir görülmesi ve klinikte malignite ile karıflması nedeni ile literatür bilgileri ışığında tartışılmıştır.
Malacoplakia is rare type of inflammatory reaction with an unknown etiology. Although it can be seen at any genitourinary and nongenitourinary location, bladder is the most frequent site of involvement. It is usually characterized as multinodular thickening of mucosa and submucosa of the trigon areas and may be confused with carcinoma. Microscopically there is mixed inflammatory infiltration that predominantly consists of subepithelial histiocytes with granular acidophilic cytoplasm. Some of these histiocytes contain intracytoplasmic inclusions, which can stain with PAS, iron and calcium stains. Long-term follow-ups revealed that these characteristic old lesions turn into fibrosis and scar tissue. Forty-nine years old male patient with dysuria and microscopic hematuria was assessed for a tumor-like lesion of 7 cm in diameter at anterior wall of the bladder. This patient has undergone double TUR, TRU-CUT and frozen section to approve malignancy. However, all these procedures resulted with chronic nonspecific cystitis without any evidence of malignancy. Under these circumstances patient had partial cystectomy for the lesion. This rare case was presented with the review of the recent literature.

18.
BAKLOFEN ENTOKSIKASYONU: OLGU SUNUMU
BACLOFEN INTOXICATION: CASE REPORT
Barm Çevik, Ayşegül Çizen, Serhan Çolakoğlu, Tülın Yollu Atakan, Hülya Büyükkırlı, Yasın Yener
Sayfalar 189 - 190
Yüksek doz baklofen alımı, beyin ölümünü taklit eden derin koma tablosuna neden olabilir. İlacın plazma düzeylerinin belirlenmesi her zaman mümkün olamayacağı gibi tanı konulmasını da güçleştirebilir. Klinik değerlendirme ve destekleyici tedavilerin önemi büyüktür. Bununla birlikte, olgumuzda da görüldüğü gibi ciddi vakalarda bile prognoz iyi seyreder.
Baclofen toxicity can be a cause of profound coma with brainstem dysfunction mimicking brain death. Measuring plasma levels is not always possible and may be misleading. It's important to be careful in clinical evaluation and provide full supportive care. However, as demonstrated in our case, the prognosis can be good even in severe cases.

DERLEME
19.
Periferik Vertigoya Yaklaşım
Periferik Vertigoya Yaklaşım
Başak Bolluk, Nursel Aydın
Sayfalar 191 - 194
Makale Özeti |Tam Metin PDF

20.
Yoğun Bakım İnfeksiyonları
Yoğun Bakım İnfeksiyonları
Elif Bombacı, Banu Çevik, Serhan Çolakoğlu
Sayfalar 195 - 198
Makale Özeti |Tam Metin PDF

21.
Nozokomiyal Santral Sinir Sistemi İnfeksiyonları
Nozokomiyal Santral Sinir Sistemi İnfeksiyonları
Serap Gençer, Serdar Özer
Sayfalar 199 - 203
Makale Özeti |Tam Metin PDF

LookUs & Online Makale