ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 32 (1)
Volume: 32  Issue: 1 - 2021
1.Front Matter 2021-1

Pages I - VIII

RESEARCH ARTICLE
2.Persimmon (Diospyros Kaki L.) Alleviates Ethanol-Induced Gastric Ulcer in Rats
Mustafa Can Güler, Ayhan Tanyeli, Ersen Eraslan, Mehmet Ramazan Bozhüyük, Fazile Nur Ekinci Akdemir, Erdem Toktay, Nezahat Kurt, Esra Çapanoğlu Güven, Gülay Özkan
doi: 10.14744/scie.2020.94546  Pages 1 - 7
GİRİŞ ve AMAÇ: Nonsteroid antiinflamatuvar ilaçlar, alkol tüketimi ve Helicobacter pylori, dünya çapında yüksek insidansla mide ülserinin en yaygın nedenleri arasındadır. Aşırı alkol tüketimi sonucu mide mukozasında hasar oluşumu artar. Alkol kaynaklı mide ülseri oluşumunu incelemek ve ülser tedavisi ile ilgili bileşikleri araştırmak için sıçanlarda etanol bazlı mide ülseri modeli kullanılmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Persimmon (Diospyros kaki L), Spraque Dawley sıçanlarında 5 ml/kg etanol ile oluşturulan mide ülseri modelinde uygulandı. Hurmanın mide ülseri üzerindeki olası gastroprotektif etkileri histopatolojik ve biyokimyasal yöntemlerle değerlendirildi.
BULGULAR: Persimmon özü, IL-10, IL-6, TNF-α ve IL-1β gibi sitokin düzeylerini önemli ölçüde azalttı. Ayrıca kaspaz-3 ve NF-κB oluşumunu önemli ölçüde düşürdü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu deneysel çalışmanın bir sonucu olarak persimmon, etanol ile oluşturulan mide ülseri modelinde mide koruyucu etki göstermiştir.
INTRODUCTION: The worldwide incidence of a gastric ulcer is high, most often as a result of use of nonsteroidal anti-inflammatory drugs, excessive alcohol consumption, or Helicobacter pylori infection. An ethanol-based gastric ulcer model in rats was used to examine the effect of persimmon (Diospyros kaki L.) extract as a potential form of treatment.
METHODS: Two dosages of persimmon extract were applied in a gastric ulcer model created with 5 mL/kg ethanol in Wistar albino rats. Histopathological and biochemical methods were used to assess any gastroprotective effects.
RESULTS: Persimmon extract significantly decreased the level of the cytokines interleukin (IL)-10, IL-6, tumor necrosis factor alpha (TNF-α) and IL-1 beta. Caspase-3 and nuclear factor kappa B expression was also significantly reduced.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Persimmon fruit extract demonstrated a gastroprotective effect in an ethanol-based gastric ulcer model in rats.

3.Quality of Life After Rectal Cancer Surgery: Comparison of Open and Laparoscopic Approaches
Selçuk Kaya, Ramazan Sarı
doi: 10.14744/scie.2020.99705  Pages 8 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: Rektal kanser nedeniyle sfinkter koruyucu rezeksiyon yapılan hastalarda açık ile laparoskopik yaklaşımın yaşam kalitesi sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017–Aralık 2018 tarihleri arasında kliniğimizde rektum kanseri nedeniyle ameliyat edilen 122 hasta çalışmaya alındı. Hastalar cerrahi tekniğe göre iki gruba ayrıldı; açık (n=85) ve laparoskopi (n=37). Yaşam kalitesi anketi, European Organization for Research and Treatment of Cancer Quality of Life Core Questionnaire 30 (EORTC QLQ-C30) ve European Organization for Research and Treatment of Cancer Quality of Life Questionnaire-Colorectal Cancer 29 (EORTC QLQ-CR29) formlarını içermektedir.
BULGULAR: EORTC QLQ-C30 anketinde, genel durum (p=0.008), fiziksel aktivite (p=0.003) ve bulantı/kusma (p=0.005) öğelerinde laparoskopik grupta istatistiksel olarak anlamlı daha iyi sonuçlar elde edildi. EORTC QLQ-CR29 anketinde, sadece şişkinlik değerlendirmesinde laparoskopik grupta istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek değerler saptandı (p=0.02).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Rektal kanser cerrahisinde laparoskopik yaklaşım, erken dönemde yaşam kalitesi açısından açık yaklaşımdan üstündür. Bununla birlikte uzun dönem sonuçlarda cerrahi tekniğin yaşam kalitesini değiştirmediği saptandı.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare the health-related quality of life (HRQoL) results of the open and laparoscopic approaches in patients who underwent a sphincter-preserving resection for rectal cancer.
METHODS: A total of 122 patients who underwent surgery for rectal cancer at a single center between January 2017 and December 2018 were included in this prospective study. The patients were divided into 2 groups according to the type of surgical procedure: open (n=85) or laparoscopy (n=37). The HRQoL questionnaires employed were the European Organization for Research and Treatment of Cancer Quality of Life Core Questionnaire 30 (EORTC QLQ-C30) and the European Organization for Research and Treatment of Cancer Quality of Life Questionnaire-Colorectal Cancer 29 (EORTC QLQ-CR29).
RESULTS: The EORTC QLQ-C30 questionnaire revealed statistically significant differences with better results in the laparoscopic group for the following items: global status (p=0.008), role functioning (p=0.003), and nausea/vomiting (p=0.005). A significant difference was seen on the EORTC QLQ-CR29 questionnaire only for the flatulence item, with a better score recorded in the laparoscopic group (p=0.02).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The laparoscopic approach in rectal cancer surgery was superior to the open approach in terms of HRQoL in the early period. However, long-term results indicated that HRQoL was independent of surgical approach.

4.Investigation of the Relationship Between Biochemical Parameters, Alexithymia, and Stress Levels in Hemodialysis Patients
Okan Akyüz, Ergün Parmaksız, İsa Ardahanlı
doi: 10.14744/scie.2021.24993  Pages 13 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemodiyaliz, hastalar için fiziksel ve psikolojik stres faktörlerinin bir arada olduğu bir tedavi modalitesidir. Tedavinin getirdiği yoğun kaygı ve stres aleksitimik duygular için oldukça elverişlidir. Aleksitimik bireyler duygu ve düşünceleri ifade etmekte zorlanma, kendisi ve çevresindeki fizyolojik değişimleri değerlendirememe ile karşı karşıyadır. Hemodiyaliz hastaları hemodinamik olarak sürekli biyokimyasal değişimlere uğrar. Çalışmadaki amacımız sürekli hemodiyaliz tedavisi altındaki hastalarda takipte kullandığımız biyokimyasal parametreler ile aleksitimik duygular ve stres faktörleri arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2019 yılında Bilecik ilinde son dönem böbrek yetersizliği ile hemodiyaliz tedavisi alan 51 gönüllü hasta alındı. Araştırmada hastaların rutin hemodiyaliz biyokimyasal takip verileri, hemodiyaliz stresör ölçeği ve Toronto alexitimi ölçeği kullanıldı. Rutin takip edilen hemodiyaliz parametreleri ve ölçekler arasında istatistiksel anlamlılık düzeyi (p<0.05) olarak belirlendi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan bireylerin stres düzeylerinin oldukça yüksek olduğu görüldü. Hastaların %58.8’nin aleksitimik olduğu anlaşıldı. Hastaların hemodiyaliz stresörü ortalaması 86.6, Toronto aleksitimi ölçeği ortalaması 62.76 olarak bulundu. Hemodiyaliz hastalarında stres ve aleksitimik duygu ölçeklerinin yüksekliği dikkat çekmiştir. Hemodiyaliz stresör ölçeği ve Toronto aleksitimi ölçek alt grupları arasında diyaliz giriş kreatinin, URR (üre azalma oranı), Kt/V, kuru ağırlık, albümin, diyaliz çıkış üre ve kalsiyum arasında anlamlı ilişki saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemodiyaliz hastalarının takibinde psikiyatrik değerlendirmenin rutin olması gerektiği, son yönetmelik değişikliği ile kaldırılan aylık psikolog/psikiyatri muayenesinin tekrar başlatılması gerektiği aşikardır. Diyaliz ünitesinde çalışan sağlık personelinin stresle başa çıkma ve stresli hasta yönetimi konularında farkındalığının arttırılması ayrıca önemlidir.
INTRODUCTION: Hemodialysis is a treatment modality for patients, in which physical and psychological stress factors are together. Intense anxiety and stress caused by treatment are very favorable for alexithymic feelings. Hemodialysis patients undergo continuous biochemical changes hemodynamically. Our aim in this study was to investigate the relationship between biochemical parameters; we use in hemodialysis patients’ follow-up and alexithymic emotions and stress factors.
METHODS: Fifty-one patients who received hemodialysis treatment due to end-stage renal failure in Bilecik Province in 2019 were included in the study. Routine biochemical follow-up data of patients, hemodialysis stressor scale, and Toronto alexithymia scale (TAS) were used in the study. The statistical significance level was determined as p<0.05 between routinely monitored hemodialysis parameters and scales.
RESULTS: It was observed that 58.8% of the patients included in the study were alexithymic. The mean hemodialysis stressor was 86.6, and the mean TAS was 62.76. The high levels of stress and alexithymic emotion scales in hemodialysis patients were noted. A significant relationship was found between inlet creatinine, urea reduction ratio, Kt/V, dry weight, albumin, output urea, and calcium between the hemodialysis stress scale and TAS subgroups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Psychiatric evaluation should be routine in the follow-up of hemodialysis patients, and the monthly psychologist/psychiatric examination, which was abolished with the last regulation change, should be restarted. It is also essential to increase the awareness of health-care professionals working in the dialysis unit about coping with stress and stressful patient management.

5.Evaluation of Vaccination Rate and Risk of Infection Among Chronic Inflammatory Disease Patients Receiving Biologic Agents
Gülay Okay, Elmas Biberci Keskin
doi: 10.14744/scie.2020.24482  Pages 19 - 24
GİRİŞ ve AMAÇ: Biyolojik ajanlar, kronik enflamatuvar hastalığı (KEH) olan hastalarda hastalık aktivitesinin etkili kontrolünü sağlar. Bununla birlikte, ciddi enfeksiyon riski artışı ile ilişkilidirler. Bu çalışmanın amacı, biyolojik ajan kullanan hastalarda ciddi enfeksiyonların dağılımı ve riskini, bu hastalardaki önerilen tarama testleri ve aşılama oranlarını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Biyolojik ajan alan KEH’li hastaları geriye dönük olarak değerlendirdik; hepatit ve tüberküloz (TB) tarama testlerini ve önerilen aşıları, ciddi enfeksiyon oranlarını ve risk faktörlerini gözden geçirdik.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 320 hastanın %58’i erkek ve ortalama yaş 44.5 (±12.2) idi. Hastaların kullandığı biyolojik ajanların dağılımı; Infliksimab 108 (%33.8), Adalimumab 115 (%35.9), Etanercept 61 (%19.1), Ustekinumab 19 (%5.9), Sertolizumab 9 (%2.8), Golimumab 5 (%1.6) ve Sekukinumab 3 (%0.9). KEH’li hastalarda hepatit B, pnömokok, influenza ve hepatit A aşılama oranları sırasıyla %82.9, %12.5, %11.6 ve %4 bulundu. TB tarama testi olarak hastaların %33.4’ünde tüberküloz cilt testi, %79’unda QuantiFERON-TB Gold testi tercih edildi. Toplam 25 (%7.8) ciddi enfeksiyon olgusu meydana geldi ve en sık görülen enfeksiyon bölgesi solunum yolu (%28) ve idrar yolu (%28) olarak bulundu. İkili lojistik regresyon analizi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan ve azatiyoprin kullanan hastalarda enfeksiyon riskinin anlamlı derecede daha yüksek olduğunu gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: En sık görülen enfeksiyon bölgeleri solunum yolu ve idrar yolu idi ve KOAH olan ve azatiyoprin kullanan hastalarda enfeksiyon riski anlamlı derecede yüksekti. KEH hastaları için aşılama oranları önerilenden düşüktü. Biyolojik ajan kullanan hastalarda hepatit B ve TB reaktivasyon riski farkındalığı, diğer enfeksiyonlara göre daha yüksek olduğu sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: Biologic agents can provide effective control of disease activity in patients with chronic inflammatory disease (CID), however, they are associated with an increased risk of serious infection. The aim of this study was to investigate the risk and distribution of serious infection, the rate of vaccination, and the screening tests recommended in patients treated with biologic agents.
METHODS: Patients with CID who were given biologic agent therapy were retrospectively evaluated. Hepatitis and tuberculosis (TB) screening tests, the vaccinations administered, risk factors for and the rate of serious infection were reviewed.
RESULTS: Of the 320 patients included in the study, 58% were male and the mean age was 44.5 years (±12.2 years). The biologic agent used was infliximab in 108 patients (33.8%), adalimumab in 115 (35.9%), etanercept in 61 (19.1%), ustekinumab in 19 (5.9%), certolizumab in 9 (2.8%), golimumab in 5 (1.6%), and secukinumab in 3 (0.9%). The hepatitis B, pneumococcal, influenza, and hepatitis A vaccination rate in patients with CID was 82.9%, 12.5%, 11.6%, and 4%, respectively. The tuberculin skin test was preferred for 33.4% of the patients for TB screening, while the QuantiFERON-TB Gold test (Qiagen NV, Hilden, Germany) was used in 79%. A total of 25 (7.8%) cases of serious infection occurred, and the most common sites were the respiratory tract (28%) and the urinary tract (28%). Binary logistic regression analysis showed that the risk of infection was significantly higher in patients who had chronic obstructive pulmonary disease (COPD) and those who used azathioprine.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The most common sites of infection were the respiratory tract and the urinary tract, and the risk of infection was significantly higher in patients who had COPD and those who used azathioprine. The rate of vaccination was lower than has been recommended. Awareness of hepatitis B and TB reactivation risk in patients treated with biologic agents was greater than awareness of the risk of other infections.

6.Myricetin Decreases Ovarian and Lung Tissue Injury Induced by Ovarian Torsion-Detorsion: A Biochemical Study
Yunus Emre Topdağı, Ayhan Tanyeli, Fazile Nur Ekinci Akdemir, Ersen Eraslan, Mustafa Can Güler
doi: 10.14744/scie.2020.08769  Pages 25 - 29
GİRİŞ ve AMAÇ: Sıçanlarda oluşturulan iki taraflı over torsiyon distorsiyon modelinin neden olduğu over ve akciğer hasarı üzerine mirisetin’in olası yararlı etkilerinin araştırılması planlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Otuz iki adet Wistar-Albino dişi sıçan rastgele dört gruba ayrıldı. Bu araştırmanın grupları, sham, over torsiyon detorsiyon, Myr/25 (25 mg/kg dozda mirisetin+torsiyon detorsiyon) ve Myr/50 (50 mg/kg dozda mirisetin+torsiyon detorsiyon) olarak tasarlandı.
BULGULAR: TOS, MDA, OSI seviyeleri ve MPO aktivitesi, hem over hem de akciğer dokuları için, over torsiyon detorsiyon grubunda sham grubuna göre anlamlı olarak arttı. Bununla birlikte, over torsiyon detorsiyon grubunda SOD aktivitesi ve TAS değeri azaldı. Bunun aksine, Myr/25 ve Myr/50 gruplarında mirisetin tedavisi nedeniyle MPO aktivitesi, TOS, OSI ve MDA seviyeleri azalırken SOD aktivitesinin anlamlı olarak artmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, sıçanlarda over torsiyon detorsiyonunun neden olduğu over ve akciğer dokusu hasarına karşı korumada mirisetin uygulamasının etkili olduğu belirlendi.
INTRODUCTION: This study was designed to examine the effects of myricetin (Myr) on ovarian and lung tissue in rats with induced torsion-detorsion (TD) of bilateral ovaries to determine the potential to reduce oxidative damage.
METHODS: The study group comprised 32 female Wistar albino rats randomly allocated to 4 groups: sham, ovarian TD, Myr/25 (25 mg/kg dose of Myr+TD), and Myr/50 (50 mg/kg dose of Myr+TD).
RESULTS: The total oxidant status (TOS), malondialdehyde (MDA) level, oxidative stress index (OSI), and myeloperoxidase (MPO) activity in both ovarian and lung tissues increased significantly in the ovarian TD group compared with the sham group, while the superoxide dismutase (SOD) and total antioxidant status (TAS) values decreased in the same group. In contrast, the SOD level increased, while MPO activity, the TOS, the OSI, and the MDA level decreased significantly in the Myr/25 and Myr/50 groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Myr demonstrated protection against lung and ovarian tissue injury in induced-TD experimental rats.

7.Clinical Results of Nitinol Plate Implantation for Reconstruction of Sternal Dehiscence
Tuba Apaydın, Murat Akkuş
doi: 10.14744/scie.2020.94834  Pages 30 - 35
GİRİŞ ve AMAÇ: Açık kalp cerrahisinde uygulanan median sternotomi sonrasında sternal kemik iyileşmesi ve enfeksiyon problemleri önemli morbidite ve mortalite ile sonuçlanabilmektedir. Bu çalışma ile sternal dehisens için uygulanan termoreaktif nitinol klipslerin (TRNK) etkinliğini, güvenilirliğini, avantajlarını, dezavantajlarını ve tekniklerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temmuz 2010’dan Şubat 2019’a kadar; kliniğimizde primer kalp cerrahisi sonrası sternal dehisens gelişen 40 hastaya (26 erkek,14 kadın; ortalama yaş 60±4; 45–76 arası) sternumu kapatmak için TRNK uygulandı. Sternum revizyonu postoperatif 72±4 günde (9–255 gün) uygulandı. Hastaların %55’inde (n=22) yüzeyel yara enfeksiyonu gelişmesi nedeniyle vakum yardımlı kapama (VAK) tedavisi sonrası cerrahi müdahale uygulandı.
BULGULAR: Revizyon sonrası bir hastada plörezi, bir hastada pnömoni gelişti. Hastane mortalitesi gözlenmedi. İkinci revizyon cerrahisinde, nükseden yara yeri enfeksiyonundan dolayı; nitinol plaklar dokuz hastada çıkartıldı, üç hastaya pektoral flap uygulandı, bir hastaya rektus flap uygulandı; beş hastada da yara primer kapatıldı. Ameliyat sonrası dönemde bir hastada mortalite gözlendi. Altı aylık takipte nükseden sternal dehisens, mediastinit, sternal apse ya da sekonder osteomyelit gibi sternotomi komplikasyonları izlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sternal dehisens olgularında enfeksiyona sekonder dehisens gelişimi ve buna bağlı mediastinit riskini azaltmak için erken dönemde cerrahi müdahaleler uygulanmalıdır. TRNK’nin sternal dehisensli hastaların tedavisi için hastanede kalma süresini ve ameliyat sonrası komplikasyon riskini azaltmada ve hasta konforunu artırmada kullanılmasını öneriyoruz.
INTRODUCTION: Difficulties with sternal bone healing or infection after a median sternotomy performed for open cardiac surgery can result in significant morbidity and mortality. This study evaluates the efficacy, safety, advantages, disadvantages, and techniques related to the use of thermoreactive nitinol clips (TRNCs) to treat sternal dehiscence.
METHODS: TRNCs were used to close the sternum in 40 patients (26 male, 14 female; mean age: 60±4 years, range: 45–76 years) with sternal dehiscence that developed following primary cardiac surgery between July 2010 and February 2019. Sternum revision was performed at a mean of 72±4 days postoperative (range: 9–255 days). Vacuum-assisted closure (VAC) was applied before the surgical intervention in 55% (n=22) of the patients due to superficial wound infection.
RESULTS: Pleurisy was observed in 1 patient, and pneumonia developed in 1 patient after the revision. Mortality did not occur during hospitalization. The nitinol plates were removed in a second revision surgery in 9 patients: a pectoralis flap was created for 3, a reconstructive rectus flap was used in 1, and primary wound closure was implemented in 5 cases due to recurrent wound infection. Mortality was recorded in 1 patient in the postoperative period. Sternotomy complications of recurrent sternal dehiscence, mediastinitis, sternal abscess, or secondary osteomyelitis were not observed in 6 months of follow-up.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Surgical interventions for sternal dehiscence should optimally be performed in the early period to decrease the risk of dehiscence secondary to infection and mediastinitis. The use of TRNCs for patients with sternal dehiscence was successful and decreased the duration of hospital stay and the risk of postoperative complications, as well as providing greater patient comfort.

8.Are Our Surgical Indications Accurate for Gallbladder Polyps?
Ecem Memişoğlu, Murat Alkan, Ahmet Başkent
doi: 10.14744/scie.2020.77045  Pages 36 - 39
GİRİŞ ve AMAÇ: Çoğunlukla non-neoplastik lezyonlar olan safra kesesi poliplerinin malignite potansiyeli taşıması, safra kesesi polibi olan hastanın takip ve tedavi kararında önemli bir unsurdur. Bu çalışmada safra kesesi polibi ön tanısı ile ameliyat edilen hastaların ameliyat endikasyonlarının değerlendirilmesi, radyolojik ve patolojik bulgularının karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Ocak 2015–Haziran 2020 tarihleri arasında safra kesesi polibi tanısı ile tedavisi yapılan hastaların demografik ve klinik verileri, histopatolojik özellikler, yapılan girişimler ve komplikasyonları geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Safra kesesi polibi tanısı ile toplam 93 hastaya kolesistektomi yapıldı. Radyolojik görüntülemede 44 (%47.3) hastada multipl safra kesesi polibi saptandı ve poliplerin ortalama çapı 6 mm idi. Histopatolojik incelemede 93 hastanın 33’ünde (%35.5) polip saptandı. Hastaların 29’unda (%31.2) kolesterolozis, 22’sinde (%23.6) kolelityazis saptandı ve 16 (%17.2) hastada anormali saptanmadı. Kolesterolozis ve kolelityazis 11 (%11.8) hastada birlikte görülürken bir hastada kolelityazis ve safra kesesi polibi saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klinik muayene ile poliplerin boyutu, görünümü ve sayısı gibi radyolojik bulgular safra kesesi poliplerinin ameliyat endikasyonunda belirleyici rol oynamaktadır. Hastanın risk faktörleri ve klinik bulgular dikkatli değerlendirilerek ameliyat için doğru karar verilmelidir.
INTRODUCTION: The gallbladder polyp (GBP)s are mostly known as non-neoplastic lesions and have malignancy potential, which is an essential factor in the follow-up and treatment of the patient. This study aimed to evaluate the indications for surgery and compare the radiological and pathological findings of patients who were operated with the pre-diagnosis of GBP.
METHODS: The demographic and clinical data, histopathological features, interventions and complication rate of the patients who underwent surgery for GBP between January 2015 and June 2020 in our clinic were retrospectively evaluated in this study.
RESULTS: Cholecystectomy was performed in 93 patients with a diagnosis of GBP. Multiple GBPs were observed in 44 (47.3%) patients on radiological imaging, and the mean diameter of the polyps was 6 mm. Polyps were found in 33 (35.5%) of the 93 patients in histopathological examination. Cholesterolosis was detected in 29 (31.2%) of the patients, cholelithiasis in 22 (23.6%) patients, and no abnormality was found in 16 (17.2%) patients. While cholesterolosis and cholelithiasis were seen together in 11 (11.8%) patients, cholelithiasis and GBP were detected in only one patient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Clinical examination and imaging findings, such as the size, appearance and the number of polyps, have a critical role in the indication of surgery for patients with GBPs. The risk factors and the clinical findings of the patients should be considered together for an accurate surgery decision.

9.Clinical Importance of Serum and Urinary Fractalkine Level in Primary Non-Muscle Invasive Bladder Cancer
Cengiz Çanakcı, Asif Yildirim, Özgür Arikan, Banu Isbılen Basok, Gokhan Atis, Cenk Gurbuz, Seyma Ozkanli, Ferruh Kemal Isman, Turhan Caskurlu
doi: 10.14744/scie.2020.19970  Pages 40 - 46
GİRİŞ ve AMAÇ: Fraktalkine, bazı kanser tiplerinde hem tümörojenik hem de anti-tümoörojenik aktivite gösteren bir kemotaktik ajandır. Bu çalışmada, fraktalkinenin primer kas invaziv olmayan mesane kanserinde tanı, nüks ve progresyondaki rolünü araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya primer kas invaziv olmayan mesane kanseri tanısı konulan 44 hasta ve sağlıklı kontrol grubu olan 40 kişi olmak üzere toplam 84 kişi alındı. Kan ve idrar örnekleri toplandı ve fraktalkine düzeyi ELISA yöntemi ile değerlendirildi. İdrar kreatinin düzeyleri hesaplanıp idrar fractalkine düzeyi optimize edildi. Demografik veriler, tümör evresi (Ta, T1), derecesi (düşük, yüksek), sayısı, boyutu ve rekürrens, progresyon durumu kaydedildi. Fraktalkine düzeyleri ve alt grup analizleri her iki grup arasında karşılaştırıldı. Hasta grubuna NMP22 test yapıldı ve hastalardan idrar sitolojisi gönderildi.
BULGULAR: Hasta grubun ortalama yaşı, 63.9±11.1, kontrol grubunda ise 62.3±9.6 idi. Ortalama idrar fraktalkine düzeyi hastalarda 7.8±0.9 ng/ml ve kontrol grubunda 7.7±0.6 ng/ml olup iki grup arasında istatistiksel anlamlı fark izlenmedi (p=0.426). Ortalama idrar fraktalkine/kreatinin değeri iki grup arasında benzerdi (sırasıyla, 16.0±32.2 ng/mgCr ve 11.1±7.0 ng/mgCr, p=0.781). Ortalama serum fraktalkine düzeyi hasta grubunda 2.9±1.2 ng/ml ve sağlıklı kontrol grubunda 2.9±0.7 ng/ml olup, iki grup arasında istatistiksel anlamlı fark izlenmedi (p=0.183). Aynı zamanda, fraktalkine düzeyi ile tümör boyutu, sayısı, nüks ve progresyon durumu arasında ilişki tespit edilmedi. Fraktalkine düzeyi NMP22 test pozitif hastalarda negatif olanlara göre istatiksel anlamlı olarak daha yüksekti. Sitoloji hastaların %45.5’inde pozitifti fakat fraktalkine değerleriyle istatiksel anlamlı bir ilişki görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, her iki grup arasında serum ve idrar fraktalkine düzeyi benzer bulunmuş olup, fraktalkinenin primer mesane kanserli hastalarda biomarker olarak kullanılamayacağı gösterilmiştir.
INTRODUCTION: Fractalkine is a chemotactic agent that shows both tumorogenic and anti-tumorogenic activity in some cancer types. In this study, we investigated the role of fractalkine in the diagnosis, progression and recurrence of primer non-muscle-invasive bladder cancer (NMIBC) and compared it with the healthy population.
METHODS: Overall, 84 people that consisted of 44 cases with primary NMIBC and 40 healthy controls enrolled for this study. Blood and urine samples were collected and fractalkine levels were measured by the ELISA method. Urinary creatinine levels were calculated and urinary fractalkine levels were optimized. Demographic data, tumor stage (Ta, T1), grade (low and high), number of tumors, tumor size, recurrence and progression status of patients were recorded. NMP22 test was performed on the patient group and urine cytology was sent from the patients. Fractalkine levels and subgroup analyses were compared between two groups.
RESULTS: The mean age of patients was 63.9±11.1 and 62.3±9.6 in the control group. The mean urinary fractalkine level was7.8±0.9 ng/ml in the study group and 7.7±0.6 ng/ml in the control group; there was no statistically significant difference between the two groups (p=0.426). Mean urinary fractalkine/creatinine level was similar between the study group and control group (16.0±32.2 ng/mgCr and 11.1±7.0 ng/mgCr, respectively, p=0.781). Mean serum fractalkine level was 2.9±1.2 ng/ml in the study group and 2.9±0.7 ng/ml in the control group; there was not a statistically significant difference (p=0.183). Also, we could not find any relation of fractalkine levels with tumor size, number, recurrence and progression. NMP 22 test was positive in half of the study group and Fractalkine levels were higher in the patients that NMP22 tests were negative that was statistically significantly. Cytology was positive for 45.5% of patients, but there was not any statistical correlation between fractalkine levels and cytology.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we did not find a significant difference concerning serum and urinary fractalkine level between the two groups. These findings do not support the use of fractalkine as a biomarker for bladder cancer diagnosis and follow-up.

10.Evaluation of Olfactory Fossa Anatomy by Computed Tomography and the Place of Keros Classification in Functional Endoscopic Sinus Surgery
Emrah Karatay, Hakan Avcı
doi: 10.14744/scie.2020.88156  Pages 47 - 52
GİRİŞ ve AMAÇ: Fonksiyonel endoskopik sinüs cerrahisi (FESS) sık kullanılan bir tedavi yöntemidir ve ameliyat sırasında paranazal sinüslerin, olfaktör fossa ve komşu anatomik yapıların anatomisinin bilinmesi önemlidir. Paranazal sinüs bilgisayarlı tomografi (BT), paranazal sinüslerin, nazal kavite ve nazofarenksin değerlendirilmesinde sıklıkla kullanılan bir görüntüleme yöntemidir. Bu çalışmamız, paranazal sinüs BT görüntülerinde Keros sınıflamasına göre popülasyonumuzdaki olfaktör fossa derinliğini geriye dönük olarak değerlendirerek Keros tiplerini ve görülme sıklığını belirlemeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Aralık 2018–Haziran 2019 tarihleri arasında kulak burun boğaz kliniği tarafından yönlendirilen ve Radyoloji kliniğinde kontrastsız paranazal sinüs BT incelemesi yapılan hastaların görüntüleri geriye dönük olarak değerlendirildi. Sonuç olarak 18–87 yaşları arasında 522 hasta çalışmamıza dahil edildi.
BULGULAR: İncelenen toplam 1044 koku fossasının (OF) ortalama derinliği 4,89 mm ve standart sapma (SD) ±2.79 olarak hesaplandı. Ortalama OF derinliği açısından erkekler ve kadınlar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0.001). Toplam 1044 olfaktör fossada Keros sınıflandırmasına göre, 322 tarafta (%30.85) tip 1, 697 tarafta (%66.75) tip 2 ve 25 tarafta (%2.4) ise tip 3 mevcuttu. Bu çalışma, ülkemizdeki en büyük olfaktör fossa olgu çalışmasına sahiptir ve verileri üçüncü basamak bir sağlık merkezinde elde edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Paranazal sinüs BT raporlamasında sol ve sağ taraf için Keros sınıflandırmasının rutin olarak yapılması, bu bölgenin anatomisi ile ilgili cerrahi branşlara değerli katkılar sağlayarak, cerrahi komplikasyonları en aza indirmeye yardımcı olacaktır.
INTRODUCTION: Functional endoscopic sinus surgery (FESS) is a frequently used treatment method, and it is important to know the anatomy of the paranasal sinuses, olfactory fossa and adjacent anatomical structures during surgery. Paranasal sinus computed tomography (CT) is a frequently used imaging method in the evaluation of the paranasal sinuses, nasal cavity and nasopharynx. Our study aims to determine Keros types and their incidence by retrospectively evaluating the depth of the olfactory fossa in our population according to the Keros classification on paranasal sinus CT images.
METHODS: In this study, the images of the patients who were directed by the otorhinolaryngology clinic and who underwent non-contrast paranasal sinus CT examination in the Radiology clinic between December 2018 and June 2019 were evaluated retrospectively. As a result, 522 patients between the ages of 18 and 87 were included in our study
RESULTS: The average depth of the total 1044 olfactory fossa (OF) examined was 4.89 mm with a standard deviation (SD) calculated of ±2.79. Statistically, a significant difference was found between males and females in mean OF depth (p<0.001). According to Keros classification, 322 sides (30.85%) had type 1, 697 sides (66.75%), type 2 and 25 sides (2.4%) had type 3 in 1044 olfactory fossa. To our knowledge, this study has the largest case series for the olfactory fossa in our country, and the data were obtained in a tertiary health center.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The routine use of Keros classification for the left and right side in paranasal sinus CT reporting will help minimize surgical complications by providing valuable contributions to the surgical branches related to the anatomy of this region.

11.Laparoscopic Adhesiolysis in Acute Mechanical Intestinal Obstruction Due to Adhesion
Mehmet Mustafa Altıntaş, Selçuk Kaya
doi: 10.14744/scie.2020.03360  Pages 53 - 57
GİRİŞ ve AMAÇ: Ameliyat sonrası adezyona bağlı akut mekanik bağırsak obstrüksiyonunda (MBO) laparoskopik adezyolizis klinik tecrübemizi literatür ışığı altında tartışmaktır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014–Aralık 2019 tarihleri arasında adezyona bağlı akut MBO nedeniyle laparoskopik adezyolizis uygulanan hastalar çalışmaya dahil edildi. Akut MBO tanısı, hastanın öyküsü, klinik muayene bulgusu, ayakta direkt batın grafisi (ADBG) ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile konuldu. Hastalardan 24–48 saat sonunda konservatif tedaviye yanıt alınamayanlara laparoskopik adezyolizis uygulandı.
BULGULAR: Laparoskopik adezyolizis planlanan 24 hasta çalışmaya dahil edidi. Hastaların 16’sı kadın 8’i erkek idi. Ortalama yaş 52 (27–74) idi. Hastaların 14’ünde distal ileumda, 10’unda proksimal jejunumda ameliyat sonrası adezyona bağlı MBO ve adezyonun proksimalinde dilatasyon izlendi. Hastaların dördünde (%16.7) teknik zorluklardan dolayı açık cerrahiye geçildi. Hastaların yedisinde olası bir kanama ve intestinal perforasyon riskini takip etmek amacıyla douglasa dren konuldu. Ameliyat sonrası birinci günde karın ağrısı ve bulantı şikayetleri gerileyen hastalarda oral alım başlandı. Hastalar ortalama ameliyat sonrası 4.2 (2–8) gün sonra taburcu edildi. Bir hastada ameliyat sonrası üçüncü günde dreninden intestinal içerik gelmesiüzerine operasyona alınarak loop ileostomi yapıldı. Hiçbir hastamızda ameliyat sonrası mortalite gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopik cerrahinin son yıllarda artan kullanımı ışığında, ameliyat sonrası adezyona bağlı akut MBO’da konvansiyonel cerrahi yöntemin dezavantajlarından dolayı, laparoskopik yaklaşımın güvenle yaygınlaşacağı kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: The aim of the study was to discuss our clinical experience of laparoscopic adhesiolysis in acute mechanical bowel obstruction (MBO) due to post-operative adhesion in the light of the literature.
METHODS: Patients who underwent laparoscopic adhesiolysis due to acute MBO due to adhesion between January 2014 and December 2019 were included in the study. Diagnosis of acute MIO was put with patient’s history, clinical examination findings, standing direct abdominal radiography, and computed tomography. Laparoscopic adhesyolysis was applied to those who did not respond to conservative treatment at the end of 24–48 h.
RESULTS: Twenty-four patients with laparoscopic adhesiolysis were included in the study. Sixteen of the patients were women and eight were men. The average age was 52 years (27–74). Post-operative MBO due to adhesion and dilatation in the proximal of the adhesion was observed in the distal ileum in 14 patients, in the proximal jejunum in ten patients. For 4 (16.7%) patients, it was switched to open surgery due to technical difficulties. Douglas drain was placed in seven of the patients to monitor the risk of possible bleeding and intestinal perforation. Oral intake was started in patients whose abdominal pain and nausea complaints regressed on the 1st post operative day. Patients were discharged after an average post-operative 4.2 (2–8) days. Loop ileostomy was performed in one patient, when intestinal contents came from the drain on the post-operative on the 3rd day. Post-operative mortality was not observed in any of our patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In light of the increasing use of laparoscopic surgery in recent years, due to the disadvantages of the conventional surgical method in acute MBO due to post-operative adhesion, we believe that the laparoscopic approach will safely become widespread.

12.The Evaluation of Liver Steatosis with Transient Elastography in Metabolic Syndrome and the Relationship Between Serum Endorphin Levels
Seher Irem Çetin, Engin Beydoğan, Savaş Güzel, Osman Maviş, Banu Boyuk
doi: 10.14744/scie.2020.03779  Pages 58 - 63
GİRİŞ ve AMAÇ: Son zamanlarda serum endotrofin seviyesi ile tip 2 Diyabetes Mellitus (DM) arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar, yağlı karaciğer ile metabolik sendrom arasındaki ilişkiye odaklanmıştır. Bu çalışmada, metabolik sendromlu hastalarda metabolik disregülasyonun bir belirteci olarak tanımlanan serum endotrofin düzeyi ile non-alkolik yağlı karaciğer arasındaki ilişkinin artan prevalansla araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İleriye yönelik çalışmamıza dahiliye kliniğine başvuran metabolik sendromlu 40 hasta (24 kadın ve 16 erkek) ve 20 sağlıklı gönüllü (10 kadın ve 10 erkek) dahil edildi. Hastaların karaciğer steatozu açısından değerlendirilmesi, geçici elastografi yöntemi ile 10 MHz konveks problu Toshiba 500 Aplio marka model ultrason cihazı ile transabdominal ultrasonografi kullanıldı. FLI ve HSI temel numune analizlerine göre hesaplanmıştır. Endotrofin seviyeleri bir Sunred ELISA kiti ile çalışıldı.
BULGULAR: Endotrofin düzeyleri, metabolik sendromlu grupta sağlıklı gruba göre daha düşük bulundu ve sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi (p<0.001). Gruplar için ortalama elastografi sonuçları (m/s ve kPa cinsinden) karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulundu (p=0.001, p<0.001). HSI skoru ile serum insülin seviyeleri ve HOMA sonuçları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda endotrofin seviyeleri ile yağlı karaciğer arasında bir ilişki bulunmadı. Endotrofin, yeni keşfedilen etkilere sahip bir parametredir; klinik uygulamada uygulanabilirlik ve güvenilirlik açısından araştırılmaktadır.
INTRODUCTION: Studies in recent times researching the correlation between serum endotrophin level and Type 2 DM have focused on the association of fatty liver with metabolic syndrome. This study aims to research the correlation between serum endotrophin levels, defined as a marker of metabolic dysregulation, with nonalcoholic fatty liver in metabolic syndrome patients, with increasing prevalence.
METHODS: Our prospective study included 40 patients (24 females and 16 males) with metabolic syndrome attending the internal medicine clinic and 20 healthy volunteers (ten females and ten males). Evaluation of patients in terms of liver steatosis used transabdominal ultrasonography with a Toshiba 500 Aplio brand model ultrasound device with 10 MHz convex probe with transient elastography method. Fatty Liver Index and Hepatic Steatosis Index (HSI) were calculated on the basis sample analyses. The endotrophin levels were studied with a Sunred enzyme-linked ımmunosorbent assay kit.
RESULTS: Endotrophin levels were found to be lower in the group with metabolic syndrome compared to the healthy group and results were statistically significant different (p<0.001). When the mean elastography results for the groups (in m/s and kPa) are compared, there were statistically significant differences found (p=0.001, p<0.001). There were statistically significant differences between HSI score with serum insulin levels and homeostasis model assessment results.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, a correlation was not found between endotrophin levels and fatty liver. Endotrophin is a parameter with newly discovered effects and is being researched for applicability and reliability in clinical practice.

13.Postmastectomy Pain Syndrome: A Retrospective Cohort Study About the Relationship of Histopathological Type and Comorbidities
Aslınur Sagün, Şebnem Rumeli Atıcı, Guldane Karabakan, Ahmet Dağ, Mustafa Azizoğlu
doi: 10.14744/scie.2020.04900  Pages 64 - 68
GİRİŞ ve AMAÇ: Literatürde, postmastektomi ağrı sendromuna (PMPS) yol açan birçok faktör araştırılsa da, tümörün patolojik tipi ve ek hastalık varlığı ile ilişkisi hakkında bir çalışma bulunmamaktadır. Amacımız, meme kanseri nedeniyle mastektomi uygulanmış hastalarda, PMPS sıklığını ve patolojik tip ve ek hastalık varlığının risk faktörü olma olasılığını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Meme kanseri nedeniyle 2008–2016 yılları arasında mastektomi uygulanmış 392 hastanın verileri geriye dönük olarak incelendi. Demografik verileri, cerrahi tipi, radyoterapi, kemoterapi, ek hastalık varlığı, tümörün patolojik tipi, aksiller diseksiyon, toplam ve metastatik lenf nodu sayısı, hastaların algoloji kliniğine başvuru durumu, Vizüel Analog Skala değeri, gabapentin ve/veya pregabalin kullanımı araştırıldı. Gabapentin ve/veya pregabalin kullanımı, PMPS varlığı açısından anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmamızda, PMPS insidansı %24.4 idi. İleri yaş (>50; %72.6) ve hipertansiyon (%33.3) ile PMPS araında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı. Cerrahi tipi, aksiller diseksiyon, total ve metastatik lenf nodu sayısı, radyoterapi, kemoterapi ve tümörün patolojik tanısı risk faktörü olarak değerlendirilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hipertansiyonun ileri yaş ile birlikte risk faktörü olması, bu konularla ilgili ileriye yönelik çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşündürmektedir. Ayrıca, geriye dönük çalışma olması nedeniyle, tüm patolojik tipler için eşit subgrup sayıları düzenlenememiştir. Sonuç olarak, her patolojik tanının eşit olarak gruplandırılığı ileriye yönelik çalışmalarla bu ilişkinin daha net ortaya çıkarılabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Although many risk factors that cause postmastectomy pain syndrome (PMPS) have been searched, in literature, no study was found on the pathological type and the presence of additional diseases. Its aimed to evaluate the frequency of PMPS and probability of being a risk factor of pathological type and the presence of additional diseases in whom underwent mastectomy for breast cancer.
METHODS: The data of 392 patients who underwent mastectomy for breast cancer between the years 2008 and 2016 were analyzed retrospectively. Demographic data, surgery type, radiotherapy, chemotherapy, presence of additional diseases, the pathologic diagnosis of the tumor, axillary dissection, number of total and metastatic lymph nodes, application status of the patients to Algology Clinic, VAS, Gabapentin, and/or Pregabalin usage were investigated. Gabapentin and/or Pregabalin usage was accepted as the presence of PMPS.
RESULTS: In our study, PMPS incidence was 24.4%. Statistically significant difference was detected between older age (>50; 72.6%) and hypertension (33.3%) with PMPS. The type of surgery, axillary dissection, number of total and metastatic lymph nodes, radiotherapy, chemotherapy, and the pathological diagnosis of tumor were not determined as risk factors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our determination of hypertension as a risk factor for PMPS with advanced age suggests that there is a need for prospective studies that address advanced age and hypertension. In addition, due to the retrospective study feature, an equal number of subgroups could not be made for all pathological types. Therefore, we think that this relationship can be revealed more clearly with prospective studies in which every pathological diagnosis is grouped equally.

14.Descemet Membrane Endothelial Keratoplasty Combined with Phacoemulsification and Intraocular Lens Implantation
Seyhan Kocabas, Baran Kandemir
doi: 10.14744/scie.2020.79847  Pages 69 - 74
GİRİŞ ve AMAÇ: Katarakt ile birlikte kornea endotel disfonksiyonu olan olgularda fakoemülsifikasyon ve göz içi lensi uygulaması ile kombine yapılan descemet membran endotelyal keratoplasti cerrahisinin (Triple DMEK) görsel anatomik sonuçlarının ve komplikasyonların değerlendirilmesi.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014–Temmuz 2018 tarihleri arasında Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Kliniği’nde Triple DMEK cerrahisi yapılan 32 hastanın 39 gözü geriye dönük olarak değerlendirmeye alındı. Olguların ameliyat öncesi ve sonrası 1., 3., 6. ve 12. aydaki düzeltilmiş en iyi görme keskinlikleri (DEİGK), endotel hücre sayısı (EHS), santral korneal kalınlığı (SKK), ortalama refraktif sferik eşdeğerleri (SE), tekrar hava verilme (THV) sıklığı ve komplikasyonları değerlendirildi.
BULGULAR: DEİGK ameliyat öncesi 1.22±0.32 logMAR iken (n=39), ameliyat sonrası 6. ayda 0.19±0.18 (n=33), 12. ay sonunda 0.11±0.09 (n=27) logMAR’a yükselmiştir (p<0.05; Wilcoxon test). EHS donör korneada 2771±284 hücre/mm2 (n=39) iken, ameliyat sonrası 6. ayda 1401±270 hücre/mm2 (n=32), 12. ay sonunda 1373±217 hücre/mm2’ye (n=24) düşmüştür (p<0.05). SKK ameliyat öncesi 696±99 µm’dan, ameliyat sonrası altıncı ayda 518±42 µm, 12. ay sonunda 517±35 µm’a düşmüştür (p<0.05). Ortalama refraktif SE ameliyat öncesi -0.57±0.69 D iken (n=21), altıncı ayda +0.47±0.65 D (n=31), 12. ay sonunda 0.48±0.67 D (n=27) olarak ölçüldü. On ikinci ayda hastaların %82’sinde ortalama sferik eşdeğer 1 D veya altında saptandı. Çalışmamızda 7 göze 1 kez (%17.9), 2 göze ise 2 kez (%5.12) THV işlemi yapıldı. Greft yetmezliği gelişen 7 gözün 6’sına tekrar DMEK, 1 göze ise penetran keratoplasti yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Triple DMEK cerrahisinin, düşük red reaksiyonu riski, öngörülebilir refraktif sonuçları, kapalı sistem cerrahisinin avantajları ve korneal sütür komplikasyonlarının ihmal edilebilir düzeyde düşük olması, düşük doz steroid tedavisinin yeterli olması nedeniyle kornea endotel disfonksiyonu ile birlikte kataraktı olan olgularda tedavi seçenekleri arasında ilk sıralarda olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: This study aims to assess visual anatomic outcomes and complications of Descemet Membrane Endothelial Keratoplasty (DMEK) combined with phacoemulsification and intraocular lens implantation in patients with coexisting endothelial dysfunction and cataract.
METHODS: Triple DMEK (DMEK with simultaneous cataract surgery) was performed in 39 eyes of the 32 patients. Best-corrected Visual Acuity (BCVA), Endothelial Cell Density (ECD), Central Corneal Thickness (CCT), Refractive Spherical Equivalent (RSE), air injections (Re-bubbling) frequency and complications were assessed preoperatively and postoperative months 1, 3, 6 and 12.
RESULTS: BCVA increased from 1.22±0.32 logMAR preoperatively to 0.19±0.18 (n=33) and 0.11±0.09 (n=27) at six months and 12 months after surgery, respectively (p<0.05; Wilcoxon test). The mean ECD of donor corneas decreased from 2771±284 cell/mm2 (n=39) to 1401±270 cell/mm2 (n=32) after six months and to 1373±217 cell/mm2 (n=24) after 12 months (p<0.05). Preoperative CCT decreased from 696±99 µm and to 518±42 µm and 517±35 µm 6 and 12 months after surgery, respectively (p<0.05). The mean RSE was -0.57±0.69 D (n=21) preoperatively and +0.47±0.65 D (n=31) and 0.48±0.67 D (n=27) 6 and 12 months after surgery. The mean RSE was detected ≤1D in 82% of the patients at 12th month. Re-bubbling was performed once in seven eyes (17.9%) and twice in two eyes (5.12%). Re-DMEK was performed in six of seven eyes of which graft failure developed, whereas penetrating keratoplasty was performed in one eye.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Triple DMEK may consistently give predictable refractive results without adverse endothelial function. Hence, triple DMEK can be considered as the primary treatment approach in cases with endothelial dysfunction and cataract.

15.The Impact of Graves’ Ophthalmopathy On Anterior and Posterior Ocular Structures: Ocular Imaging Based Study
Hatice Selen Sönmez Kanar, Murat Oklar, Aysegul PENBE, Aysu arsan, Engin Ersin Şimşek
doi: 10.14744/scie.2021.21043  Pages 75 - 79
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı Graves oftalmopatili (GO) hastalarda ön ve arka segment oküler parametreleri değerlendirmek ve sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 68 GO hastası ve 40 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. GO hastaları klinik aktivite skorlarına (KAD) göre iki gruba ayrıldı. KAD puanı ≥3/7 olan hastalar aktif GO, 3/7’den az KAD puanları inaktif GO olarak adlandırıldı. Sferik kırılma kusuru (SKK), astigmatik kırılma kusuru (AKK), merkezi kornea kalınlığı, göz içi basıncı ve aksiyel uzunluk (AU) kaydedildi. Subfoveal koroidal kalınlık (SFKT) ve global ve sektörel peripapiller retina sinir lifi tabakası kalınlığı (pRSLTK) spektral alan-optik koherens tomografi ile ölçüldü.
BULGULAR: Aktif GO hastaları, inaktif GO hastaları ve sağlıklı kontrollere kıyasla anlamlı derecede daha yüksek miyopik SKK ve AKK’ye sahipti (sırasıyla, p=0.040 ve 0.030). Ortalama AU değeri her iki GO grubunda kontrole göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha uzundu (p=0.048) ancak aktif GO ve inaktif GO olan hastalar arasında AU açısından anlamlı fark yoktu. Aktif GO ve inaktif GO olan hastalar, kontrollere göre anlamlı derecede daha yüksek SFKK’ye sahipti (p=<0.001). Ayrıca, aktif GO’lu hastalar, inaktif GO ve aktif GO hastalarına göre önemli ölçüde daha ince global pRSLTK, superio pRSLTK, inferior pRSLTK ve temporal pRSLTK’ye sahipti. İnaktif GO hastalarında sağlıklı kontrollere kıyasla sadece daha ince inferiyor pRSLTK vardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: GO hastalarında, özellikle aktif GO olan hastalarda refraktif durumda, SFKK ve pRSLKT’de önemli değişiklikler saptandı. Bu parametreler GO hastalarının değerlendirilmesinde ve ciddi oküler komplikasyonların önlenmesinde potansiyel yardımcılar olabilir.
INTRODUCTION: The aim of our study was to evaluate the anterior and posterior ocular parameters in patients with Graves’ ophthalmopathy (GO) compared to control.
METHODS: Sixty-eight patients with GO and 40 healthy controls were included in the study. The patients with GO were divided into two groups according to their clinical activity score (CAS). Patients with ≥3/7 CAS points were entitled as active GO and CAS points less than 3/7 were entitled as inactive GO. Spherical refractive error (SRE), astigmatic refractive error (ARE), central corneal thickness, intraocular pressure, and axial length (AL) were recorded. The subfoveal choroidal thickness (SFCT) and global and sectorial peripapillary retinal nerve fiber layer thickness (pRNFLT) were measured by spectral domain- optical coherence tomography.
RESULTS: The patients with active GO had significantly higher myopic SRE and ARE compared to patients with inactive GO and healthy controls (p=0.040 and 0.030, respectively). The mean AL was statistically significant taller in both GO groups than control (p=0.048) but there were no significant differences in AL between the patients with active GO and inactive GO. Patients with active GO and inactive GO had significantly higher SFCT than controls (p≤0.001). Furthermore, patients with active GO had significantly thinner global pRNFLT, superior pRNFLT, inferior pRNFLT, and temporal pRNFLT than patients with inactive GO and active GO. The patients with inactive GO had only thinner inferior pRNFLT compared to healthy controls.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The patients with GO had significant alterations in refractive status, SFCT, and pRNFLT, especially patients with active GO. These parameters might be potential adjuncts in the evaluation of GO patients and preventing ocular serious complications.

16.Touristic Bicycle Accidents in Princess Islands: A Retrospective Cohort Study
Avni Uygar Seyhan, Sevim Şen, Nihat Müjdat Hökenek, Erdal Yılmaz, Rohat Ak
doi: 10.14744/scie.2020.09821  Pages 80 - 85
GİRİŞ ve AMAÇ: Bisiklete bağlı yaralanmalar nedeniyle acil servise başvuran olguların karakteristik özelliklerini belirlemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Epidemiyolojik, geriye dönük ve tanımlayıcı bir çalışma olarak planlandı. Çalışmada 2014–2019 yıllarında S.B.Ü. İstanbul Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesinin Acil Servis’ine bisiklete bağlı yaralanmalar nedeniyle Adalar bölgesinden başvuran olgular geriye dönük olarak incelendi. Veriler hastanenin bilgisayar ortamında kayıtlı olan hasta dosyası kayıtları incelenerek kaydedildi. Son beş yıla ait hasta kayıtları incelenerek bisiklet kazası olgularına ait veriler; sosyodemografik özellikler, kaza ile ilgili özellikler, travma özellikleri ve mortalite özellikleri açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 1582 hasta dahil edildi. Hastaların %58.1’i (n=919) erkek, yaş ortalaması 24.14±11.95’dir. Hastaların hiçbirinde kişisel korucu önlem (kask, dizlik vb) yoktu. En çok travmaya maruz kalan bölgeler, alt/üst ekstremite %63.2 (n=993), baş/boyun %21 (n=333) bölgeleriydi. Mortalite oranı ise %0.8 (n=12) olarak bulundu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bisiklet kazalarında genç yaş grubundakiler etkilenmiştir. Baş/boyun travması ve intraparankimal kanamanın mortalite nedeni olduğu görülmüştür. Kazazedelerin kask gibi güvenlik önlemlerini kullanmadığı saptanmıştır.
INTRODUCTION: This study aims to identify the characteristics of applicants arriving at the emergency department due to bicycle-related injuries.
METHODS: This study was designed as an epidemiological, retrospective and descriptive analysis study. The cases between 2014 and 2019 presented in this study with bicycle-related injuries to the Department of Emergency of S.B.U. Istanbul Kartal Dr. Lutfi Kırdar Training and Research Hospital from Princess Island were analyzed retrospectively. The relevant data were recorded by examining patient files available in the electronic data of the hospital. Patient records from the last five years were examined and the data regarding bicycle accidents were evaluated concerning sociodemographic attributes, accident properties, trauma characteristics and mortality characteristics.
RESULTS: In this study, 1582 patients were included. 58.1% of the patients (n=919) were male, and the average age was 24.14±11.95. None of the patients had personal protective measures (e.g., helmets and knee pads). The major areas exposed to trauma were the lower/upper extremity with 63.2% (n=993) and the head/neck with 21% (n=333). The mortality rate was 0.8% (n=12).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the bicycle accidents, the individuals classified under the young age group were affected. Head/neck trauma and intraparenchymal bleeding were the main cause of mortality. It was observed that the victims were not taking security measures such as helmets.

REVIEW
17.Intrapelvic Causes of Sciatica: A Systematic Review
Ahmet Kale, Betul Kuru, Gulfem Basol, Elif Cansu Gundogdu, Emre Mat, Gazi Yıldız, Navdar Doğuş Uzun, Taner A Usta
doi: 10.14744/scie.2020.59354  Pages 86 - 94
Siyatik sinir, alt ekstremitenin bir siniridir. Spinal sinirlerden; dördüncü Lomber’den (L4) üçüncü Sakral’a (S3) kadar olan sinir köklerinin birleşmesi ile oluşur. Siyatik sinir, arka uyluk kaslarını innerve eder ve ek olarak duyusal fonksiyonu vardır. Siyatalji, siyatik sinirin irritasyonundan kaynaklanan ağrıya verilen isimdir. Siyatalji en yaygın olarak alt lomber sinir köklerinin (L4, L5 veya S1) sıkışması ile indüklenir. Jinekolojik, vasküler, travmatik, enflamatuvar ve tümöral bozukluklar gibi çeşitli intrapelvik patolojiler siyataljiye neden olabilir. Disk herniasyonunu taklit eden intrapelvik patolojiler çoğunlukla göz ardı edilir. Cerrahi yaklaşım ve laparoskopi veya robotik cerrahi ile fonksiyonel keşif, siyataljiye neden olabilen intrapelvik patolojilerin farkındalığını önemli ölçüde arttırmıştır. Hastanın intrapelvik patolojilere açısından detaylı incelenmesinin ardından cerrahi veya medikal tedavi gerekliliğine karar verilir; siyatik ağrı remisyonunda kayda değer sonuçlar alınabilir.
The sciatic nerve is the nerve of the lower limb. It is derived from spinal nerves, fourth Lumbar (L4) to third Sacral (S3). The sciatic nerve innervates the muscles of the posterior thigh and additionally has sensory functions. Sciatica is the given name to the pain sourced by irritation of the sciatic nerve. Sciatica is most commonly induced by compression of a lower lumbar nerve root (L4, L5, or S1). Various intrapelvic pathologies include gynecological, vascular, traumatic, inflammatory, and tumoral disorders that may cause sciatica. Intrapelvic pathologies that mimic disc herniation are quite always ignored. Surgical approach and a functional exploration by laparoscopy or robotic surgery have significantly increased the intrapelvic pathology’s awareness, resulting in sciatica. After a detailed assessment of the patient, which causes intrapelvic pathologies, deciding whether surgical or medical therapy is needed, notable results in sciatic pain remission can be done.

CASE REPORT
18.Candida Glabrata Infection in a Burn Patient
Ceren Çetin, Ayşe Karaaslan, Murat Dereli, Yasemin Akın, Halise Cankılıç, Gaye Filinte
doi: 10.14744/scie.2020.52523  Pages 95 - 98
Candida türleri normal florada bulunmaktadırlar ancak, bağışıklık sisteminin baskılanması, kateter kullanımı ve yoğun bakım ünitesinde yatmak gibi altta yatan hazırlayıcı faktörler sonucunda hastalık gelişimine neden olabilmektedirler. Candida glabrata çocuklarda hayatı tehdit eden ve nadir görülen mantar enfeksiyonudur. Bu yazıda, yanık ünitesinde yatan Candida glabrata kandidemisi gelişen 14 aylık hasta sunulmuştur. On dört aylık erkek çocuk yanık servisinde %9.5 oranında ikinci derece kaynar su ile haşlanma yanığı nedeniyle yatırıldı. Hastanın yatışının üç gününde ateş olması üzerine ampirik piperasillin-tazobaktam intravenöz tedavisi başlandı. Kan kültüründe üreme saptanmadı. Tedavinin beşinci gününde tekrar ateşi olması nedeniyle alınan kan kültüründe maya ön üreme bildirilmesi üzerine tedaviye intravenöz flukonazol eklendi. Üremenin Candida glabrata olması üzerine tedavi caspofungine olarak değiştirildi. Kontrol kan kültürde üreme saptanmadı. Candida glabrata nadir görülen ciddi enfeksiyon tablosuna sebep olabilen ve azollere dirençli olan, bir mantar türüdür. Bu olgumuzda bilinen bir immün yetersizlik tanısı, yoğun bakım yatışı ya da santral kateter kullanımı yoktu. Ancak yanık hastalarının da sekonder immünsüprese oldukları ve ciddi ve nadir enfeksiyonlara yatkın oldukları unutulmamalıdır.
Candida species are found in the normal human flora; however, predisposing factors, such as immunosuppression, intensive care unit stay, and catheter use, may cause progression to disease. Candida glabrata is a rare, but potentially life-threatening, fungal infection. This report describes the case of a 14-month-old male patient who developed Candida glabrata candidemia during hospitalization in the burn ward. The patient was admitted to the hospital with second-degree scald burns comprising 9.5% of the total body surface area. A fever was observed on the third day of hospitalization and empiric intravenous piperacillin-tazobactam therapy was initiated. A blood culture revealed no microorganism. Fluconazole was added to the patient’s therapy on the fifth day of treatment due to yeast reported on a blood culture taken after a recurrence of fever. Laboratory results indicated that the yeast was Candida glabrata and treatment with caspofungin was implemented. A control blood culture was sterile. Candida glabrata is a rare fungal pathogen, however, it can cause severe infection and is resistant to azoles. The classic risk factors of immunosuppression, intensive care unit admission, or catheter administration were not present in this case, yet it should be kept in mind that burn patients are secondarily immunosuppressed and prone to severe infections.

19.Medical and Surgical Management of Late-Term Posttraumatic Orbital Abscess
Özlen Rodop Özgür, Gizem Doğan Gökçe, Semih Bagatur, Seyhan Kocabaş, Şaban Şimşek
doi: 10.14744/scie.2020.00719  Pages 99 - 102
Orbital selülit ve abseleri çoğunlukla maksiller, etmoid ve frontal sinus enfeksiyonlarına sekonder gelişmektedir. Orbital travma sonrasında nadir olsada görülebilmektedir. Yabancı cisim ile meydana gelen penetran orbitafasial travma olgularında orbita içi dokularda yabancı cisim varlığı radyolojik görüntüleme yöntemleri yardımıyla dışlanmalıdır. Görüntülenemeyen yabancı cisimler için şüpheli muayene bulguları varsa yakın takip ve cerrahi eksplorasyonu gerekmektedir. Orbital abseler sıklıkla bakteriyel kaynaklı olsada değişkenlik göstebilir. Olası enfeksiyon durumunda kültür alınarak etken saptanmalı ve uygun tedavisi ivedilikle yapılmalıdır. Tedavi edilmeyen orbital enfeksiyonlar sonrası %10 olguda görme kaybı görülür. Kavernöz sinus trombozu, beyin absesi ve menenjit gibi ölümcül olabilen durumlarla sonuçlanabileceğinden erken tanınması ve zamanında tedavi edilmesi önemlidir. Bu olgu sunumuyla, ağaç dalı ile orbital yaralanma sonrası geç dönemde meydana gelen orbital abse olgusunu ve klinik yaklaşımımızı literatür bilgileri ışığında sunmayı amaçladık.
Orbital cellulitis and abscesses are typically secondary to a maxillary, ethmoid, or frontal sinus infection. Rarely, it may also be seen after orbital trauma. In cases of penetrating orbitofacial trauma caused by a foreign body, the presence of any foreign body in the intraorbital tissues should be investigated with radiological imaging, however, an initial examination may be insufficient. Suspicious examination findings require close follow-up and surgical exploration for non-visualized foreign bodies. Though orbital abscesses are often bacterial in origin, the causative agent varies depending on the etiology, and in cases of a possible infection, the culture should be studied and treated appropriately. Vision loss of some 10% can occur in an untreated orbital infection. Early recognition and timely treatment of an orbital infection is important in order to avoid potentially deadly conditions, such as cavernous sinus thrombosis, brain abscess, or meningitis. In this case report, a case of orbital abscess occurring after a tree branch-related orbital injury and the clinical approach applied for a 76-year-old patient are reviewed in the context of the relevant literature.

20.Parainfluenza Type 3 Virus as an Etiological Cause of Acute Urticaria
Öner Özdemir, Ece Cansu Okur
doi: 10.14744/scie.2020.77598  Pages 103 - 105
Akut ürtiker şikâyeti ile başvuran ve bronşiolit geliştikten sonra alınan nazofaringeal sürüntüsünden parainfluenza virüs tip 3 (PİV-3) elde edilen 11 aylık kız hasta klinikte akut ürtikerde nadir saptanan bir etiyolojik ajan dolayısıyla sunulmuştur. Bir haftadır süren tüm vücutta makülo-papüler döküntüye benzer kızarıklık, nezle, ateş yüksekliği ve öksürük şikayeti ile dış merkeze götürülen hasta orada başlanan tedaviye rağmen döküntü şikâyetlerinin bir hafta içinde geçmeyip artış göstermesi nedeni ile çocuk allerji ve immünoloji polikliniğine getirildi. Hastanın yapılan fizik muayenesinde vücutta yaygın ve tedaviye cevap vermeyen ürtikeryal döküntüsü ve ileri inceleme tedavi amacı ile çocuk allerji ve immünoloji servisine yatışı yapıldı. Yatışının ikinci gününde ve bronşiolit geliştikten sonra yapılan değerlendirmede akciğerlerde iki taraflı subkrepitan ral ve hırıltı olması nedeni ile hastaya salbutamol 6x0.15 mg/kg/doz nebül verildi. Hastaya ürtiker için feniramin 1.4 mg/kg/gün (iki dozda), ranitidin 2 mg/kg/gün (iki dozda) tedavisi başlandı. Alınan nazofarenks sürüntüsünde PİV-3 izole edildi. Çocukluk çağı akut ürtiker etiyolojisinde viral enfeksiyonların önemli bir yer tuttuğu unutulmamalıdır. Ürtikerle giden hastalıkların ayırıcı tanısında etiyolojik faktörler açısından ayrıntılı bir öykü ve enfeksiyona yönelik incelemelerin alınması gerekebilir.
Presently described is the case of an 11-month-old-girl diagnosed with acute urticaria due to parainfluenza virus type 3 (PIV-3). This rare etiological agent of urticaria was isolated from a nasopharyngeal swab after the development of bronchiolitis. The patient had received treatment at another clinic for a maculopapular skin eruption, rhinorrhea, fever, and a cough; however, after a lack of response and a progression of symptoms, she was brought to our pediatric allergy and immunology polyclinic. A physical examination revealed diffuse and resistant urticarial plaques on the body and she was admitted for further evaluation and therapy. Bronchiolitis developed and auscultation on the second day of admission revealed bilateral subcrepitant rales and wheezing. Treatment with salbutamol 6x0.15 mg/kg/dose was initiated, and pheniramine 1.4 mg/kg/day (in 2 doses) and ranitidine 2 mg/kg/day (in 2 doses) were added for the urticaria. PIV-3 was isolated from a nasopharyngeal swab. It is important to remember that viral infections can have a significant role in the etiology of acute urticaria in childhood. A detailed medical history and laboratory evaluations for infection may be needed for a thorough differential diagnosis and evaluation of etiological factors in urticarial disease.

21.A Rare Case of Nosocomial Urosepsis in an Elderly Patient: Sphingomonas Paucimobilis
Ayşegül Seremet Keskin, Filiz Kizilates, Kübra Demir Önder
doi: 10.14744/scie.2019.46362  Pages 106 - 108
Sphingomonas paucimobilis aerop, non-fermantatif, spor oluşturmayan, sarı pigmentli, çok yavaş hareketli gram negatif bir basildir. Bakteriyemi, pnömoni, kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonları, menenjit, peritonit, osteomiyelit, septik artrit, ameliyat sonrası endoftalmit, akciğer ve dalak apseleri, üriner ve biliyer sistem enfeksiyonlarına neden olabilmektedir. Sağlıklı ve immün sistemi baskılanmış kişilerde enfeksiyonlara yol açabilmektedir. Hastane su sistemine kolonizasyonu nedeni ile bildirilen salgınlar mevcuttur. Ayrıca hastanelerde hemodiyaliz ve steril ilaç solüsyonlarında bulunabilmektedir. Bu olgu, literatürde immünsuprese olmayan yaşlı hastalarda Sphingomonas paucimobilis’e bağlı gelişen ürosepsis olgularına nadir rastlandığı için sunulmuştur.
Sphingomonas paucimobilis is an aerobic, non-fermentative, non-spore-forming, yellow-pigmented, very slow-moving, Gram-negative bacillus. Sphingomonas paucimobilis can cause bacteremia, pneumonia, catheter-related bloodstream infections, meningitis, peritonitis, osteomyelitis, septic arthritis, postoperative endophthalmitis, lung and spleen abscesses, and urinary and biliary system infections. It can lead to infections in healthy and immunocompromised individuals through a variety of mechanisms. This report describes a rare case of urosepsis due to Sphingomonas paucimobilis.

LookUs & Online Makale