E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 35 (1)
Cilt: 35  Sayı: 1 - 2024
1. 
Front Matter
Front Matter

Sayfalar I - VIII

ARAŞTIRMA MAKALESI
2. 
Şok İndeks ve Modifiye Şok İndeksi, Gebeliğe Bağlı Hipertansif Bozukluklarda Morbiditeyi Tahmin Etmede Güvenilir Olabilir
Shock Index and Modified Shock Index Might be Reliable for Predicting Morbitidy in Pregnancy-Related Hypertensive Disorders
Kübra Çakar Yılmaz, Gül Çakmak, Ulgen Zengin, Sunullah Soysal, Ayten Saracoglu
doi: 10.14744/scie.2024.19052  Sayfalar 1 - 7
GİRİŞ ve AMAÇ: Maternal erken uyarı kriterleri sistolik – diyastolik kan basıncı (SKB/DKB), periferik oksijen satürasyonu ile idrar çıkışını içeren ve postoperatif komplikasyonların öngörülmesinde yararlı bir belirteçtir. Şok indeks (SI) ve Modifiye Şok indeks (MSI) ise hipovolemide sıvı ve transfüzyon ihtiyacının belirlenmesinde kullanılmaktadır. Bu çalışmada, gebeliğe bağlı gelişen hipertansif hastalıklarda postpartum kan transfüzyonu ihtiyacı, anne ve fetüste gelişebilecek komplikasyonların ve mortalitenin ön görüsü için erken uyarı sisteminin bir parametresi olarak SI ve / veya MSI kullanımı etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya yerel Etik Kurul onayı alındıktan sonra, 2012-2017 tarih aralığında preeklampsi, eklampsi, kronik hipertansiyon ve gebelik hipertansiyonu nedeniyle sezaryen operasyonu geçiren 13-47 yaş aralığında 192 hasta çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: Hastaların SI ile başvuru sırasındaki emboli ve aritmi arasında ve doğum sırasında MSI ile İntrauterin Büyüme Geriliği arasında pozitif korelasyon vardı (p<0.05). Başvuru sırasındaki SI ve MSI ile taze donmuş plazma ve Trombosit süspansiyonu transfüzyonu arasında anlamlı pozitif korelasyon bulunmaktadır. Doğum sırasındaki SI ile paketlenmiş kırmızı kan hücreleri, taze dondurulmuş plazma ve trombosit süspansiyonu transfüzyonu arasında anlamlı bir pozitif korelasyon vardır. Taze donmuş plazma teslimi ile paketlenmiş kırmızı kan hücresi transfüzyonları sırasındaki MSI arasında anlamlı pozitif korelasyon vardır (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Modifiye şok indeksi ve şok indeksinin gebelik ve postpartum kan transfüzyonuna bağlı hipertansif hastalıklarda maternal ve fetal komplikasyonları öngörmede önemli belirteçler olabileceği sonucuna varılmıştır.

3. 
Böbrek Nakilli Hastalarda Pulmoner Hipertansiyonun Nadir Bir Sebebi: Yüksek Akımlı Arteriyovenöz Fistül
A Rare Cause of Pulmonary Hypertension in Patients With Renal Transplant: High-Flow Arteriovenous Fistula
Serap Yadigar, Pınar Özdemir, Erman Özdemir
doi: 10.14744/scie.2024.75875  Sayfalar 8 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: Renal transplantasyon, günümüzde renal replasman tedavisinin en etkili şeklidir. Böbrek nakli olan hastaların çoğunda nakil öncesi hemodiyaliz öyküsü vardır. Bu nedenle hastaların çoğunda hemodiyaliz giriş yolu olan arteriyovenöz fistül (AVF) mevcuttur. Pulmoner hiper-tansiyonun nadir bir nedeni olan persistan yüksek akımlı AVF, transplantasyon sonrasında pulmoner hipertansiyon gelişen hastalarda göz ardı edilmemelidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda merkezimizde takip edilen ve nakil sonrası yeni pulmoner hipertansiyon gelişen renal transplant hastalarımızı retrospektif olarak sunduk. Pulmoner hipertansiyonun nadir nedenlerinden biri olan yüksek akımlı AVF’li hastalarımıza fistül kapatma işlemi gerçekleştirdik. İşlem sonrası 1. ay ve 3. ay takiplerde renal (kreatinin, glomeruler filtrasyon hızı (GFR), albumünüri, proteinüri), kardiyak (ejeksiyon fraksiyonu) ve pulmoner fonksiyon (pulmoner basınç) verilerimizi kaydettik. Takiplerde hastalarımızın renal kardıyoloji k ve pulmoner fonksiyonlarında iyileşme gözlemledik.
BULGULAR: Takiplerde hastalarımızın renal kardıyoloji ve pulmoner fonksiyonlarında iyileşme gözlemledik.
İşlem sonrası 1. ay ve 3. ay takiplerde renal (kreatinin, glomeruler filtrasyon hızı, albumünüri, peroteinüri), kardiyak (ejeksiyon fraksiyonu) ve pulmoner fonksiyon (pulmoner basınç) verilerimiz: AVF Kapatma işleminden sonra kreatin, proteinüri, albüminüri ve pulmoner arter basınç değerleri azalırken; GFR ve ejeksiyon fraksiyonu arttı. Değişiklikler istatistiksel olarak anlamlıydı (p değerleri <0.001)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Renal transplantlı hastalarda pulmoner hipertansiyon gelişebilir. Yüksek akımlı fistül pulmoner hipertansiyonun nadir nedenlerindendir. Renal nakilli hastalarda hastalarda pulmoner hipertansiyon sespleri arasında yüksek akımlı fistül varlığı akılda tutulmalıdır. Nefrologlar, yeni gelişen pulmoner hipertansiyon semptomları olan hastalarda yüksek akımlı AVF’nin varlığını akılda tutmalıdırlar.

4. 
Akut Kalp Yetmezliği Hastalarının Acil Servis Tekrar Başvurularını Etkileyen Faktörler
Factors Effecting Readmission of Acute Heart Failure Patients to Emergency Department
Ömer Faruk Gülsoy, Gorkem Alper Solakoglu, Ferhat Arslan, Çağatay Nuhoğlu, Şennaz Şahin
doi: 10.14744/scie.2023.67984  Sayfalar 13 - 19
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut kalp yetmezliği hastalarının acil servise tekrar başvurusunu nedenleri literatürde net olarak ortaya konmamıştır ve gelecekte bu hasta grubunun acil servisi daha sık kullanacağı öngörülmektedir. Çalışmamızda, acil servise akut kalp yetmezliği nedeni 90 gün içinde tekrar başvuran hastaların demografik, biyokimyasal, görüntüleme ve sonlanım değişkenlerinin tekrar başvuruya etkisini belirlemeye çalıştık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 1 Ocak 2019-1 Ocak 2021 tarihleri arasında 90 gün içinde akut dekompanse kalp yetmezliği nedeni ile acile servise tekrar başvuran olan hastalar dahil edildi. Hastaların demografik ve klinik özelliklerinin retrospektif analizi ve yeniden başvuruyu etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi yapıldı.
BULGULAR: Çalışmamıza ortalama 34±12.5 gün sonra tekrar acil servise başvuran 250 hasta dahil edildi.Hastaların yoğun bakım veya servise yatırılmaları ile 90 gün içinde tekrar başvurmaları arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. (p<0,005). Ek olarak acil serviste non-invazif mekanik ventilasyon alan hastaların acil servise tekrar almayanlara göre daha erken başvurmaktadır (p<0,005). Hastaların EF değerleri de erken tekrar başvuru ile ilişkili bulundu. (p<0,005). Pearson’ın R korelasyon analizi, 90 gün içinde furosemid kullanımı ile yeniden kabul arasında anlamlı bir ilişki olduğunu ortaya kondu (r=0.2015, p=0.0014).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırmamız, yeniden başvurunun NIMV kullanımı, furosemid kullanımı, hastanın ejeksiyon fraksiyonunun düşük olması ve hastane-ye yatıştan etkilendiğini göstermiştir. Sonuç olarak, acil serviste NIMV ve yüksek doz furosemid uygulanan hastaların ve düşük ejeksiyon fraksiyonu olan akut kalp yetmezliği hastalarını taburcu ederken titiz davranmak ve hastalar için takip stratejisi oluşturmak önem arz etmektedir.

5. 
Patellar İnstabilitesi olan Hastalarda Farklı Skorlamalar ve Hasta Bağımlı Sonuçların Korelasyonu
Correlations of Different Objective and Patient Related Outcome Measures for Patellar Instability Patients
Muhammed Enes Karatas, Mehmet Salih Söylemez, Mehmet Mete Oruç, Güray Altun
doi: 10.14744/scie.2023.87847  Sayfalar 20 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Patellar instabilite hastalarında modifiye Aberdeen Weight-Bearing Testi (Diz) (AWT-K) ve KSS (Knee Society Score) ile Tegner Lysholm (TL) skoru arasındaki korelasyonun etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Patella çıkığı nedeniyle tedavi edilen hastalar iki gruba ayrıldı. Birinci grup patellar instabilite nedeni ile opere edilen hastalardan, ikinci grup ise konservatif yöntemlerle takip edilen hastalardan oluşturdu. İzlem süresi, yaş, cinsiyet, Caton-Deschamps indeksi ve uygulanan cerrahi girişimlerin tipi kaydedildi. TL skorlama sistemi daha önce patellar instabilite tedavisi takibinde valide edildiğinden, KSS ve modifiye AWT-K skorlama sistemlerinin TL skorlama sistemi ile uyumu değerlendirilerek patellar instabilite takibindeki etkinliği incelenmiştir.
BULGULAR: TL ile toplam KSS puanları arasında orta düzeyde bir korelasyon bulundu. Ancak KSS alt grupları ES, SS, OKS, FAS ve TL arasındaki ilişki incelendiğinde; TL puanlama sistemi ile OKS, SS ve FAS arasında zayıf ve orta düzeyde bir korelasyon bulundu. Zayıf ve korelasyonsuz ES ve SS hariç tutulduğunda, TL puanı ile mtKSS arasında güçlü bir korelasyon vardı. TL puanları ile AWT-K 60 saniye ortalama yük farkı arasında düşük bir korelasyon vardı ve FA ile AWT-K 60 saniye ortalama yük farkı ve oranları arasında düşük bir korelasyon vardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: AWT-K testinin diz üzerine yük bindirme ile KSS bulguları ve TL skorlama sistemi arasındaki zayıf korelasyonu, patella instabilitesi olan hastalarda kısa dönem takiplerde yeterli bir takip aracı olmayabileceğini ortaya koymaktadır.

6. 
COVID-19 Pandemisinin Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’ne Kayıtlı Şizofreni Hastaları Üzerindeki Etkisi
The Impact of the COVID-19 Pandemic in Schizophrenia Patients Registered with the Community Mental Health Center
İsmail Koç, Ebru Akbuğa Koç
doi: 10.14744/scie.2024.85579  Sayfalar 27 - 33
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 pandemisinin Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’ne kayıtlı şizofreni hastaları üzerindeki etkisinin depresyon, intihar riski ve şiddete meyil açısından incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’ne (TRSM) kayıtlı ve düzenli olarak takibi yapılan hastalar üzerinde yapılmıştır. Çalışmaya DSM-V (American Psychiatric Association 2013)’e göre şizofreni tanısını karşılayan ve dahil edilme kriterlerine uyan yüz sekiz birey üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya katılmaya yazılı olarak onam veren bireyler sırasıyla Covid-19 pandemi döneminde hastane yatışı gerçekleşen (n=39), hastane yatışı olmayan ancak acil eylem planı yapılan (n=37) ve yatış veya acil eylem planı yapılmayan stabil hasta (n=32) şeklinde üç gruba ayrılmıştır. 18-65 yaş arasında olan, TRSM’den hizmet alıyor olan, en az iki yıldır şizofreni tanısı almış olan, hastalığın aktif döneminde olmayan, organik mental bozukluğu olmayan, ek psikiyatrik hastalığın olmayan, okur-yazar olan bireyler çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmada hastaların klinik ve sosyodemografik bilgilerini içeren anket, Calgary Şizofrenide Depresyon Ölçeği (CŞDÖ), Buss-perry Saldırganlık Ölçeği (BPSÖ) ve İntihar Olasılığı Ölçeği (İOÖ) kullanılmıştır.
BULGULAR: CŞDÖ ve BPSÖ skorlarında gruplar arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark bulunurken (p<0.05), İOÖ toplam skorunda ise gruplar arasında anlamlı bir fark olmadığı saptanmıştır (p>0.05). BPSÖ alt boyutlarda fiziksel, sözel saldırganlık ve öfke açısından gruplar arasında anlamlı bir farklılık bulunmazken (p>0.05), düşmanlık alt grubunda ise istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmıştır (p<0.05). İOÖ’nde Olumsuz benlik ve tükenme, düşmanlık alt boyutlarında gruplar arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunmaz iken (p>0.05), hayata bağlılıktan kopma alt boyutunda ise gruplar arasında anlamlı bir farklılık bulunmuştur (p<0.05). Eğitim düzeyi ve CŞDÖ değerleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı negatif yönde korelasyon saptanmıştır. (r: 0,451 p: 0.025).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda Covid-19 pandemi döneminde yatış yapan veya yatış yapmayan ama acil müdahale gerektiren hasta gruplarının stabil takipli hastalara göre CŞDÖ ve BPSÖ toplam skorlarının istatistiksel açıdan anlamlı bulunmasının TRSM takipli depresyona veya şiddete meyilli olan şizofreni hastalarının pandemi döneminden önemli derecede etkilendiklerini ve tedavi takiplerinin daha önem arz ettiği sonucunu göstermektedir.

7. 
Kolorektal Kanser Tarama Yaşının Düşürülmesinin Erken Tanı ve Tedavi Üzerindeki Etkisi: Türk Kohortunda Retrospektif Bir Çalışma
Impact of Lowering the Screening Age for Colorectal Cancer on Early Diagnosis and Treatment: A Retrospective Study in a Turkish Cohort
Cem Batuhan Ofluoğlu, Fırat Mülküt, Mehmet Mustafa Altıntaş, Ayhan Çevik
doi: 10.14744/scie.2024.45762  Sayfalar 34 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, Amerikan Kanser Derneği’nin kolorektal kanser (CRC) tarama yaşını 50’den 45’e düşürme önerisi doğrultusunda planlandı. Çalışmamız, 45-49 yaş arası Türkiye’deki hastalarda kolonoskopik polipektomi sonuçlarını değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Böylelikle kolorektal poliplerin ve malignitelerin prevalansı ve özellikleri incelenerek Türkiye için bir veri tabanı oluşturulması hedeflenmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz endoskopi ünitesinde Eylül 2020 ile Eylül 2023 tarihleri arasında gerçekleştirilen kolonoskopiler retrospektif olarak incelendi. Polip veya malignite tanısı almış 45-49 yaş aralığındaki hastalar çalışmaya dahil edildi. Verilerine ulaşılamayan hastalar, tam kolonoskopi yapılamayanlar, tarama amaçlı yapılan kolonoskopiler, malignite öyküsü ve polip sendromu olanlar, polipektomi sonrası takipte olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Çalışmaya alınan hastaların demografik bilgileri, kolonoskopi endikasyonları ve patolojik bulguları analiz edildi. İstatistiksel analizler SPSS sürüm 25.0 kullanılarak yapıldı ve p değeri <0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: 748 hastadan polip veya malignite tespit edilen 106’sı çalışmaya dahil edildi. Hastaların çoğunluğu erkek (%56.6), ortalama yaş 47.07±1.52 idi. Önemli kolonoskopi endikasyonları benign perianal hastalıklar (%34), bağırsak alışkanlıklarında değişiklik (%27.4) ve anemi (%12.3) idi. Poliplerin çoğu sol kolon ve rektumda yer alıyor, çoğunlukla düşük dereceli displazi adenomları (%68.9) ve yüksek dereceli displazi adenomları (%9.4) idi. Polip tespit oranı %14.2 ve malignite oranı %2.8 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Literatüre göre, 50 yaş ve üzeri kişiler için tarama programı kapsamında yapılan kolonoskopilerdeki polip ve malignite tespit oranı, çalışmamızda bulunan oranlarla benzerdir. Bu benzerlik temel alındığında, 45-50 yaş grubundaki hastaları tarama kapsamına almayı düşünmek uygun olabilir.

8. 
Covid-19 Salgını Öncesinde ve Sırasında Acil Servise Başvuran Motosiklet Kazası Vakalarının Değerlendirilmesi
Motorcycle Accident Cases Presented to the Emergency Department Before and During the COVID-19 Pandemic
Emre Çetin, Halil Doğan
doi: 10.14744/scie.2024.70048  Sayfalar 39 - 46
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 pandemisi öncesinde ve sırasında motosiklet kazası sonrası acil servise başvuran hastaları inceleyerek, bu kazaların görülme sıklığını, travma şiddetini ve hasta sonuçlarını karşılaştırmalı olarak değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif gözlemsel çalışmada, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Erişkin Acil Servisi’ne motosiklet kazalarından kaynaklanan yaralanmalarla başvuran 1.137 hastayı değerlendirdik. Motosiklet kazası sonrası acil servise başvurduğu belirlenen hastaların elektronik dosyaları taranarak yaş, cinsiyet, kan basıncı, nabız, oksijen saturasyonu, solunum sayısı, başvuru anındaki vücut ısısı, başvuru zamanı gibi bilgiler incelendi. Kaza, sürücünün bildirdiği kaza anındaki motosiklet hızı, kullanılan koruyucu ekipman, acil servise varış zamanı, acil serviste ve hastanede kalış süresi, hastaların kalış süresi boyunca uygulanan tedavi türleri veri formuna kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 1135 hastanın 129’u (%11.4) pandemi öncesinde, 1.006’sı (%88.6) pandemi döneminde acil servise başvurdu. 1.055 (%93) erkek hasta ve 80 (%7) kadın hasta vardı. Hastaların 145’i (%12.9) hastaneye yatırıldı, 990’ı (%87.2) hastaneden ayrıldı. Acil servisten ayrılanların 42’si (%3.7) tedaviyi reddetti, 35’i (%3.1) ise doktor onayı olmadan ayrıldı. Yatan hastaların 20’si (%1.8) yoğun bakıma, 4’ü (%0.4) diğer hastanelere sevk edildi. Hastane içi mortalite incelendiğinde 1.132 (%99.7) hastanın hayatta kaldığı, 3 (%0.3) hastanın ise öldüğü belirlendi. Tam vücut koruyucu ekipman kullanımına göre yaralanma yerleri arasındaki ilişki değerlendirilirken, baş ve boyun, akciğer, ekstremite, pelvis ve çoklu travma yaralanmaları açısından bir korelasyon bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Trafik yoğunluğu ne olursa olsun motosiklet sürücülerinin koruyucu ekipman kullanması kazalarda ciddi yaralanmaların önüne geçimektedir. EMTRAS ve ESI skorları motosiklet kazalarında mortalite ve morbiditeyi tahmin etmek için kullanılabilecek klinik tahmin araçlarıdır.

9. 
Hemoglobin A1c ile Hemogram Kaynaklı Yeni İnflamatuvar İndeksler Arasındaki İlişki
The Relationship Between Hemoglobin A1c and Hemogram-derived Novel Inflammatory Indices
Soner Yesilyurt, Ekmel Burak Ozsenel, Almila Senat, Osman Erinc
doi: 10.14744/scie.2024.07992  Sayfalar 47 - 53
GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik inflamatuvar bir durum olan diyabetin klinik yönetiminde hemogramdan elde edilen yeni inflamatuvar belirteçlerin önemini araştıran çalışmaların sayısı giderek artmaktadır. Bu çalışmada HbA1c ile Sistemik inflamatuvar indeks (Sİİ), Sistemik inflamasyon yanıt indeksi (SİYİ) ve Sistemik inflamasyon agregat indeksi (SİAİ) arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 22183 katılımcı HbA1c düzeylerine göre kontrol grubu (n=9100), prediyabet grubu (n=7087) ve diyabet grubu (n=5996) olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Bu 3 grupta hemogramdan elde edilen yeni inflamatuvar belirteçler Sİİ, SİYİ ve SİAİ değerlerinin yanı sıra C reaktif protein, sedimantasyon ve lökosit değerleri değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Her üç indeksin ortanca değerleri diyabet grubunda diğer gruplara kıyasla daha yüksek bulundu [Sİİ=515 (380-716), SİYİ=0.93 (0.66-1.35), SİAİ=248 164-374), p<0.001]. Kontrol grubunda, HbA1c ve glukoz değerleri inflamasyon indeksleri ile anlamlı bir korelasyon göstermemiştir (p>0.05). Ancak, prediyabet grubunda Sİİ ve SİYİ değerleri ile glukoz (r=0.033, p=0.006; r=0.040, p=0.001) ve HbA1c düzeyleri (r=0.038, p=0.001; r=0.069, p<0.001) arasında anlamlı korelasyonlar tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemogramdan elde edilen inflamatuvar indeksler, HbA1c düzeylerine bağlı olarak hasta gruplarında kademeli bir artış göstermiştir, ancak glukotoksisitenin bir göstergesi olarak HbA1c düzeyleri ile inflamatuvar belirteçler arasında zayıf korelasyonlar bulunmuştur. Hemogram klinik pratikte kolay ulaşılabilen ve yaygın olarak kullanılan bir testtir. Bu nedenle hemogramdan türetilen indeksler, glukotoksisiteye bağlı inflamasyonun değerlendirilmesinde geleneksel inflamatuvar belirteçlere alternatif olabilir. HbA1c düzeyleriyle pozitif korelasyon gösteren inflamasyonun yeni indeksler aracılığıyla saptanması, diyabet komplikasyonlarının öngörülmesinde yardımcı olabilir.

10. 
Uterin Prolapsus Cerrahisi Sonrası Miada Ulaşan Gebelik, Literatür Taraması ve Vaka Sunumu
Term Pregnancy Following Uterine Prolapse Surgery, Literature Review and Case Presentation
Gizem Boz İzceyhan, Eralp Bulutlar, Çetin kılıççı
doi: 10.14744/scie.2024.75508  Sayfalar 54 - 58
GİRİŞ ve AMAÇ: Pelvik organların vajina içine veya dışına fıtıklaşması, pelvik organ prolapsusu veya kısaca POP olarak bilinen durumdur. Şu anda, henüz doğurganlık çağında olan genç kadınlarda POP’u tedavi etmek için ne tür bir cerrahi prosedürün kullanılması gerektiği bilinmemektedir. Bu yazı, bu ameliyatı geçirdikten sonra miadına ulaşan gebe hastamızı sunmak ve POP’un cerrahi tedavisinde yeni bir yöntem olan vajinal yardımlı laparoskopik sakrohisteropeksi prosedürü ile ilgili literatür taraması yapmak amacıyla hazırlanmıştır.. Bu hedeflerin her ikisi de bu makalenin yazılmasıyla gerçekleştirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 32 yaşında iki normal spontan vajinal doğum öyküsü olan hasta vajinasında ele gelen kitle şikâyeti ile hastanemize başvurdu. Hastamızın doğurganlık çağında olması ve yakın gelecekte gebe kalmayı planlaması nedeniyle vajinal asiste laparoskopik sakrohisteropeksi (VALSH) olarak bilinen uterus koruyucu bir operasyon olmasını önerdik. Ameliyattan bir yıl sonra spontan gebeliği olan hasta, 38. gebelik haftasında sezaryen ile sağlıklı bir bebeğe sahip oldu.
BULGULAR: POP’un cerrahi tedavisinde yeni bir yöntem olan vajinal asiste laparoskopik sakrohisteropeksi prosedürü ile ilgili literatür taraması yaptık. Şu anda, henüz doğurganlık çağında olan genç kadınlarda POP’u tedavi etmek için ne tür bir cerrahi prosedürün kullanılması gerektiği bilinmemektedir. Çalışmalar, genç kadınların cerrahi tedaviyi takiben POP nüksetme ihtimalinin arttığını göstermiştir; ancak bugüne kadar cerrahi POP onarımının sonraki gebelikler üzerindeki etkisini ve bu gebeliklerde meydana gelen doğum şeklini araştıran hiçbir çalışma yapılmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gebeliğin 6. haftasında, 6. ayında ve doğumdan sonraki 12. ayında yapılan tetkiklerin hiçbirinde prolapsus rekürrensine dair bir bulguya rastlanmadı. Uyguladığımız cerrahi yöntemin gebelik beklentisi olan fertil çağdaki hastalar için uygun bir teknik olduğunu düşünmekteyiz. Prolapsus rekürensinin olmaması, gebeliğin miada ulaşabilmesi ve komplike hale gelmemesi düşüncemizi desteklemektedir.

11. 
COVID-19 Nedeniyle Yatan Hastalarda Serum ACE Düzeyi ile Hastalık Şiddeti Arasındaki İlişki
The Relationship between Serum ACE Level and Disease Severity in Patients Hospitalized Due To COVID-19 pneumonia
Berrin Zinnet Eraslan, Zeynep Yıldız, Sevda Şener Cömert, Nesrin Kıral, Ersin Demirer, Elif Torun Parmaksız, Ayşe Batırel
doi: 10.14744/scie.2024.48039  Sayfalar 59 - 64
GİRİŞ ve AMAÇ: Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS) COVID-19 patofizyolojisinde önemli bir rol oynamaktadır. RAS’ın bir parçası olan anjiyotensin dönüştürücü enzimin (ACE) COVID-19’daki rolü belirsizdir. Bu çalışma, COVID-19’da başvuru sırasındaki serum ACE düzeyleri ile hastalık şiddeti arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmayı amaçlamıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: COVID-19 pnömonisi nedeniyle Ocak 2021-Nisan 2021 tarihleri arasında kliniğimize yatırılan toplam 158 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar hastalığın şiddetine göre hafif-orta ve ağır pnömoni olarak iki gruba ayrılmıştır. İki grup yaş, cinsiyet, semptom ve bulgular, komorbiditeler, laboratuvar parametreleri, serum ACE düzeyi ve mortalite açısından karşılaştırılmıştır. Serum ACE düzeyi spektrofotometrik yöntemle ölçülmüştür.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 61 (min: 18 maks: 89) olup 85 (%53.5)’i erkekti. 106 (%66.7) hastada ek hastalık mevcuttu. En sık semptom sırayla dispne (%61), öksürük (%57.2) ve halsizlikti (%49.7). Ağır pnömoni olan grupta lökosit, C-reaktif protein, Ferritin, D-Dimer ve yattığı gün sayısı hafif-orta pnömoni grubuna göre daha yüksek olup fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (sırayla p=0.004, p<0.001, p=0.005, p=0.01, p<0.001). Ağır pnömoni grubunda yoğun bakım ünitesine gidiş, entübasyon ve mortalite oranları daha yüksekti(sırayla p=0.035, p=0.035, p=0.035). Hastaların ortalama serum ACE düzeyi 25.14 (min: 3.39- max: 75.28) U/L olup her iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı (p=0.61).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastaneye yatış sırasındaki serum ACE düzeyleri ile COVID-19 şiddeti arasında herhangi bir ilişki bulunmadı. Başvuru anındaki serum ACE düzeyinin hastalık şiddetini yansıtmadığı saptanmıştır.

12. 
Subkorakoid Efüzyon, Subskapularis Yırtıklarında Radyolojik Bir Belirteç Midir?
Subcoracoid Effusion in Subscapularis Tears Is it a Radiological Marker?
Ersin Şensöz, Engin Eceviz
doi: 10.14744/scie.2024.69320  Sayfalar 65 - 69
GİRİŞ ve AMAÇ: Ameliyat öncesi MR kesitlerinde subscapularis tendon rüptürünün teşhis edilmesi zor olabilir. Bu çalışmada subscapularis tendon yaralanmalarında subkorakoid efüzyonun (SE) daha sık görülüp görülmediği ve bunun bir belirteç olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada rotator manşet yırtığı nedeniyle ameliyat edilen 142 hastayı retrospektif olarak inceledik. Subskapularis tendon yırtığı olan hastalar 26 hastadan oluşan Grup 1 olarak sınıflandırılırken, subskapularis tendonu sağlam ancak diğer manşet patolojileri olan hastalar 116 hastadan oluşan Grup 2 olarak sınıflandırıldı. Tüm hastaların ameliyat öncesi MR kesitleri incelendi. Subkorakoid bursada efüzyon varlığını, subskapular bursada efüzyonu, akromiohumeral mesafeyi ve korakohumeral mesafeyi değerlendirdik.208 hastayı retrospektif olarak inceledik. Çalışmaya rotator manşet yırtığı nedeniyle ameliyat edilen 142 hastayı dahil ettik. Hastaların ameliyat öncesi MR görüntülerini ve ameliyat notlarını inceledik. Subskapularis rüptürü olan hastalar 26 hastadan oluşan Grup 1 olarak sınıflandırılırken, subskapularis sağlam ancak diğer manşet patolojileri olan hastalar 116 hastadan oluşan Grup 2 olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: Gruplar arasında cinsiyet, yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmedi. 142 hastanın 26’sında (%18) artroskopik olarak doğrulanmış Ssc yırtığı vardı. Bunlardan 22’si onarıldı, 4’üne debridman uygulandı. Akromiohumeral mesafe (p: 0.253) ve korakohumeral mesafe (p: 0.12) açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu. Gruplar arasında subskapular bursa efüzyonu açısından anlamlı fark bulunamadı (p: 0.81). Gruplar arasındaki SE farkı istatistiksel olarak anlamlıydı (p: 0.0003).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ile ameliyat öncesi dönemde çekilen MR görüntülerinde subkorakoid efüzyon görülmesinin subskapularis yırtıklarının tanısındaki etkinliğini ortaya koyduk. Subskapularis yırtığı olan hastalarda anlamlı olarak daha sık görüldüğünü bulduk.

13. 
Absolu Glokom Hastalarında Siklokriyoterapi Tedavisinin Ağrı Üzerine Etkinliği
Efficacy of Cyclocryotherapy on Pain in Patients with Absolute Glaucoma
Burcu Yelmi, Anıl Ağaçkesen, Burak Tanyildiz, Şaban Şimşek
doi: 10.14744/scie.2023.24582  Sayfalar 70 - 73
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı maksimum medikal tedaviye rağmen ağrısı olan ve görme hissi olmayan 63 absolu glokom hastasına ağrı kontrolü için uygulanan siklokriyoterapi tedavisinin kısa dönem etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Absolu glokom olarak tanımlanan 63 glokom hastasının 63 gözü çalışmaya dahil edildi. Hastaların işlem öncesi ve sonrasındaki 1 ve 3. aydaki göz içi basınçları, kullandıkları ilaç sayıları, ağrı durumları ve tekrar uygulama gereksinimleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların 13’ü kadın 40’ı erkekti. Yaş ortalaması 59.4+-17.5 idi. Hastaların 50 si neovasküler glokom, 3ü konjenital glokom,1’i primer açık açılı glokom ve 9’u açı kapanması glokomu tanılıydı. Preoperatif ortalama göz içi basıncı 50,7 mmHg +-12 mm-Hg iken post operatif 1. ayda 37.9+-15 mm-Hg, 3. ayda 28.5+-15.8 mm-Hg olarak bulundu. İşlem öncesi ve sonrasında 1 ve 3. ayda göz içi basıncında elde edilen düşüş istatistiksel olarak anlamlıydı. (p<0.0001) Ağrı kontrolü işlem sonrası birinci ayda %85, üçüncü ayda %96 olarak bulundu. İşlem öncesi ve sonrası kullanılan ilaç miktarları sırasıyla 3 ve 2.3±0.9 olarak bulundu ve bu değer istatstiksel olarak anlamlı görüldü. (p<0.0001) Hiçbir hastada fitizis görülmezken ağrı kontrolü sağlanamaması nedeniyle 2 hastaya eviserasyon uygulandığı tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Siklokriyoterapi glokomun cerrahi ve medikal tedavisinde yeni seçeneklerin bulunmasıyla eski popülerliğini kaybetmesine rağmen ağrı kontrolü sağlanamayan hastalarda non invazif, ucuz ve kolay uygulanabilir bir yöntem olmasıyla eviserasyon öncesi tercih edilebilir bir tedavi seçeneği olabilir.

14. 
Hepatektomi Sonrası Laktat Seviyesi ile Sıvı Yönetimi Arasındaki İlişki
The Relationship Between Lactate Level and Fluid Management After Hepatectomy
Mustafa Çolak, İlhan Ocak
doi: 10.14744/scie.2024.82698  Sayfalar 74 - 78
GİRİŞ ve AMAÇ: Hepatektomi gibi cerrahi işlemlerin ardından başarılı sonuçlar elde edebilmek için çeşitli fizyolojik ölçümlerin dikkatlice izlenmesi gerekmektedir. Bu ölçümler arasında, doku perfüzyonu ve oksijenasyonunun önemli bir göstergesi olan laktat seviyeleri de yer almaktadır. Özellikle postoperatif dönemde, arteriyel kan laktat (ABL) düzeyleri, doku perfüzyonunun izlenmesi açısından öenmli bir yere sahiptir. Optimal bir sıvı dengesinin korunması ise, doku perfüzyonunun sürdürülmesi ve potansiyel komplikasyonların önlenmesi için kritik öneme sahiptir. Bu çalışmanın amacı, postoperatif dönemde hastaların ABL düzeyleri ile sıvı tedavisi arasındaki ilişkiyi incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, hepatektomi sonrası yoğun bakım ünitesinde tedavi gören hastaların sonuçlarını incelemek için retrospektif bir çalışma olarak tasarlandı. Sıvı tedavisinin hastaların klinik sonuçları üzerindeki etkisini değerlendirmek için hastaların aldığı sıvı miktarları hesaplandı. Başlangıç arteriyel kan laktat seviyeleri, en yüksek laktat seviyeleri, laktatın vücuttan atılma hızı, asidoz durumu ve arteriyel kan gazı analizlerindeki baz açığı değerleri kaydedildi. Arteriyel kan gazı parametreleri, ABL trend parametreleri ve sıvı tedavisi arasındaki ilişkiyi belirlemek için Pearson Korelasyon Testi kullanıldı ve p<0.05 anlamlı olarak olarak kabul edildi.
BULGULAR: Bu çalışmada, hepatektomi operasyonu geçirmiş toplam 108 hasta incelenmiştir. Hastaların ABL seviyelerini normal aralığa düşene kadar ortalama olarak 42.3cc/kg sıvı verilmiştir. Ayrıca, izlem süresince gözlemlenen en yüksek ABL değerleri ile verilen toplam sıvı miktarı arasında anlamlı bir korelasyon saptanmıştır (r: 0.385, p<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada, ABL düzeyleri ve sıvı alımı arasında bir ilişki olduğunu tespit edilmiştir. Yüksek laktat seviyelerinin, sepsis benzeri bir durumu ve yoğun sıvı tedavisi gerektiren bir metabolik durumu işaret ettiği düşünülmektedir. Bu sonuçlar, hepatektomi geçiren hastalarda ABL seviyelerinin takibinin, sıvı tedavisi ihtiyacını ve hastanın yakın izlem süresini tahmin etmede kullanılabilecek önemli bir araç olduğuna işaret etmektedir. Arteriyel kan laktat takibi, hastaların postoperatif dönemdeki yönetimi ve takibinde kritik bir rol oynayabilir.

15. 
PKOS’lu Hastalarda Serum Adiponektin ve Kisspeptin Düzeyleri ile İnsülin Direnci Arasındaki İlişki
Relationship Between Serum Adiponectin and Kisspeptin Levels and Insulin Resistance in Patients With Pcos
Muserref Banu Yılmaz, Sadik Sahin, Belgin Devranoğlu, Miray Nilufer Cimsit Kemahli, Zeynep Çelik, Beyza Nur Özkan, Eray Metin Guler, Ebru Kale
doi: 10.14744/scie.2024.38268  Sayfalar 79 - 84
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada PKOS’lu hastalarda serum adiponektin ve kisspeptin düzeyleri ile insülin direnci arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üçüncü basamak bir merkezde PKOS tanısı alan 144 hasta çalışmaya dahil edildi. İlk ziyarette boy ve kilo ölçümleri kaydedildi ve adet fonksiyonları sorgulandı. Ultrasonografik değerlendirme ve hormonal değerlendirme sonrasında hastalar insülin direncine (IR) göre gruplara ayrılarak hormonal parametreler açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ağırlık ve VKİ insülin dirençli grupta anlamlı olarak yüksekti (p=0.018, p=0.012). İnsüline dirençli grubun ortalama açlık glukozu, açlık insülin düzeyi ve HOMA indeksi sırasıyla dirençli olmayan gruba göre anlamlı olarak yüksekti (p<0.001). LH/FSH oranları IR+ grupta anlamlı derecede düşüktü (1.33’e karşı 1.58, p<0.05). Adiponektin ve kisspeptin düzeyleri açısından gruplar arasında anlamlı bir fark gözlenmedi, ancak IR- grubundaki ortalama kisspeptin düzeyi IR+ grubuna göre daha yüksekti (32.72’ye karşı 19.36, p=0.067). Adiponektin ve kisspeptinin FSH ile çok zayıf bir pozitif ilişkisi olduğu bulundu (r=0.169 ve 0.171).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adiponektinin obezite ve tip 2 diyabette azaldığı bilinmekte olup, insülin direnci olan PKOS hastalarında farklılık göstermemektedir. Hipotalamik bir peptit olan ve PKOS’lu hastalarda artmış LH seviyeleri ile ilişkili olan Kisspeptin, IR+ grubunda daha düşük bulundu. Kisspeptin ve adiponektinin PKOS ve insülin direnci mekanizmalarındaki rolünü netleştirmek için BMI eşleşmiş sağlıklı kontrollerle daha geniş bir örneklemde incelenmesine ihtiyaç vardır.

16. 
Tip 2 Diyabetli Hastalarda Mikroalbuminüri ile Serum Ürik Asit Seviyeleri Arasındaki İlişki
The Relationship Between Microalbuminuria and Serum Uric Acid Levels in Patients With Type 2 Diabetes Mellitus
Nazire Aladağ, Funda Müşerref Türkmen
doi: 10.14744/scie.2024.99975  Sayfalar 85 - 90
GİRİŞ ve AMAÇ: Giderek artan kanıtlar, ürik asit sentezindeki oksidanların, inflamasyonu ve endotel disfonksiyonunu indükleyerek böbrek fonksiyon bozukluğuna ve kardiyovasküler hastalıklara neden olabileceğini düşündürmektedir. Diyabetik hastalarda ırk ve etnik kökene bağlı olarak inflamasyon ve albüminüri korelasyonlarında farklılıklar kaydedilmiştir. Ancak tip 2 diyabetli Türk hastalarda bu konuda yapılan çalışmalar sınırlı kalmaktadır. Bu çalışmada tip 2 DM hastalarında serum ürik asit düzeyleri ile mikroalbüminüri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif kesitsel çalışmaya T2DM’li 80 hasta dahil edildi ve iki gruba ayrıldı: mikroalbüminürisi olan 40 hasta (24 saatlik idrar proteinürisinde 30-300 mg) ve olmayan 40 hasta (24 saatlik idrar proteinürisinde <30 mg). 12 saatlik açlık sonrası hastalardan alınan venöz kan örneklerinin analizi ile biyokimyasal parametreler değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışma popülasyonunun yaş ortalaması 57.8±11.6 yıldı. Ortalama ürik asit (4.7±1.5 vs. 4.0±1.1, P=0.036) ve ortalama kreatinin klirensi (114.6±5.8 vs. 98.1±3.4, P=0,050) mikroalbüminürisi olmayan gruba göre mikroalbuminürisi olan grupta daha yüksekti. 24 saatlik idrar protein düzeyleri HbA1C (r=0.305, P=0.036), ürik asit (r=0.308, P=0.032) ve kreatinin klirensi (r= 0,294, P=0.050) ile pozitif korelasyon gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mikroalbuminürisi olan Tip2 DM hastaların ürik asit seviyesi daha yüksek değerdeydi. Artan ürik asit düzeylerinin diyabetik nefropati, son dönem böbrek yetmezliği ve kardiyovasküler hastalık gelişimi üzerindeki potansiyel etkileri göz önüne alındığında, T2DM hastalarında ürik asit düzeylerinin rutin olarak izlenmesi prognostik açıdan önemli olabilir.

17. 
Yaşlılarda Alt Gastrointestinal Endoskopi: Tek Merkez Deneyimi
Lower Gastrointestinal Endoscopy in Elderly: A Single-center Experience
Muhammer Ergenç, Tevfik Kıvılcım Uprak
doi: 10.14744/scie.2022.15013  Sayfalar 91 - 97
GİRİŞ ve AMAÇ: Endoskopik işlemler, bu yaş grubunun artan nüfusu ile birlikte 65 yaş üstü hastalarda sıklıkla uygulanmaktadır. Bu popülasyonda komorbiditelerin endoskopik girişimler için esktra risk oluşturduğu düşünülmektedir. Bu çalışma, yaşlı popülasyonda alt gastrointestinal endoskopinin etkinliğini ve güvenliğini değerlendirmeyi amaçlamıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İstanbul Sultanbeyli Devlet Hastanesi Endoskopi Ünitesinde Ocak 2016-Ocak 2021 tarihleri arasında alt gastrointestinal endoskopi yapılan 65 yaş üstü hastaların verileri retrospektif olarak incelendi. Bu çalışma yerel Etik Kurul tarafından onaylandı ve ClinicalTrials.gov’a (NCT05012527) kaydedildi. Toplam 564 hastanın sıralanan parametreleri analiz edildi: Endikasyonlar, endoskopik bulgular, histopatolojik bulgular ve alt gastrointestinal endoskopi komplikasyonları.
BULGULAR: Kolonoskopilerde çekal entübasyon oranı %90 olarak saptandı. Yetersiz barsak temizliği oranı kolonoskopilerde %12.4 ve tüm alt gastrointestinal endoskopi işlemlerinde %13 saptandı. Yüzde 6 malignite tespit edildi. Kolonoskopilerde polip görülme oranı yaklaşık %45 idi ve polipler ağırlıklı olarak kolonun sol tarafında tespit edildi. Kolonoskopilerde genel tanı verimi %48,7 ve kolorektal kanser tanı koyma oranı %5.9 saptandı. Komplikasyon oranı %1.2 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, kolonoskopinin yüksek tanısal verime sahip olduğunu ve yaşlı hastalarda güvenle uygulanabileceğini göstermiştir.

LookUs & Online Makale