E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 27 (1)
Cilt: 27  Sayı: 1 - 2016
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
Renal Arter Lezyonlarının Endovasküler Tedavisi: On Beş Olgu Sunumu
Endovascular Treatment of Renal Artery Lesions: A Report of 15 Cases
Ahmet Akça, Ercüment Çiftçi, Sevtap Gümüştaş
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.31549  Sayfalar 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Renal arter lezyonları sık görülen ve tedavi gerektiren lezyonlardır. Bu yazıda renal arterin anevrizma, psödoanevrizma, arteriyovenöz malformasyon ve arterivenöz fistül lezyonlarının endovasküler tedavi yöntemlerindeki başarıyı değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ağustos 2009 ve Nisan 2012 tarihleri arasında renal arter lezyonu nedeni ile hastanemizde tedavi edilen hastalar geriye dönük olarak tarandı. Toplam 13 hastada (yedi kadın, altı erkek), yedi renal arter anevrizması, altı renal arter psödoanevriması, bir arteriyovenöz malformasyon ve bir arteriyovenöz fistül işlem öncesi yapılan bilgisayarlı tomografi ile tespit edildi.
BULGULAR: Bütün hastalarda başarılı bir şekilde endovasküler tedavi yapıldı. Arteriyovenöz malformasyon olan hastada N-butyl 2-cyanoacrylate embolizasyon, arteriyovenöz fistül olan hastada Guglielmi Detachable Coil (GDC) embolizasyon, psödoanevrizma hastalarından biri GDC koil ile diğerleri N-butyl 2-cyanoacrylate ve bütün anevrizma hastaları GDC embolizasyon ile tedavi edildi. Bir anevrizma hastasında stent eşliğinde koil emboilasyon yapıldı. İşlem sırasında komplikasyon gelişmedi. İşlem sonrası takip amaçlı yapılan bilgisayarlı tomografide beş hastada klinik bulgu vermeyen parsiyel enfarkt gelişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Renal arter lezyonlarının endovasküler tedavisi cerrahiye gore minör komplikasyonları olan güvenilir ve başarılı bir tedavi yöntemidir. Bu sebeple renal arter lezyonlarında endvasküler tedavi birinci seçenek olarak düşünülmedilir.
INTRODUCTION: Renal artery lesions frequently occur and may require intervention. The aim of the present study was to describe technical considerations of endovascular treatment of aneurysms, pseudoaneurysms, arteriovenous malformation, and arteriovenous fistula of the renal artery.
METHODS: From August 2009 to April 2012, the cases of 13 patients (7 women and 6 men) with 15 renal artery lesions were retrospectively analyzed. All patients underwent endovascular treatment. Preprocedure computed tomography (CT) and postembolization control angiography were performed. Seven true renal artery aneurysms, 6 renal artery pseudoaneurysms, 1 arteriovenous malformation, and 1 arteriovenous fistula were defined using CT and angiography.
RESULTS: Successful endovascular treatment was performed in all patients. N-butyl 2-cyanoacrylate embolization was performed in the case of the arteriovenous malformation, Guglielmi detachable coil (GDC) embolization was performed in the case of the arteriovenous fistula, and all pseudoaneurysm patients were treated with N-butyl 2-cyanoacrylate embolization, with the exception of 1, who was treated with GDC embolization. GDC embolization was likewise performed in all aneurysm patients. In 1 aneurysm patient, stent-assisted coil embolization was performed. No complications or periprocedural mortality occurred. On follow-up imaging, partial infarct was detected in 5 patients with no clinical evidence of organ insufficiency.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endovascular treatment of renal artery lesions is a safe and highly successful procedure with minor complications, compared to surgery. Thus, endovascular approach should be considered the first choice of treatment in cases of renal artery lesions.

2.
Diyabet Nedeniyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Tip 2 Diabetes Mellitus Hastalarının Geriye Dönük Değerlendirilmesi
Retrospective Evaluation of Geriatric Type 2 Diabetes Mellitus Patients Admitted to Emergency Services as Result of Diabetes
Seydahmet Akın, Cumali Yalçın, Sinan Kazan, Salih Kılıç, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.58219  Sayfalar 7 - 10
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada diyabet sebebiyle acil servise başvurmuş olan geriatrik tip 2 diyabetik hastaları geriye dönük olarak değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak-Ağustos 2013 tarihleri arasında acil servise başvuran tüm geriatrik hastaların dosyaları incelendi. Diyabet ve ilişkili akut komplikasyonlar sebebiyle başvuran hastalar çalışmaya alındı.
BULGULAR: Hastaların %28.2’sinde (n=42) hipoglisemi, %26.9’unda (n=40) hiperglisemik hiperosmolar durum saptandı. Hiperglisemi, diyabetik ketoasidoz, diyabetik ayak enfeksiyonu ve laktik asidoz sırasıyla %20.1 (n=30), %16.1 (n=24), %6.7 (n=10) ve %2 (n=3) tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Geriatrik hastalarda diabetes mellitusun takip ve tedavisinde bazı zorluklar olabilir. Bu konuda daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to retrospectively evaluate geriatric type 2 diabetic patients admitted to emergency services as a result of diabetes.
METHODS: All files of geriatric patients admitted to emergency services between January and August 2013 were analyzed. Patients admitted as a result of diabetes and related acute complications were included in the study.
RESULTS: Hypoglycemia was diagnosed in 28.2% (n=42) of patients, and hyperglycemic hyperosmolar state was found in 26.9% (n=40). Hyperglycemia, diabetic ketoacidosis, diabetic foot infection, and lactic acidosis were diagnosed in 20.1% (n=30), 16.1% (n=24), 6.7% (n=10), and 2% (n=3) of patients, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Difficulties can occur in follow-up and treatment of diabetes mellitus in geriatric patients. Further comprehensive studies are needed on the topic.

3.
ESWL Erkeklerde Cinsel Fonksiyonları Etkiliyor mu?
Do the ESWL Affect the Sexual Functions in Men?
Cahit Şahin, Kemal Sarıca
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.06977  Sayfalar 11 - 15
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada üriner sistem taşlarında uygulanan “extracorporeal shock wave lithotripsy” (ESWL) yönteminin erkeklerde cinsel fonksiyonlar üzerine olan etkisi araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Mayıs 2012 - Aralık 2012 tarihleri arasında ESWL uygulanan toplam 114 hasta alındı. Birinci ayın sonunda hastalar değerlendirilerek üç gruba ayrıldı: Grup 1, tamamen taşsız kalanlar; Grup 2, <4 mm residü taşı kalanlar ve Grup 3, ek girişim yapılan hastalar. İşlemden sonra birinci ve üçüncü ayın sonunda “International Index of Erectile Function” (IIEF-5) formu yeniden uygulandı ve her üç gruptaki hastaların skorları işlem öncesi sonuçlar ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 114 olgunun yaş ortalaması 41.7 yıl (dağılım, 20–63), ortalama taş boyutu 16.5 mm (dağılım, 10–25) mm idi. Birinci tüm grupların IIEF-5 skorları işlem öncesi ve işlem sonrası değişimler açısından değerlendirildiğinde; birinci ayda IIEF-5 skorlarında anlamlı bir düşüş meydana geldi. Üçüncü ayda ise grup 1 ve grup 2’deki hastalarda IIEF-5 skorları işlem öncesi seviyelere dönerken, grup 3’deki düşüşün devam ettiği görüldü (p=0.039).
TARTIŞMA ve SONUÇ: ESWL işleminin erkeklerde seksüel disfonksiyona neden olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu konuda ileriye yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır
INTRODUCTION: The aim of the present study is to investigate the impact on male erectile function of extracorporeal shock wave lithotripsy (ESWL) performed on kidney stones.
METHODS: A total of 114 patients who had ESWL therapy between May-August 2012 evaluated were divided into 3 groups at the end of first month. Patients without kidney stones were in Group 1, patients who had residual fragments were in Group 2, and patients who required additional intervention were in Group 3. Patients’ initial scores on the International Index of Erectile Function (IIEF)-5 questionnaire were compared with results after completing the questionnaire again at the end of first and third months.
RESULTS: Mean age of 114 patients included in the study was 41.7 (range: 20–63) years of age, mean stone size was 16.5 (range: 10–25) mm. Differences in IIEF scores before and after treatment were evaluated and there was a statistically significant reduction in erectile function after the first month in all groups. IIEF scores of patients in Group 1 and Group 2 returned to initial values at the end of 3 months, and Group 3 saw additional reduction (p=0.039).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We have to consider the increasing of sexual disfunction which depends on performing ESWL and additonal surgical interventions after ESWL.

4.
Bonzai-İlişkili Solunumsal/Kardiyovasküler Komplikasyonların Analizi: Üniversite Hastanesi Deneyimi
Analysis of Bonsai-Associated Respiratory/Cardiovascular Complications: University Hospital Experience
Emre Salçın, Merter Gümüşel, Serkan Emre Eroğlu, Kerem Ali Kabaroğlu, Haldun Akoğlu, Özge Onur, Arzu Denizbaşı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.43650  Sayfalar 16 - 20
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, hastane başvuruları giderek artan sentetik kannabinoid türevi “bonzai” adlı maddeyi kullanım sonrası acil servise başvuran hastaların genel analizini yapmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bonzai isimli maddeyi kullanım sonrası solunumsal veya kardiyovasküler komplikasyon gelişen hastaları çalışmaya aldık. Analiz için toplanmış olan elektrokardiogram ve vital bulgular sonuçları, kan gazı sonuçları veri tabanına kaydedildi. Veriler frekans ve ki-kare testi kullanılarak analiz edildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilme kriterlerine sahip 24 hastadan bilgilerine eksiksiz ulaşılan 20 hasta çalışmaya alındı. Hastaların Glaskow Koma Skoru (GKS) 3’ünde (%15) >13, 12’sinde (%60) 9–13 arasında iken 5’inin (%25) <9 idi. Bir hasta GKS: 3 ve kardiyak arrest olarak getirildi, başarılı resüsitasyon sonrası yoğun bakıma devredildi. On yedi (%85) hastada respiratuvar asidoz saptandı ve pCO2 >45 mmHg saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: “Bonzai” gibi sentetik kannabinoid türevlerine ulaşım çok kolaydır. İçeriği sürekli değişen bu maddelerin değişkenlik gösteren yan etki profilleri dikkate alınmalıdır; Bonzai preperatları kullanımıyla özellikle solunum depresyonuna bağlı ölümler gerçekleşebilir.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to analyze the gradually increasing number of patients who admit during emergency room admittance to having used a synthetic cannabinoid derivative, “bonsai.”
METHODS: Patients who admitted to having used “bonsai” and with symptoms of respiratory/cardiovascular complications were included. Electrocardiogram findings, vital signs, and blood gas values were recorded in a database and pooled for analysis. Data were analyzed using frequencies and chi-square tests.
RESULTS: Of the 24 patients with complications that matched the inclusion criteria, the data of 20 patients were examined. While 3 (15%) patients had Glasgow Coma Scores (GCSs) >13, 12 (60%) had GCSs of 9–13, and 5 (25%) had GCSs <9. One patient with a GCS of 3 experienced cardiopulmonary arrest and was hospitalized in the ICU following successful cardiopulmonary resuscitation. Respiratory acidosis was determined in 17 (85%) patients with pCO2 >45 mmHg.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Synthetic cannabinoid derivatives such as “bonsai” are easy to obtain. It should be remembered that the components change continuously and may cause different side effects. Use of products such as “bonsai” may cause death by respiratory depression.

5.
Önemi Belirlenemeyen Atipik Skuamöz Hücrelerle Sekiz Yıllık Deneyim ve Küçük Sitolojik Anomalilerinin Klinik Önemi
Clinical Significance of Minor Cytological Abnormalities and Eight Years of Experience with Atypical Squamous Cells of Undetermined Significance
Önder Sakin, Bülent Kars, Kadir Güzelmeriç, Orhan Ünal
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.06978  Sayfalar 21 - 28
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, servikal smear sonucu atipik skuamöz hücreleri (önemi belirlenemeyen) (ASCUS) saptanan hastaların incelenmesi, histolojik tanılarıyla karşılaştırılması ve yönetim protokollerinin sağlanması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Smear sonucu 452 hasta incelendi; kolposkopi, kolposkopik biyopsiler ve/veya endoservikal küretajlar uygulandı. Hastalar üç ila dört ay aralıklarla, ortalama 12 ay smear kontrolünde tutuldu.
BULGULAR: Hastaların %33’ünden kol poskopi altında biyopsi alındı. Biyopsi alınan 136 ASCUS sitolojili hastanın biyopsisonuçları 96/452 (%70) oranında CIN I, 8/452 (%5.9) oranında CIN II ve 4/452 (%2.9) oranında invazif karsinom olarak saptandı. Takipleri tamamlanan 452 hastada ASCUS sitolojilerinde 32/452 (%7.8) persistans, 12/452 (%2.7) hafif-orta displaziye (CIN I-CIN II) doğru progresyon izlendi. Smear patolojilerinde gerileme 408/452 (%89.5) oranında gerçekleşti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük gradeli anormal sitolojilerde takipte, yüksek oranda patolojide düzelme söz konusudur. Ancak Papanicolaou smearlerde %10–15’lere varan yanlış negatiflik oranı ve hastaların smear takiplerindeki düzensizliği veya ihmali, altta yatan yüksek gradeli lezyon veya invaziv serviks kanserinin gözden kaçmasına neden olacaktır. Bu nedenle kolposkopi eşliğinde smear takibi ideal yöntem olacaktır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to evaluate cases of classified atypical squamous cells of undetermined significance (ASCUS) by correlating histological diagnosis to provide management guidelines.
METHODS: A total of 452 patients were evaluated by colposcopy and colposcopically directed biopsies and/or endocervical curettage, as indicated. Patients were followed by control smears every 3 to 4 months.
RESULTS: Colposcopic biopsy was performed in 136 patients (33%). Of these patients, 96/452 (70%) had cervical intraepithelial neoplasia (CIN) grade 1, 8/452 (5.9%) had CIN grade 2, and 4/452 (2.9%) had invasive cervical carcinoma. During 12-month follow-up, persistence of ASCUS occurred in 32/452 (7.8%) patients, and progression to high-grade dysplasia was observed in 12/452 (2.7%) patients. Regression to normal smear occurred in 408/452 (89.5%) ASCUS patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: A high rate of improvement was observed during follow-up of low-grade abnormal cytologies. However, 10–15% false negative rates in Papanicolaou smears, and irregularity and omission of follow-up may lead to missed incidences of high-grade lesion or invasive cervical cancer. Colposcopy and follow-up smears are the optimum means of observation.

6.
Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 2008 ve 2012 Yılları Arasında Kanser Sıklıkları
Cancer Incidence at Kartal Dr. Lütfi Kırdar Training and Research Hospital Hospital between 2008 and 2012
Kayhan Başak, Yasin Sağlam, Ayşe Gökçen Yıldız, Merve Başar, Hanım İstem Köse, Şükran Kayıpmaz, Nimet Karadayı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.65768  Sayfalar 29 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Kanser dağılım oranlarının belirlenmesi, oranların zamanla değişimi, değişimin yönü, mortalite ve sağ kalımın belirlenmesinde önem taşımaktadır. Türkiye’de mevcut aktif kanser kayıt merkezleri nüfusun yaklaşık %50’sini temsil etmektedir. Bu nedenle deskriptif epidemiyolojik çalışmalar kanser verilerinin belirlenmesinde halen değer taşımaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada 2008 ve 2012 yılları arasında Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Patoloji Kliniğinde tanı alan 12.603 kanser olgusuna ait tüm veriler kaydedilerek, kanserin yerleşim yeri, histolojik tipi ve davranışı ICD-O’ya (International Classification of Diseases for Oncology) uygun olarak kodlandı, yerleşim yerlerine göre kanser oranları, yaş ve cinsiyet dağılımları belirlendi.
BULGULAR: Olguların 6.682’si erkek, 5.921’i kadın idi. Kadın erkek oranı 1.12’iydi. Ortalama yaş erkek olgularda 59.9, kadın olgularda 55.6 bulundu. Erkeklerde ilk beş sırada mesane, prostat, kolorektal, deri ve mide kanserleri varken kadınlarda ilk beş sırada meme, deri, kolorektal, tiroid ve uterus serviks kanserleri bulunmaktaydı. En sık histolojik tip erkeklerde; adenokarsinom-NOS, transisyonel hücreli karsinom-NOS, skuamoz hücreli karsinom, karsinom-NOS, bazal hücreli karsinom, malign lenfoma-NOS, kadınlarda; infiltratif duktal karsinom-NOS, adenokarsinom-NOS, karsinom-NOS, papiller karsinom-NOS, skuamoz hücreli karsinom, bazal hücreli karsinomdu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Veriler İstanbul bölgesini temsil etmektedir. Histolojik kanser tipleri hedef tedavilerin gelişmesi nedeni ile önem kazanmaktadır.
INTRODUCTION: Determining rates of cancer distribution, mortality, and survival is important. Existing cancer registration centers include more than 50% of the Turkish population. Descriptive epidemiological studies, therefore, are still valuable in determining cancer data.
METHODS: Data from 12,603 cases of cancer diagnosed by the Kartal Dr. Lütfi Kırdar Training and Research Hospital Department of Pathology between 2008 and 2012 were included. Topographical, histological, and behavioral codes were expressed according to the International Classification of Diseases for Oncology (ICD-O). Rates of cancer, according to location, age, and gender distribution were determined.
RESULTS: A total of 6,682 cases were male, 5,921 were female. Mean age was 59.9 in males, 55.6 in females. The most common cancer sites for males were the bladder, prostate, colorectal area, skin, and stomach. The most common sites for females were the breast, skin, colorectal area, thyroid, and cervix uteri. The most common histological types for males were adenocarcinoma NOS, transitional carcinoma NOS, squamous cell carcinoma, carcinoma NOS, basal cell carcinoma, and malignant lymphoma. The most common histological types for females were infiltrating ductal carcinoma NOS, adenocarcinoma NOS, carcinoma NOS, papillary carcinoma NOS, squamous cell carcinoma, and basal cell carcinoma.
DISCUSSION AND CONCLUSION: These data are representative of İstanbul. Histological cancer typing aids in advances in targeted therapies.

7.
Akciğer Kanserli Hastalarda Radyasyona Bağlı Özefajit ve Kilo Kaybının Önlenmesinde Oral Glutaminin Etkisi
The Effect of Oral Glutamine in the Prevention of Radiotherapy Related Esophagitis and Weight Loss in Lung Cancer Patients
Şule Karabulut Gül, Ahmet Fatih Oruç, Ramazan Atalay, Berrin Benli Yavuz, Duygu Gedik, Atınç Aksu
doi: 10.5505/jkartaltr.2016.76736  Sayfalar 37 - 41
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, akciğer kanseri nedeni ile radyoterapi (RT) uygulanan hastalarda akut özefajit sıklığının ve şiddetinin azaltılması ve kilo kaybının önlenmesinde oral glutaminin etkisi değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 88 hasta alındı. Hastaların sonuçları geriye dönük olarak değerlendirildi. Glutamin torasik RT boyunca ve sonrasındaki iki hafta boyunca günde 30 gr (10 gr/8 saat) verildi. Günlük 1.8–2 Gy doz şeması ile, her gün tek fraksiyon, haftada beş fraksiyon tedavi ile 60–64 Gy RT uygulandı. Hastaların kilo, vücut kitle indeksi (VKİ) ve özefajit durumları haftalık olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların tümünde glutamin iyi tolere edildi. Özefagus dozu ortalama 19.56 (12–26) Gy idi. Hastaların 35’inde (%39.8) disfaji gelişmezken, 53’ünde (%60.2) disfaji gelişti. Grad 3 ve 4 disfaji gözlenmedi. Hastaların 17’sinde (%19.3) kilo kaybı gözlenmedi. Yirmi hastada (%22.7) kilo kaybı varken, 51’inde (%58) kilo artışı tespit edildi. Kilo kaybı olan 20 hastanın 19’unda (%95) disfaji gelişti. Kilo kaybı olmayan 68 hastanın 34’ünde disfaji mevcuttu (p=0.001). Özefagus dozu 20 Gy altında olan hasta grubunda, periferik yerleşimli tümörlerde ve dört kür ve altı kemoterapi alan gruplarda daha az özefajit tespit edildi (p=0.002).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akciğer kanseri nedeniyle RT ile tedavi edilen hastalarda, oral glutamin kullanımı radyasyona bağlı akut özefajit şiddetini ve sıklığını azaltmakta ve kilo kaybının önlenmesine yardımcı olmaktadır.
INTRODUCTION: At this study, the effect of oral glutamine usage in the prevention of acute esphagitis and weight loss in lung cancer patients receiving radiotherapy (RT) was evaluated.
METHODS: The study included 88 patients. Results were evaluated retrospectively. Glutamine dose was 30 g daily (10 g/8 hours) during thoracic RT and for 2 weeks after RT. Once-daily 1.8–2Gy RT with one fraction was used, and 60–64 Gy RT was performed with 5 fractions of weekly treatment. Patients’ weight, body mass index (BMI) and esophagitis levels were evaluated weekly.
RESULTS: Glutamine was well tolerated by all the patients. Mean esophagus RT doses were 15.56 (12–26) Gy. No dysphagia was observed in 35 patients (39.8%), but 53 (60.2%) were found to have dysphagia. Grade 3 and Grade 4 dysphagia was not observed. Weight loss was not observed in 17 (19.3%) patients. Weight loss was observed in 20 (22.7%) patients, while weight gain was observed in 51 (58%) patients. In 19 (95%) of 20 patients with weight loss, dysphagia was present. In 34 of 68 patients who didn’t have weight loss, dysphagia was present (p=0.001). Esophagitis was detected less in the patient groups that received no more than esophagus dose of 20 Gy, with peripheral localized tumors, and patient groups that received 4 or fewer chemotherapy treatments (p=0.002).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Oral glutamine usage is decreasing the severity and frequency of esophagitis in patients receiving RT for lung cancer and is helpful for the prevention of weight loss.

8.
Kliniğimize Yatırılan Geriatrik Onkoloji Olgularının Geriye Dönük Değerlendirilmesi
Retrospective Evaluation of Geriatric Oncology Cases Hospitalized in the Clinic
Muhammet Emin Erdem, Seydahmet Akın, Seher Tanrıkulu, Sinan Kazan, Cumali Yalçın, Pınar Özdemir, Mustafa Erdoğan, Didem Kılıç Aydın, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.38991  Sayfalar 42 - 46
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, kliniğimize yatırılmış olan geriatrik onkoloji olgularını geriye dönük olarak değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mayıs 2012–Mart 2013 tarihleri arasında kliniğimize yatırılmış olan onkoloji hastalarının dosyaları tarandı. Altmış beş yaş ve üzerinde tanı almış olan hastaların demografik verileri, cinsiyete göre en sık saptanan ilk beş kanser türleri, hastanede yatış süreleri ve prognozları kayıt altına alındı.
BULGULAR: Erkek hastalarda %28.3 (n=17) ile hematolojik maligniteler, %21.7 (n=13) ile akciğer kanseri, %13.3 (n=8) ile kolon kanseri, %10 (n=6) ile mesane kanseri ve %8.3 (n=5) ile prostat kanseri en sık beş kanser tipi olarak tespit edildi. Kadın hastalarda ise ilk beş sırada %26.7 ile hematolojik maligniteler (n=12), %24.4 ile kolon kanserleri (n=11), %13.3 ile meme kanseri (n=6), %11.1 ile akciğer kanseri (n=5) ve %4.4 ile mesane kanserinin (n=2) olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Geriatrik onkoloji olgularında kanserlerin görülme sıklıkları da değişkenlik gösterebilir. Çalışmamızda erkek ve kadınlarda en sık hematolojik maligniteler tespit edildi.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to retrospectively evaluate geriatric oncology cases hospitalized in the clinic.
METHODS: Files of oncology patients hospitalized between May 2012 and March 2013 were analyzed. Demographic data was recorded, including the 5 most common types of cancer according to gender, duration of hospitalization, and prognosis of patients diagnosed at 65 years of age or older.
RESULTS: The 5 most common types of cancer in male patients (28.3%, n=17) were hematological malignancies (21.7%, n=13), lung cancer (13.3%, n=8), colon cancer (10%, n=6), bladder cancer (8.3%, n=12) and prostate cancer. The 5 most common types of cancer in female patients (26.7%, n=12), were hematological malignancies, colon cancer (24.4%, n=11), breast cancer (13.3%, n=6), lung cancer (11.1%, n=5), and bladder cancer (4.4%, n=2).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In cases of geriatric oncology, incidence of cancer types may also vary. The most common cancer type in both men and women in the present study was hematologic malignancy.

9.
Diyabetik ve Diyabetik Olmayan Gözlerde Komplikasyonsuz Katarakt Cerrahisi Sonrası Maküla Kalınlığındaki Değişiminin Karşılatırılması
Comparison of Macular Thickness Changes Between Diabetic and Nondiabetic Patients after Uncomplicated Cataract Surgery
Esin Söğütlü Sarı, Mehmet Atakan, Alper Yazıcı, Sıtkı Samet Ermiş
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.35403  Sayfalar 47 - 51
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, diyabetik ve diyabetik olmayan gözlerde komplikasyonsuz katarak cerrahisinin maküla kalınlığına etkisinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart–Haziran 2013 tar ihleri arasında fakoemülsifikasyon cerrahisi uygulanan hastalar geriye dönük olarak incelendi.HbA1c düzeyi %6’nın üzerinde ve kontrolsüz diabetes mellituslu, sistemik hastalığı olan, eşlik eden oküler hastalığı olan, maküla kalınlığını etkileyecek ilaç kullanan hastalar ve cerrahi sırasında komplikasyon gelişen gözler çalışmaya alınmadı. Cerrahi öncesi ve cerrahi sonrası üçüncü ayda düzeltilmiş ve düzeltilmemiş görme keskinlikleri, göz içi basınçları ölçüldü, biyomikroskopik ve fundus muayeneleri yapıldı. Maküla kalınlığı analizinde Cirrus HD-OCT Model 4000 (Carl Zeiss Inc., Oberkochen, Germany) optik koherens tomografi cihazı kullanıldı. Tüm veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yirmi dört göz diyabet hasta grubunu 34 göz ise kontrol grubunu oluşturdu. Her iki grupta son kontrolde düzeltilmiş görme keskinliği anlamlı şekilde arttı (p<0.05). Diyabetik hasta grubunda üçüncü ayın sonunda santral foveal kalınlıktaki ortalama değişim 16.03±4.5 mikron idi (p<0.05). Kontrol grubunda ise bu değişim 7.31±3.3 mikron bulundu (p<0.05). Perifoveal 3 mm ve 6 mm’deki kalınlıklar cerrahi sonrası her iki grupta anlamlı olarak arttı. Takiplerde diyabet grubunda bir gözde klinik olarak anlamlı kistoid maküler ödem (KMÖ) gelişti, kontrol grubunda ise hiçbir gözde KMÖ izlenmedi. Veriler her iki grupta karşılaştırıldığında, diyabet grubunda foveal ve perifoveal kalınlıktaki ortalama değişim kontrol grubuna göre anlamlı derecede fazla bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her ne kadar koplikasyonsuz katarakt cerrahisi sonrası anlamlı ölçüde maküler kalınlık artışı izlense de bu artışın diyabetli gözlerde normal gözlerle kıyaslandığında daha fazla olduğu bulunmuştur. Retinopatisiz diyabetik gözlerde HbA1c düzeyleri normal olsa dahi katarakt cerrahisinin planlaması yapılırken daha tedbirli olunmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to evaluate the effect of uncomplicated cataract surgery on macular thickness in diabetic and nondiabetic patients.
METHODS: The cases of patients who underwent phacoemulsification surgery between March and June 2013 were retrospectively evaluated. Patients with over 6% HbA1c, uncontrolled diabetes mellitus, systemic disease, concurrent ocular disease, use of drugs that may affect macular thickness, and complicated surgeries were excluded. Preoperative and postoperative 3rd-month visual acuity and intraocular pressure were measured, and biomicroscopy and fundus examinations were performed. Cirrus HD-OCT model 4000 optic coherence tomography (Carl Zeiss Inc., Oberkochen, Germany) was used for macular thickness analysis. All data was statistically analyzed.
RESULTS: Twenty-four eyes were included in the diabetic patient group; 34 eyes were included in the control group. Corrected visual acuity at final visit had increased in both groups (p<0.05). By the end of the 3rd month, mean change in central foveal thickness was 16.03±4.5 μm in the diabetic group (p<0.05), and 7.31±3.3 μm in the control group (p<0.05). Postoperatively, perifoveal thicknesses of 3 and 6 mm increased significantly in both groups. By follow-up, clinically significant macular edema (CME) had developed in 1 eye of a diabetic patient, while no CME had developed in the control group. When data was compared between groups, foveal and perifoveal mean thickness changes were significantly higher in the diabetic group (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: While significant macular thickness increase was postoperatively observed in both groups, it was found that this increase was higher in diabetic patients. Ophtalmalogic surgeons should be careful when planning cataract sugery in diabetic patients without rethinopathy although HbA1c levels are normal.

10.
Nd: YAG Lazer Arka Kapsülotominin Makula Kalınlığına Etkisi
Impact of Nd: YAG Laser Posterior Capsulotomy on Macular Thickness
Kenan Çalışır, Mustafa Kalaycı, Abdulkadir Ort, Leyla Yavuz, Ayşegül Demir
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.82713  Sayfalar 52 - 56
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu prospektif çalışmada, arka kapsül kesafeti gelişmiş olgularda Nd: YAG (Neodymium-doped yttrium aluminum garnet) lazer arka kapsulotomi sonrası Spektral OKT (Optik Kohorens Tomografi) (OPKO/OTI, Miami, FL) ile makula kalınlık değişikliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mayıs 2012 ile Haziran 2013 arasında 53 hastanın (18 erkek, 35 kadın) 69 gözüne Nd: YAG lazer arka kapsülotomi uygulandı. Hastaların kapsülotomi öncesi merkezi makula kalınlıkları, kapsülotomi sonrası birinci hafta, birinci ay, üçüncü ay ve altıncı ay ölçümleri ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ortalama yaş 66 (35–83) idi. Hastaların işlem öncesinde merkezi makula kalınlıkları ortalaması 209.8±28.2 μ iken, işlem sonrası birinci haftada, birinci ayda, üçüncü ayda ve altıncı ayda sırasıyla 213.3±27.5 μ, 214±26.8 μ, 213±26.3 μ, 212.9±26.5 μ olarak bulundu. Uygulama öncesi ve sonrası merkezi makula kalınlıkları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p>0.05)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Arka kapsül kesafeti tedavisinde Nd: YAG lazer kapsülotomi işlemi merkezi makula kalınlığında artış oluşturmayan etkin ve güvenli bir işlemdir.
INTRODUCTION: The aim of the present prospective study was to assess changes in macular thickness by means of spectral optical coherence tomography after neodymium-doped yttrium aluminum garnet (Nd: YAG) laser posterior capsulotomy for posterior capsule opacification.
METHODS: 69 eyes (37 right, 32 left) of 53 patients (18 male, 35 female) who underwent Nd: YAG laser posterior capsulotomy between May 2012 and June 2013 were included to this study. Pre-capsulotomy central macular thickness was compared with post-capsulotomy measurements at 1 week and 1, 3, and 6 months.
RESULTS: Mean patient age was 66 (35–83) years. While mean central macular thickness was 209.8±28.2 μ prior to Nd: YAG laser capsulotomy, post-laser values at 1 week, 1 month, 3 months, and 6 months were 213.3±27.5 μ, 214±26.8 μ, 213±26.3 μ, and 212.9±26.5 μ, respectively. No statistically significant differences in mean central macular thickness measured pre- and post-capsulotomy were determined (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Nd: YAG laser capsulotomy for the treatment of posterior capsular opacification is a safe and effective procedure that does not cause significant increase in macular thickness.

11.
Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Mavi Kod Uygulaması ve Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Code Blue Practices and Evaluation of Results in a Training and Research Hospital
Osman Esen, Hayrünisa Kahraman Esen, Sema Öncül, Elif Atar Gaygusuz, Mehmet Yılmaz, Erkan Bayram
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.75547  Sayfalar 57 - 61
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada bir eğitim ve araştırma hastanesindeki mavi kod uygulaması ve sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011–Nisan 2013 tarihleri için geriye dönük olarak mavi kod uygulaması kayıtları incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet, yer, tarih, saat, mavi kod ekibinin olay yerine ulaşma süresi, hastaya yapılan uygulama, kardiyopulmoner resusitasyon (KPR) yapılma durumu, süresi, sonucu ve KPR’de kullanılan ilaçlar kaydedildi.
BULGULAR: Çalışma süresince toplam 237 mavi kod çağrısı yapıldığı saptandı. En çok mavi kod dahiliye (82), göğüs hastalıkları (62) ve enfeksiyon hastalıkları (29) kliniklerinden verilmiş, bazı kliniklerden hiç mavi kod verilmemiştir. Mavi kod verilen hastaların 142’si (%59.9) erkek, 95’i (%40.1) kadın idi. Hastaların yaş ortalaması 66.9 yıl idi. Verilen mavi kodların 48’i (%20.4) KPR gerektirmedi, 187’si (79.6) kardiyak ve/ veya pulmoner arrest içindi. KPR sonucu 38 (%20.3) hastada spontan dolaşım geri döndü, 149 (%79.7) hastada ise yanıt alınamadı. Mavi kod ekibinin olay yerine ulaşma süresi ortalama 3.45±1.92 dakika idi, hastalara ortalama 32.26±13.47 dakika KPR uygulandığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kardiyopulmoner arrestlerin erken tanınması, KPR’nin hızlı ve doğru olarak uygulanması gereklidir. Akut olarak kötüleşen hastayla ilk karşılasan sağlık personelinin hızlı ve doğru müdahaleyi yapabilmesini sağlayacak tedbirler arttırılmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to evaluate code blue implementation and results in a teaching and research hospital.
METHODS: Code blue implementation between January 2011 and April 2013 was retrospectively reviewed. Patient age and gender, location, date, and time of call, team unit and time of arrival, and activities performed were recorded. Additionally recorded were duration and results of cardiopulmonary resuscitation (CPR), and medications administered.
RESULTS: A total of 237 incidences of code blue assistance were included. The majority of calls (82) were made from the internal medicine, chest diseases (62), and infectious diseases (29) clinics. However, there is no code blue in some clinics. Of blue code patients, 142 were male (59.9%), 95 (40.1%) were female. Mean patient age was 66.9 years. While 48 (20.4%) patients did not require CPR, cardiac and/or pulmonary arrest occurred in 187 (79.6%) patients. As a result of CPR, spontaneous circulation was restored in 38 (20.3%) patients, though 149 (79.7%) did not respond. Average time of team arrival was 3.45±1.92 minutes. CPR was administered in 32.26±13.47 minutes per patient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Early recognition of cardiopulmonary arrest is essential, and CPR must be performed quickly and accurately by first response staff, particularly in cases of acute deterioration.

OLGU SUNUMU
12.
Pubik Bölgeye İlerleyen Toraks Duvarı Apsesi
Chest Wall Abscess Proceeding to Pubic Region
Erkan Akar
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.50480  Sayfalar 62 - 64
Göğüs duvarı enfeksiyonları spontan olarak meydana gelen primer problemler veya önceki prosedürler ve mevcut hastalıklar nedeniyle oluşan sekonder enfeksiyonlar olarak sınıflandırılabilir. Sebebi ne olursa olsun, süratli drenaj ve uygun antibiyotik tedavisi çoğu zaman başarılı bir rezolüsyon sağlar. Kırk dokuz yaşında diabetes mellitus tanısı olan erkek hasta, sol hemitoraks lateral bölgede on gündür devam eden şişlik nedeniyle sevk edildi. Toraks bilgisayarlı tomografi ve üst abdominal manyetik rezonans görüntülemelerinde, sol hemitoraks anterolateral bölgeden başlayıp, sol üst kadranda abdominal kaslar ve rektus kası içerisinden karın içerisine doğru da lobülasyon gösteren koleksiyon görüldü. Cerrahi debridman ve drenaj ile tedavi edilen takibimiz altındaki hastada altı aydır nüks görülmedi.
Chest wall infections may be spontaneously developped primary problems or secondary infections due to effects of previous procedures and current diseases. Rapid drainage and proper antibiotic therapy usually provide successful resolution, regardless of the etiology. A 49-year-old male patient who was diagnosed with diabetes mellitus was referred due to swelling on the lateral of the left hemithorax that had begun 10 days prior. Computed tomography of the chest and magnetic resonance imaging of the upper abdomen revealed a collection originating from the anterolateral of the left hemithorax, with lobulation toward the intraabdominal region from abdominal muscles in the left upper quadrant and the rectus muscle. Following surgical debridement and drainage, and 6 months of follow-up, no recurrence has been observed.

13.
Hafif Göz Bulguları Olan Bir Olguda Orbital Enfeksiyonun Ciddi Komplikasyonları
Multiple Severe Complications of Orbital Infection in a Case with Mild Ocular Signs
Çapan Konca, Eyyüp Karahan, Mehmet Ali Taş
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.68095  Sayfalar 65 - 67
Orbital enfeksiyonlar ağır hastalıklardır. Klinik tablo basit preseptal selülit olarak başlayabilir ve kısa sürede ağır komplikasyonlar gelişebilir. Bu yazıda, preseptal selülit tanısı ile hastaneye yatırılan ve kısa sürede orbital enfeksiyon komplikasyonlarının çoğunun görüldüğü bir çocuk hasta sunuldu. Preseptal sellülit bulguları olan 12 yaşında bir erkek çocuk göz kliniğine başvurdu. Hasta yatırıldı ve antibiyotik tedavisi başlandı. Tedavinin üçüncü gününde ateş, baş ağrısı ve menenks iritasyon bulguları olan hastaya lomber ponksiyon yapıldı ve menenjit saptandı. Radyolojik görüntülemeler, sağ retroorbital apse, süperiyor ve lateral rektus kaslarında enflamasyon, karotid kavernöz sinüste daralma ve sağ interhemisferik fissürde subdural efüzyon varlığını gösterdi. Acil cerrahi drenaj yapıldı. Cerrahi drenaj sonrası belirgin iyileşme elde edildi. Hasta sekelsiz iyileşti. Preseptal selülit bulguları ile başvuran hastaların sadece fizik muayene bulgularına göre değerlendirilmesi etkili ve uygun tedavide gecikmelere yol açabilir. Erken radyolojik görüntülemeler ve gerekli ise erken cerrahi müdahaleler bu hastalar için hayat kurtarıcı olabilir.
Orbital infections are serious diseases. Clinical manifestation may present as preseptal cellulitis, though serious complications can quickly occur. Described in the present report is a patient diagnosed with preseptal cellulitis during hospitalization who developed nearly every complication associated with orbital infection in a short period of time. A 12-year-old boy with signs of preseptal cellulitis was admitted to the ophthalmology clinic. He was hospitalized, and antibiotic treatment was initiated. Due to headache, fever, and signs of meningeal irritation, on the third day lumbar puncture was performed, and meningitis was detected. Radiological investigations showed retroorbital abscess, inflammation of the rectus muscles, severe narrowing and arteritis in the carotid cavernous sinus segment, and subdural effusion. Surgical drainage was immediately performed, and subsequent improvement was remarkable; the patient recovered without occurrence of sequela. Evaluation of patients who present with signs of preseptal cellulitis on physical examination alone may lead to delay in proper treatment. Early radiographic imaging and surgical intervention (if necessary) can be lifesaving.

14.
Hajdu-Cheney Sendromunda Anestezi Uygulaması: Olgu Sunumu
Anesthesia Management in Hajdu-Cheney Syndrome: A Case Report
Kutlu Hakan Erkal, Gülten Arslan, Feriha Temizel, Banu Eler Çevik
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.32932  Sayfalar 68 - 70
Hajdu-Cheney sendromu distal falankslarda akroosteoliz ve dijital anomaliler, özgün kraniyofasiyal ve kafatası değişiklikleri, orofasiyal anomaliler, eklemlerde esneklik ve orantısal boy kısalığı ile seyreden bağ dokusu bozukluğudur. Hajdu Cheney sendromlu olgular sıklıkla mevcut ortopedik bozuklukları nedeniyle genel anestezi uygulamasına gerek duyarlar. Bu yazıda, Hajdu-Cheney sendromlu kadın hastada genel anestezi sırasında uygulanan hava yolu yönetimi sunuldu. Sendromla ilgili anestezi literatürü gözden geçirildi.
Hajdu-Cheney is a syndrome characterized by acro-osteolysis of distal phalanges and digital anomalies, specific craniofacial and skull changes, orofacial anomalies, flexibility in the joints, connective tissue disorder, and proportionate short stature. Patients with Hajdu-Cheney syndrome often require general anesthesia due to orthopedic disorders. Presently described is airway management in a female patient with Hajdu-Cheney syndrome while under general anesthesia. Literature related to the syndrome is also reviewed.

15.
Küçük Hücreli Akciğer Kanseri Zemininde Gelişen Pulmoner Nokardiyoz
A Case of Pulmonary Nocardiosis with Concomitant Small-Cell Lung Cancer
Coşkun Doğan, Pelin Karadağ, Binnaz Zeynep Yıldırım, Zuhal Tekkanat Tazegün, Bülent Çağlar Bilgin, Osman Kılınç
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.48378  Sayfalar 71 - 74
İmmünsüpressif bireylerde görülen pulmoner nokardiyoz, sıklıkla kavitasyonlar gösteren lezyonlar yapmakla birlikte akciğerde kitle benzeri görünüme de sebep olmaktadır. Spesifik tedavisi olmasına karşın tanı güçlüklerinden dolayı mortalitesi yüksektir. Bu yazıda, akciğerde kitle görünümü olan, bilinen bir bağışıklığı baskılayan hastalığı ve kortikosterodid kullanımı öyküsü olmayan ve ileri incelemeler sonucu küçük hücreli akciğer kanseri ile birlikte pulmoner nokardiyoz tanısı alan bir olgu ayırıcı tanıda hatırlanması gerektiğini vurgulamak amacıyla sunuldu.
Nocardia typically causes opportunistic infections in immunocompromised patients. It usually causes lesions with cavities, though mass-like lesions are also common. Despite being curable, pulmonary nocardiosis is a highly mortal disease due to difficulties in diagnosis. Presently described is a case of pulmonary nocardiosis with a mass lesion and no known immunocompromisation or history of corticosteroid use. The patient was also diagnosed with small-cell lung cancer after thorough investigation. The importance of differential diagnosis is emphasized.

16.
Uterin Atoni Gelişen Eklamptik Gebe
Pregnancy with Atonic Bleeding Due to Eclampsia
Serkan Uçkun, Tamer Kuzucuoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.10438  Sayfalar 75 - 78
On yıl önce epilepsi tanısı konularak ilaç alan ancak yedi yıldır kullanmayan, üç yıl önce de hipotiroidi nedeniyle düzenli levotiroksin (levotiron100 mg/gün) kullanmakta olan 33 yaşında primipar preeklamptik hasta evinde baygın bulunmuş ve üç saat gecikme ile acile getirilerek gerekli incelemelerinin ardından eklampsi ön tanısıyla (proteinüri +++, hematüri +++) acil sezeryan operasyonuna alındı. Kanamanın devam etmesi üzerine acil operasyon planlandı ve histerektomi uygulandı. Klinik tablo kötüleşerek dissemine intravasküler koagülasyon (DİK) tablosu gelişmesi üzerine fibrinojen (hemokomplettan 4x1g/gün) replase edildi. Kanama kontrolü amacıyla eksploratris laparatomi uygulandı. Kanama durdurulamadı. Yüksek düzeyde destek tedavisine rağmen hasta gelişinin 48. saatinde çoklu organ yetersizliğinden kaybedildi. Sonuç olarak postpartum kanamalarda özellikle riskli gebelik durumlarında obstetrisyen anestezist ve yoğun bakım uzmanlarının işbirliği sayesinde yüksek mortalite ve morbiditenin azaltılabileceği kanısındayız. Hastaya mevcut literatür bilgileri ve mevcut olanaklarımızla yapılması gerekenler yapılmış olduğundan mortalite ve morbiditenin azaltılması için yeni stratejiler ve tedavi yöntemleri geliştirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
A 33-year-old primiparous, eclamptic patient who had been diagnosed with epilepsy 10 years prior, but who discontinued medical treatment 7 years ago and who used levothyroxine (levotiron 100 mg/day) regularly for hypothyroidism, was found comatose at her home and admitted to the hospital after a 3-hour delay. Required examinations and emergency caesarean section were performed due to prediagnosis of eclampsia (proteinuria: +++; hematuria: +++). An emergency hysterectomy was performed because of continued bleeding. Due to worsening clinical picture and development of disseminated intravascular coagulation, fibrinogen (haemocomplettan 4x1/day) was replaced. Exploratory laparotomy was performed for hemorrhage control. In spite of high-level supportive therapy, the patient died from multiple organ failure in the 48th hour of admission. It was concluded that presently high rates of mortality and morbidity can be reduced through collaboration of obstetricians, anesthetists, and intensive care specialists in the treatment of postpartum bleeding, particularly in high-risk pregnancies. As all required treatments recommended in recent literature were performed in the present case utilizing the available facilities, it was also concluded that new treatment strategies and methods should be developed in order to reduce rates of morbidity and mortality.

17.
Adölesan Dönemde Tanı Alan Bir Sistemik Lupus Eritematozus Olgusu
Systemic Lupus Erythematosus Case Diagnosed in Adolescence
Gökçen Külahlı, Sema Erdoğmuş, Zuhal Aydan Sağlam, Müferet Ergüven
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.61687  Sayfalar 79 - 82
Sistemik lupus eritematozus (SLE) pediatrik yaş grubunda oldukça nadir tanı alan ağır bir tablodur. Etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte tanısı laboratuvar değerleri ve klinik ile konulabilir. Bu yazıda, bacak ağrıları ve büyüme gelişme geriliği ile kliniğimize başvuran ve SLE saptanan 11 yaşındaki kız hasta sunuldu. Sonuç olarak, birinci basamak polikliniklerine sıklıkla bacak ağrılarıyla başvuran çocukluk yaş grubunda SLE atlanmaması gereken önemli bir hastalıktır.
Systemic lupus erythematosus (SLE) is a severe condition that occurs rarely in pediatric age group. Etiology is unclear. Diagnosis may be made based on clinical presentation and laboratory findings. Described in the present report is the diagnosis of SLE in an 11-year-old girl with leg pain and growth retardation. As a result, SLE should be always kept in mind in children who present to primary care with leg pain, a frequent condition.

18.
Mikroskopik Polianjitis Olgusu
A Case of Microscopic Polyangiitis
Tuğba Arslan Küçük, Sevda Şener Cömert, Serap Diktaş Tahtasakal, Şener Küçük, Ekrem Orbay
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.10693  Sayfalar 83 - 87
Mikroskopik polianjitis (MPA), küçük damarları tutan, granülomatöz inflamasyonsuz bir nekrotizan vaskülit türüdür. Çoğu MPA böbrek ve akciğer tutulumuyla seyreder. Bu yazıda, progresif öksürük, dispne, renal yetmezlik bulgularıyla prezente olan renopulmoner sendromlu olgu nedeniyle perinükleer antinötrofil stoplazmik antikor (p-ANCA) mikroskopik polianjitisin özellikleri gözden geçirilmiştir.
Microscopic polyangiitis (MPA) is a necrotizing vasculitis involving the small vessels without granulomatous inflammation. Most MPA presents with renal and pulmonary involvement. The present case was an occurrence of elevated anti-myeloperoxidase anti-neutrophilic cytoplasmic antibodies (p-ANCA) microscopic polyangiitis with renopulmonary syndrome in a patient who presented with progressive cough, dyspnea, and renal failure.

19.
Seckel Sendromu: Nadir Bir Olgunun Sunumu
Seckel Syndrome: A Rare Case Report
Bayram Ali Dorum, Cansu Kara, Özlem Özdemir, Sevil Dorum
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.79368  Sayfalar 88 - 90
Seckel sendromu otozomal resesif geçişli gelişimsel bir bozukluktur. İntrauterin büyüme geriliği, mikrosefali, atipik görünümlü hipoplastik yüz ve mental retardasyon ile kendini gösterir. Bu sendroma renal, kardiyak, hematolojik, iskelet ve merkezi sinir sistemini ilgilendiren anomaliler de eşlik edebilir. Bu yazıda, simetrik intrauterin büyüme geriliği öyküsü olan ve klinik bulgular ile Seckel sendromu tanısı alan olgu nadir görülmesi nedeniyle sunuldu.
Seckel syndrome is an autosomal recessive disorder, characterized by intrauterine growth retardation, microcephaly, atypical appearance with hypoplastic face and mental retardation. This syndrome may be accompanied by renal, cardiac, hematological, skeletal and central nervous system abnormalities. Presently reported is a case of Seckel syndrome diagnosed with symmetric intrauterine growth retardation and clinical symptoms.

DERLEME
20.
Baş-Yüz Fibröz Displazileri
Craniofacial Fibrous Dysplasia
Hüseyin Baki Yılmaz, Sevtap Akbulut, Mehmet Gökhan Demir, Kayhan Başak
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.46794  Sayfalar 91 - 96
Fibröz displazi nadir görülen, benign ama bölgesel yayılımla seyredebilen kemik dokunun gelişimsel anomalisidir. Bu derlemede baş-yüz bölgesi fibröz displazilerinin etiyopatogenezi, klinik bulguları, ayırıcı tanısı ve tedavisi özetlenmiştir.
Fibrous dysplasia is a rare, benign, but locally invasive, developmental anomaly of the bone tissue. In the present review,etiopathogenesis, clinical findings, differential diagnosis, and treatment of craniofacial fibrous dysplasia are outlined.

LookUs & Online Makale