E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama




SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 35 (2)
Cilt: 35  Sayı: 2 - 2024
1.Henüz tamamlanmamış! (Türkçe)
Front Matter

Sayfalar I - X

ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Laparoskopik Kolesistektomi Geçiren Hastalarda Sevofluran ve Desfluranın İntrakraniyal Basınca Etkisinin Ultrasonografik Optik Sinir Kılıf Çapı Ölçümü İle Karşılaştırılması
Comparing the Effects of Sevoflurane and Desflurane on Intracranial Pressure in Patients Undergoing Laparoscopic Cholecystectomy Via Ultrasonographic Measurement of the Optic Nerve Sheath Diameter
Mehmet Özgür İnegöl, Süheyla Abitağaoğlu, Ceren Köksal, Öznur Demiroluk, Dilek Erdoğan Arı
doi: 10.14744/scie.2024.34966  Sayfalar 99 - 104
Amaç: Anestezik ajanların intrakraniyal basınca (İKB) farklı etkileri mevcuttur. Çalışmamızda laparoskopik kolesistektomi operasyonlarında sevofluran ve desfluranın intrakraniyal basınca etkilerini karşılaştırmayı hedefledik.
Gereç ve Yöntem: Etik kurul onayı ve hastalardan bilgilendirilmiş onam alındıktan sonra laparoskopik kolesistektomi planlanan 69 hasta, Grup-S ve Grup-D olarak randomize edildi.Demografik ve hemodinamik veriler ile ultrasonografik optik sinir kılıfı çapı (OSKÇ) değerleri kaydedildi. İndüksiyon için propofol, fentanil ve rokuronyum kullanıldı. Grup-S’ye sevofluran, Grup-D’ye desfluran uygulandı; remifentanil infüzyonu yapıldı. OSKÇ ölçümleri ve hemodinamik veriler indüksiyondan 5 dk sonra (T1), pnömoperitonyum oluşturulduktan ve ters Trendelenburg pozisyonundan 3 dk sonra (T2), pnömoperitonyumdan 20 dk sonra (T3) ve pnömoperitonyum sonlandırıldıktan 5 dk sonra (T4) kaydedildi. Tüm parametreler gruplara kör bir anestezist tarafından takip edildi.
Bulgular: Hastaların demografik verileri, intraoperatif hemodinamik parametreleri, SpO2 ve ETCO2 düzeyleri benzerdi. T0, T1, T2, T3 ve T4’te ölçülen OSKÇ’de gruplar arasında fark yoktu.Grup içi karşılaştırmalarda, OSKÇ’nın tüm ölçüm zamanlarında her iki grupta da başlangıca göre daha yüksek olduğu görüldü.
Sonuç: Sevofluran ve desfluranın laparoskopik kolesistektomi sırasında İKB üzerine etkileri benzerdir; laparoskopik cerrahi esnasında her iki ajan ile intraoperatif İKB bazale göre yüksek seyretmektedir.
Objective: Anesthetics have various effects on intracranial pressure (ICP). We aimed to compare the effects of sevoflurane and desflurane on intracranial pressure during laparoscopic cholecystectomy.
Methods: After obtaining ethical approval and patients’ informed consent, 69 patients scheduled for laparoscopic cholecystectomy were randomized into Group-S and Group-D. Demographic data, hemodynamics, and ultrasonographic optic nerve sheath diameter (ONSD) values were recorded. Patients were administered propofol, fentanyl, and rocuronium for induction of anesthesia. Anesthesia was maintained by administering sevoflurane in Group-S, desflurane in Group-D, and remifentanil infusion. The respiratory rate was adjusted, with end-tidal carbon dioxide (ETCO2) values of 35–40 mmHg. The ONSD measurements, hemodynamics, and ETCO2 levels were recorded at 5 minutes after induction (T1), 3 minutes after creating pneumoperitoneum and reverse Trendelenburg position (T2), 20 minutes of pneumoperitoneum (T3), and 5 minutes after terminating pneumoperitoneum (T4). All parameters were recorded by an anesthesiologist blinded to the groups.
Results: Patients had similar demographic data, intraoperative hemodynamic parameters, SpO2, and end-tidal CO2 levels. There was no difference between the groups in ONSD measured at T0, T1, T2, T3, and T4. Intragroup comparisons revealed that the ONSD was higher at all measurement times than the baseline in both groups.
Conclusion: Sevoflurane and desflurane had similar effects on ICP during laparoscopic cholecystectomy, and the intraoperative ICP was higher than the baseline in both groups

3.
COVID-19 Pandemisinin Akciğer Kanseri Tanısı Üzerindeki Etkisi
The Impact of the COVID-19 Pandemic on Lung Cancer Diagnosis
Saibe Fulya Elmastaş Akkuş, Ali Fidan, Nesrin Kıral, Seda Beyhan Sağmen, Nagehan Ozdemir Barisik, Sevda Şener Cömert, Recep Demirhan
doi: 10.14744/scie.2024.48752  Sayfalar 105 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 pandemisinde bulaşıcı ajana maruz kalma korkusu ile hastane başvurularında azalma görülmüştür. Bu durumun, akciğer kanseri semptomları ve şüphesi olan hastaların başvurularında azalma ve tanıda gecikmeler olabileceğini düşündürmüştür. Bunun yanı sıra COVID-19 enfeksiyonu sebebiyle çekilen toraks bilgisayarlı tomografi sayısı arttığından akciğer kanserinin erken evrelerde yakalandığı görüşü de savunulmaktadır. Biz bu çalışmada pandeminin akciğer kanseri tanısı üzerine etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 2019-2021 yılları arasında akciğer kanseri teşhisi konmuş hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların cinsiyeti, yaşı, TNM sınıflandırmaları, evreleri, patolojik teşhisleri ve tedavileri kaydedildi ve pandemi öncesi ve sonrası bir yıllık dönemler karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 348 akciğer kanseri tanısı konulan hasta dahil edildi. Bu hastaların 292’sine küçük hücreli dışı akciğer kanseri tanısı, 56 hastaya ise küçük hücreli akciğer kanseri tanısı konulduğu görüldü. Küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinin nispeten erken evre olan Evre 1A-3A evresinde 182 hasta tespit edilirken, 110 hasta ise 3B-4B evresinde tespit edildi. Pandemi öncesi dönemde erken evre küçük hücre dışı akciğer kanseri teşhisi oranı %70.3 iken, pandemi başlangıcından sonraki dönemde %56.1 olarak bulundu ve bu iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edildi (p=0.013). Küçük hücreli dışı akciğer kanseri grubunda pandemi başlangıcından sonraki dönemde küratif cerrahi geçirenlerin oranı (83/164, %50.6), pandemi öncesi döneme (80/128, %62.5) göre karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı olarak azalmış olduğu görüldü (p=0.034).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımız, pandemi sırasındaki kısıtlamalar, hastalığa yakalanma kaygısı ve sağlık sistemindeki artan yük nedeniyle akciğer kanseri teşhisinin gecikmiş olabileceğini göstermektedir.
INTRODUCTION: During the COVID-19 pandemic, a decrease in hospital admissions has been observed due to fear of exposure to the infectious agent. This situation has raised concerns about a decrease in presentations and delays in diagnosis among patients with symptoms and suspicion of lung cancer. Additionally, it is argued that the increase in the number of thoracic computed tomography scans due to COVID-19 infection supports the view that lung cancer is being detected in early stages. In this study, we aimed to investigate the impact of the
pandemic on the diagnosis of lung cancer.
METHODS: Patients diagnosed with lung cancer in our hospital between 2019-2021 were evaluated retrospectively. The sex, age, TNM classifications, stages, pathological diagnoses and treatments of the patients were recorded and the one-year periods before and after the start of pandemic were compared.
RESULTS: 348 patients with lung cancers were included in the study. It was observed that 292 of these patients were diagnosed with non-small cell lung cancer, and 56 patients were diagnosed with small cell lung cancer. 182 patients were detected at the 1A-3A stages of non-small cel lung cancer, relatively early stages, while 110 were detected at the 3B-4B stages at diagnosis. The rate of early-stage non-small cell lung cancer diagnosis was 70.3% before the pandemic and 56.1% after the start of pandemic, with a statistically significant difference (p=0.013). It was found that the rate of those who underwent curative surgery in the nonsmall cell lung cancer group after the start of pandemic decreased (83/164, 50.6%) when the patient groups were compared in terms of treatment before the pandemic (80/128, %62.5) (p=0.034).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings indicate that lung cancer diagnoses may have been delayed due to the restrictions during the pandemic and the anxiety of contracting the disease, or due to the increased burden on health care system.

4.
Nonalkolik Steatohepatitte Fibrinojen-Like Protein-2 (FGL-2) Düzeyinin Klinik Önemi
The Clinical Significance of Fibrinogen-Like Protein 2 (FGL-2) Levels in Nonalcoholic Steatohepatitis
Deniz Işık, Heves Sürmeli
doi: 10.14744/scie.2024.00187  Sayfalar 109 - 113
GİRİŞ ve AMAÇ: Non-alkolik steatohepatit(NASH) karaciğerin en sık görülen metabolik hastalıklarından biridir. NASH hastalarında tanıdan sonraki on yıllık dönemde yaklaşık %25 oranında siroza gidiş izlenebilmektedir ve kriptojenik sirozun en sık nedeni olarak kabul edilmektedir. Fibrinojen like protein -2 (FGL-2), regülatuar T hücrelerince sekrete edilen fibrinojen süperfamilyasının bir alt üyesidir. Dendritik hücrelerin maturasyonunu engeller ve B hücrelerinin apoptozunu indükleyerek hem doğuştan hem de adaptif immunitenin regulasyonunda görev alır. Yüksek serum FGL-2 düzenin viral hepatitli hastalarda kötü prognostik gösterge olduğu yakın dönem çalışmalarda gösterilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya biyopsi ile tanı konulan 30 NASH hastası ve kontrol koluna da 21 sağlıklı vaka dahil edildi. Her iki gruba dahil olan bireylerin serum FGL-2 düzeyleri karşılaştırıldı. Yine her iki gruba dahil edilen bireylerin klinikopatolojik özellikleri ile FGL-2 düzeyleri arasındaki ilişki incelendi.
BULGULAR: Serum FGL-2 düzeyleri NASH hastalarında 47±12 ng/ml iken kontrol grubunda 37±10 ng/ml saptandı. İstatistiksel değerlendirme Mann-Whitney U testi ile yapıldı. Biyopsiyle basit yağlanma, border-line NASH, kesin NASH olarak sınıfladığımız hastalar ile kontrol grubu arasında anlamlı fark saptandı (p=0.002). Bu dört grubu kendi arasında değerlendirdiğimizde de aralarında anlamlı fark gördük (Kruskal – Wallis test, p=0.012).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda NASH tanılı hastalarda biyopsideki steatohepatit ile uyumlu şekilde serum FGL-2 düzeylerini daha yüksek tespit ettik. Yüksek FGL-2 düzeyleri hepatik hasarı mikroinflamasyon düzeyinde iken gösterebilir. Hastalık şiddetinin tahmini, hastalık seyrinin biyopsisiz izlemi ve kontrolü, tedavi açısından agresif yaklaşılacak hastaların seçimi, siroz ve HCC takip aralıklarının sıklaştırılması açısından önemli olabilir. Yine de bu konuda yapılacak daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Non-alcoholic steatohepatitis (NASH) is one of the most common metabolic diseases of the liver. In patients with NASH, progression to cirrhosis can be observed in approximately 25% over a decade following diagnosis, and it is considered the most frequent cause of cryptogenic cirrhosis. Fibrinogen-like protein-2 (FGL-2) is a sub-member of the fibrinogen superfamily secreted by regulatory T cells. It inhibits the maturation of dendritic
cells and induces apoptosis in B cells, playing a role in innate and adaptive immunity regulation. Recent studies have shown high serum FGL-2 levels are a poor prognostic indicator in patients with viral hepatitis.
METHODS: The study included 30 NASH patients diagnosed by biopsy and a control group of 21 healthy individuals. Serum FGL-2 levels of individuals in both groups were compared. The relationship between the clinicopathological features of individuals in both groups and FGL-2 levels was also examined.
RESULTS: Serum FGL-2 levels in NASH patients were found to be 47±12 ng/ml, while in the control group, it was 37±10 ng/ml. Statistical evaluation was performed using the MannWhitney U test. A significant difference was found between patients classified by biopsy as simple steatosis, borderline NASH, definite NASH, and the control group (p=0.002). A significant difference was also observed when evaluating these four groups among themselves (Kruskal-Wallis test, p=0.012).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study identified higher serum FGL-2 levels in patients diagnosed with NASH, consistent with steatohepatitis observed in biopsies. Elevated FGL-2 levels may indicate hepatic damage at the microinflammation level. Estimating disease severity, non-invasive monitoring and control of disease progression, selecting patients for aggressive treatment approaches, and intensifying monitoring intervals for cirrhosis and HCC could be crucial. However, more comprehensive studies on this topic are needed.

5.
Pnömoni Hastalarında Kan Testleri, CURB-65 Skoru ve Prognoz Arasındaki İlişki
Relationship Between Blood Tests, CURB-65 Score and Prognosis in Pneumonia Patients
İlhami Demirel, Özlem Tataroğlu, Oya Güven, Özgür Söğüt
doi: 10.14744/scie.2024.26937  Sayfalar 114 - 119
GİRİŞ ve AMAÇ: Pnömoni hastalarının yatarak tedavi ihtiyacı olup olmadığını tespit etmek için rutinde en sık kullanılan skorlama sistemlerinden biri CURB-65 skorudur. Son dönemde her klinisyenin rahatça yorum yapabileceği hemogram ve biyokimya parametreleri gibi basit, ucuz ve hızlı kan testleri ile yapılan çalışmalar popülerlik kazanmıştır. Bu çalışmada, acil serviste istenen kan testleri ile pnömoni şiddeti ve prognoz arasındaki ilişki incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada; 1 Ocak-31 Aralık 2017 tarihinde acil servise ateş, öksürük, balgam, halsizlik şikayeti ile gelen hastaların dosyaları incelendi. Toraks tomografisine göre pnömoni şiddeti ve başvuru anındaki CURB-65 skoru değerlendirildi. Hastaların vital bulguları, hemogram, biyokimya ve kan gazı parametreleri incelendi. Hastaların yattığı servis ve 30 günlük prognozu ile kıyaslandı.
BULGULAR: 117 hastanın dosyası incelendi. Hastaların yaşı, pnömoni şiddeti ağır olan grupta, pnömoni şiddeti hafif ve orta olan gruplardan anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Pnömoni şiddeti orta ve ağır olan grupta, ek hastalık varlığı, pnömoni şiddeti hafif olan gruptan anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Pnömoni şiddeti ağır olan grupta yoğun bakım yatış ve ölüm oranı, pnömoni şiddeti hafif ve orta olan gruplardan anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Hayatını kaybeden hastaların grubunda CURB-65 skoru, nötrofil-lenfosit oranı (NLR), C-Reaktif Protein (CRP)/Albumin değeri ve pnömoni şiddeti diğer gruptan anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: NLR ve CRP/Albumin oranları, 30 günlük mortaliteyi öngörmede CURB-65 skorlaması kadar etkili olabilir, basit kan testleri ile acil servis kalabalıklığı azaltılabilir.
INTRODUCTION: One of the most frequently used scoring systems routinely to determine whether pneumonia patients need inpatient treatment is the CURB-65 score. Recently, studies conducted with simple, cheap, and rapid blood tests such as hemogram and biochemistry parameters, which every clinician can easily interpret, have gained popularity. This study examined the relationship between blood tests requested in the emergency department (ED) and pneumonia severity and prognosis.
METHODS: The study examined the files of patients who came to the ED with complaints of fever, cough, phlegm and fatigue between January 1 and December 31, 2017. Pneumonia severity according to thorax tomography and CURB-65 score at admission were evaluated. The patient’s vital signs, hemogram, biochemistry and blood gas parameters were examined. It was compared with the ward they were admitted to and their 30-day prognosis.
RESULTS: The files of 117 patients were examined. The age of the patients was significantly higher in the group with severe pneumonia than mild and moderate pneumonia groups. In the group with moderate and severe pneumonia, comorbidities were significantly higher than the mild pneumonia group. The rate of intensive care admission and ex in the group with severe pneumonia was significantly higher than in mild and moderate pneumonia groups. In the ex-group, the CURB-65 score, neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), C-Reactive Protein
(CRP)/Albumin and pneumonia severity were significantly higher than the other group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: NLR and CRP/Albumin ratios may be as effective as CURB-65 scoring in predicting 30-day mortality, and ED burden can be reduced with simple blood tests

6.
In Vitro Fertilizasyon ve Spontan Gebelikler Arasından İntrahepatik Gebelik Kolestazı Gelişen Hastaların Obstetrik Sonuçlarının Karşılaştırılması: Üçüncü Basamak Bir Hastanede Dört Yıllık Deneyim
Comparison of Obstetric Outcomes in Patients with Intrahepatic Cholestasis of Pregnancy Between Pregnancies Following In Vitro Fertilization and Spontaneous Conception: Four-Year Experience in a Tertiary Care Hospital
Murat Levent Dereli, Sadullah Özkan, Asya Kalayci Öncü, Fahri Burcin Fıratlıgil, Pınar Yıldız, Serap Topkara Sucu, Özgür Kartal, Emre Mat, Yaprak Engin-Ustun
doi: 10.14744/scie.2024.53765  Sayfalar 120 - 126
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebeliğin intrahepatik kolestaz (GİK), uygun müdahaleler yapılmazsa ölü doğum riskinin 4 ila 10 kat artmasıyla ilişkili, gebeliğe özgü en yaygın karaciğer hastalığıdır. Çalışmanın amacı, spontan ve in vitro fertilizasyon (IVF) ile elde edilen gebelikler arasında GİK gelişen tekil gebeliklerin obstetrik sonuçlarını karşılaştırmaktır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018 ile Eylül 2022 tarihleri arasında doğum yapan kadınlar geriye dönük olarak değerlendirildi. Dahil etme kriterleri uygulandıktan sonra, spontan olarak gebe kalan (grup 1, n=74) ve IVF ile gebe kalan (grup 2, n=17) toplam 91 GİK’li hasta çalışmaya uygun bulundu. Grup 2’deki hastalar embriyo transfer yöntemine göre taze embriyo transferi (n=9) ve dondurulmuş embriyo transferi (n=8) olmak üzere iki alt gruba ayrıldı.
BULGULAR: Yaş, gravidite ve parite dışındaki perinatal sonuçlar ve demografik özellikler benzerdi. Grup 2’de yaş anlamlı derecede yüksek iken [32 (27-35) vs. 27 (24-31), p=0,017], gravidite ve parite grup 1’de anlamlı olarak yüksekti [2 (1-3) vs. 1 (1-2), p=0.021 and 0 (0-1) vs. 0 (0-0), p=0.009]. Aspartat (AST) ve alanin (ALT) transaminaz seviyeleri, total açlık safra asit (TASA) düzeyleri ve ursodeoksikolik asit tedavi dozu, dondurulmuş embriyo transfer grubunda taze embriyo transfer grubuna göre anlamlı derecede yüksekti [126 (83-242)’ya karşı 32 (31-43), p=0.001; 200±123.9’a karşı 51±39.4, 0.001; 44±20.4’e karşı 15±5.0, p=0.001, and 100 (750-1250)’e karşı 750 (750-750), p=0.004].
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız, özellikle donmuş embriyo transfer yönteminin kullanıldığı IVF gebeliklerinde östrojen tedavisine bağlı olarak yüksek TASA, ALT ve AST düzeyleri arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Eksojen östrojenin etkisini netleştirmek için geniş örneklemli prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Intrahepatic cholestasis of pregnancy (ICP) is the most common pregnancy-specific liver disease, associated with a 4 to 10-fold increased risk of stillbirth if appropriate interventions are not taken. The aim of the study was to compare the obstetric outcomes of singleton pregnancies with ICP in which pregnancies were achieved spontaneously and by in vitro fertilization (IVF).
METHODS: Women who gave birth between January 2018 and September 2022 were evaluated retrospectively. After applying the inclusion criteria, a total of 91 patients with ICP were eligible, consisting of spontaneously conceived (group 1, n=74) and IVF-conceived (group 2, n=17) pregnancies. The participants in group 2 were classified into two subgroups: fresh embryo transfer (n=9) and frozen embryo transfer (n=8), depending on the method of embryo transfer.
RESULTS: Perinatal outcomes and demographic characteristics, with the exception of age, gravidity, and parity, were similar. While age was significantly higher in group 2 [32 (27-35) vs. 27 (24-31), p=0.017], gravidity and parity were significantly higher in group 1 [2 (1-3) vs. 1 (1-2), p=0.021 and 0 (0-1) vs. 0 (0-0), p=0.009]. Aspartate (AST) and alanine (ALT) transaminase levels, fasting total bile acid (FTBA) level, and treatment dose of ursodeoxycholic acid were significantly higher in the frozen embryo transfer group than in the fresh embryo transfer group [126 (83-242) vs. 32 (31-43), p=0.001; 200±123.9 vs. 51±39.4, 0.001; 44±20.4 vs. 15±5.0, p=0.001, and 100 (750-1250) vs. 750 (750-750), p=0.004].
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results suggest that there is an association between high FTBA, ALT, and AST levels due to estrogen treatment in IVF pregnancies, especially when the frozen embryo transfer method was used.

7.
Ergenlerde Obezitenin Bilişsel İşlevler Üzerine Etkileri
The Effects of Obesity on Cognitive Functions in Adolescents
Ayşegül Keskin Söylemez, Mustafa Özçetin, Ali Karayağmurlu, İnci Zaim Gokbay, Yakup Çağ
doi: 10.14744/scie.2024.91297  Sayfalar 127 - 134
GİRİŞ ve AMAÇ: Obezite, dünya çapında yetişkinlerde olduğu kadar çocukluk çağında da önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Çocukluk çağında yaşanan obezitenin fiziksel etkilerinin yanı sıra duygusal gelişim üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı, yetişkinliğe geçişin en önemli basamağı olan adölesanlarda obezitenin bilişsel işlevler üzerindeki etkilerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya herhangi sağlık sorunu olmayan obez ve obez olmayan olarak sınıflandırılan ergenler dahil edildi. Obez ve obez olmayan grupta bilişsel işlevlerin değerlendirilmesi için işitsel ve görsel bellek ve dikkat testleri uygulandı.
BULGULAR: Obez ve obez olmayan grup aarsında görsel bellek puanları ile sözel akıcılık toplam ve alt boyut toplam puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklar saptandı. Katılımcılara uygulanan WISC-R sözel, performans ve toplam puan ortalamaları açısından anlamlı bir fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamdan elde edilen sonuçlar obezitenin bazı alanlarda çocukluk çağında bilişsel işlevleri olumsuz etkileyebileceğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle, obez çocuklarda bilişsel işlevleri olumsuz etkileyen faktörleri, önleyici müdahaleleri ve önlemleri belirlemek için tahmin ve önleme temelli sistemlerin kullanılması gerekli olabilir.
INTRODUCTION: Obesity continues to be an important problem in childhood as well as in adults worldwide. It is known that obesity experienced in childhood has effects on emotional development besides physical effects. In this study, it was aimed to investigate the effects of obesity on cognitive functions in adolescents, which is the most important step of the transition to adulthood.
METHODS: Obese and non-obese adolescents with no other known health problems were included in the study. In order to evaluate cognitive functions in obese patients and the control group, tests evaluating auditory and visual memory and attention were applied.
RESULTS: As a result of the assessments made, a statistically significant difference was found in terms of visual memory scores and verbal fluency total and sub-dimension total mean scores. No statistically significant difference in terms of WISC-R verbal, performance, and total score means applied to the participants was found.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, it was observed that obesity may adversely affect cognitive functions in childhood in some areas. It may be necessary to determine the factors that negatively affect cognitive functions in obese children and to take supportive interventions and measures.

8.
Takım Çalışması Düzeylerine Göre Anestezistlerin Başa Çıkma Tarzları Diğer Hekimlerden Nasıl Farklılaşıyor?
How Do the Coping Styles of Anesthesiologists Differ from Other Physicians’ According to Teamwork Levels?
Murat Tümer, Pelin Ozgur Polat
doi: 10.14744/scie.2024.39259  Sayfalar 135 - 141
GİRİŞ ve AMAÇ: Anestezi uzmanları, özellikle ameliyathane ve yoğun bakım ünitelerinde ekip çalışmasının daimi üyeleridir. Ancak ekip çalışmasına dayalı olma düzeyi ve anestezistlerin psikolojik durumu arasındaki ilişki literatürde yeterince çalışılmamıştır. Bu çalışmanın amacı ekip çalışmasına dayalı olma düzeylerini göz önünde bulundurarak, anestezi uzmanlarını baş etme stratejileri ve algılanan sosyal destek açısından diğer tıp branşları ile karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmanın amacı doğrultusunda iki çevrimiçi anket uygulaması gerçekleştirilmiştir. Ön çalışmada anestezistlerin ve diğer branşların EÇ düzeylerine ilişkin öngörüler tıp fakültesi mezunları (n=266) üzerinde test edilmiştir. Yeni bir örneklemle yapılan temel çalışmada ise anesteziyoloji (yüksek EÇ grubu, n=107) ve dermatoloji (düşük EÇ grubu, n=91) asistanlarında sosyal destek ve stresle başa çıkma tarzları arasındaki ilişkiyi incelenmiştir.
BULGULAR: Ön çalışmada, beklendiği gibi, anesteziyolojinin yüksek EÇ düzeyine (Ort.=4.03) sahip olduğunu bulunmuştur. Düşük EÇ düzeyine (Ort.=2.53) sahip olan dermatoloji, ana çalışmanın karşılaştırma grubu olarak belirlenmiştir. Ana çalışma sonucunda dermatologların (Mdn=16) anestezistlere (Mdn=15; p=.007) kıyasla pasif başa çıkma stratejilerinden olan boyun eğici başa çıkma yaklaşımını daha fazla kullandığı bulunmuştur. İki grubun algılanan sosyal destek düzeyleri arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırma sonucunda sorunu çözmek yerine stresli olayların neden olduğu olumsuz duygulardan korunmayı amaçlayan pasif başa çıkma stratejileri ile düşük ekip çalışması düzeyi arasında bir ilişki bulunmuştur. Ekip çalışmasının anestezistlerin stresle aktif olarak başa çıkmalarına yardımcı olarak problem çözme süreçlerine katkıda bulunabileceği düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Anesthesiologists are constant members of teamwork, especially in operating room and ICU. However, the relationship between teamwork (TW) and psychological state of anesthesiologist has not been adequately studied in the literature. This study aimed to compare the anesthesiologists with other medical branches in terms of coping strategies and perceived social support, considering the levels of teamwork reliance.
METHODS: We conducted two online surveys. In the preliminary survey, we tested our prediction about the TW levels of anesthesiologists and other branches on medical faculty graduates (n=266). In the main survey with a new sample, we examined the relationship between social support and coping styles against stress in anesthesiology (high TW group, n=107) and dermatology (low TW group, n=91) residents.
RESULTS: Preliminary survey showed that anesthesiology had high TW levels (Mean=4.03), as expected. Dermatology who had low TW levels (Mean=2.53) were selected for the comparison group of the main survey. The main survey indicated that dermatologists (Mdn=16) use the submissive coping approach more than anesthesiologists (Mdn=15; p=.007). There was no significant difference in perceived social support levels of the two groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found a relationship between passive coping strategies that aim to protect from negative emotions caused by stressful events rather than solving the problem and low teamwork level. We think that teamwork may contribute to problem-solving processes by helping anesthesiologists to actively cope with stress.

9.
COVID-19 Pandemi Sürecinde Nöroşirürjideki Sağlık Çalışanlarının Algılanan Stres Seviyeleri ve Tükenmişlik Sendromları Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Analysis of Association Between Health Care Workers’ Perceived Stress and Burnout Levels During COVID-19 Pandemic in Neurosurgery Clinic
Eyüp Varol, Furkan Avcı, Yunus Emre Çakıcı, Serdar Onur Aydın
doi: 10.14744/scie.2024.46548  Sayfalar 142 - 148
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 hastalığı son dönemde tüm dünyayı etkisi altına almış ve ortaya çıkmasıyla birlikte insanların hayatında köklü değişikliklere neden olmuştur. Hastaneler ve sağlık personeli en çok etkilenen gruplar arasında yer almaktadır. Bu çalışmada, salgının sağlık çalışanları üzerindeki etkisinin; algılanan stres ve tükenmişlik düzeyleri değerlendirilerek araştırılması hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Beyin ve Sinir Cerrahisi Kliniğinde görevli, doktorlar, hemşireler ve sağlık personelinden oluşan 110 kişilik grup çalışmaya dahil edildi. Veri toplama aşamasında demografik bilgi formu, Algılanan Stres Ölçeği-14 (ASS) ve Maslach Tükenmişlik Endeksi (MTE) kullanılmıştır.
BULGULAR: Kadın ve erkek katılımcılar arasında ASS ve MTE skorları arasında anlamlı fark bulunamadı. Mesleğini değiştirmek isteyen katılımcılar, daha yüksek MTE skorlarına sahiptiler. Evli katılımcıların bekarlara göre daha yüksek kişisel başarı puanlarına sahip olduğu görüldü. Eğitim düzeyi arttıkça ASS skorunda artışın olduğu izlendi. Aldığı ücreti yetersiz bulan katılımcıların daha yüksek stres ve tükenmişlik seviyelerine sahip oldukları bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Doktor ve hemşire gruplarında diğer sağlık personeline oranla görülen yüksek tükenmişlik oranı önceki çalışmalar ile uyumlu bulundu. Bekarlara göre evli katılımcıların daha düşük stres oranlarına sahip olması da literatürle uyumlu izlendi. Bu bulgunun evli ve bekarlar arasındaki sorumluluk farkıyla ilgili olduğu düşünülüyor.
INTRODUCTION: COVID-19 disease has recently affected the whole world and caused drastic changes in people’s lives with its emergence. Hospitals and healthcare personnel are among the most affected sides. Our study aimed to demonstrate the effects of the pandemic on healthcare workers regarding changes in their perceived stress and burnout levels.
METHODS: 110 individuals, including physicians, nurses, and auxiliary personnel working in a neurosurgery clinic, were involved in the study. Demographic information form, Perceived Stress Scale-14 (PSS), and Maslach Burnout Index (MBI) were used during the data collection phase.
RESULTS: No difference was found between PSS and MBI scales between females and males. Higher MBI points were seen in workers who desire to change their occupations. Married participants had higher MBI personal accomplishment scores than single participants. An increase in education level was associated with higher PSS scores. Participants who found their payments unsatisfactory had higher stress and burnout levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Findings of higher occupational burnout among physicians and nurses than auxiliary personnel have been consistent with previous research. A similar case is also present for lower perceived stress levels among married participants when compared to singles. This finding, which has also been demonstrated in other studies, can be explained by fewer responsibilities for singles.

10.
Diz Osteoartritli Hastalarda Kişilik ve Mizaç Özelliklerinin Ağrı ve Fonksiyonla İlişkisi
Relationship of Personality and Temperament Traits with Pain and Function in Patients with Knee Osteoarthritis
Ali İnaltekin, Köksal Sarıhan
doi: 10.14744/scie.2024.26986  Sayfalar 149 - 154
GİRİŞ ve AMAÇ: Diz osteoartritli hastalarda kişilik ve mizaç tipleri ile işlevsellik ve hissedilen ağrı arasındaki ilişkiyi inceleyen az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada diz osteoartritli hastalarda kişilik ve mizaç özellikleri ile ağrı ve fonksiyon arasındaki ilişkinin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan diz osteoartrit tanısı alan 126 hasta dahil edildi. Kişilik değerlendirmesi için Eysenck Kişilik Anketi Revize Edilmiş Kısa Formu (EPQR-S) ve D Tipi Kişilik Ölçeği (DS-14), mizaç değerlendirmesi için Memphis, Pisa ve San Diego Mizaç Değerlendirmesi Anketi (TEMPS-A) kullanıldı. OA ağrısı ve genel fonksiyon değerlendirmesi için Western Ontario ve McMaster Üniversiteleri Osteoartrit İndeksi (WOMAC) kullanıldı.
BULGULAR: Katılımcıların 58’i (%46) D Tipi kişilik özellikleri gösterirken, 18’inde (%14.3) depresif mizaç, 12’sinde (%9.5) sinirli mizaç ve 16’sında (%17.3) endişeli mizaç baskındı. D Tipi kişiliğe sahip olanlar daha kötü işlevlere sahipti ve D Tipi kişilik, ağrı ve toplam WOMAC puanı ile pozitif olarak ilişkiliydi. Toplam WOMAC puanı, nevrotiklik ve psikotisizm kişilik özellikleri ve siklotimik ve sinirli mizaç özellikleri ile pozitif bir korelasyon gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, diz osteoartritli hastalarda ağrı ve toplam WOMAC skorunun kişilik ve mizaç özellikleri ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Farmakolojik ve fizik tedaviye ek olarak, bu alanlara yönelik müdahaleler faydalı olabilir.
INTRODUCTION: There are a few studies on the relationship between personality and temperament types and functionality and pain felt in patients with knee osteoarthritis (OA). This study aimed to determine the relationship between personality and temperament characteristics and pain and function in patients with knee OA.
METHODS: The study included 126 patients diagnosed with knee OA who met the inclusion criteria. Eysenck Personality Questionnaire Revised-Short Form (EPQR-S) and Type D Personality Scale (DS-14) were used for personality assessment, Temperament Evaluation of Memphis, Pisa, and San Diego Auto-questionnaire (TEMPS-A) was employed for temperament assessment, and Western Ontario and McMaster Universities Osteoarthritis Index (WOMAC) was used for OA pain and general function assessment.
RESULTS: Of the participants, 58 (46%) showed Type D personality traits, while depressive temperament was dominant in 18 (14.3%) participants, irritable temperament in 12 (9.5%), and anxious temperament in 16 (17.3%) participants. Those with Type D personality had worse functions, and Type D personality was positively associated with pain and total WOMAC score. Total WOMAC score showed a positive correlation with neuroticism and psychoticism personality traits and cyclothymic and nervous temperament traits.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study demonstrates that pain and total WOMAC score are associated with personality and temperament characteristics in patients with knee OA. In addition to pharmacological and physical therapy, interventions in these areas may be beneficial.

11.
Yüksek Hacimli Üçüncü Basamak Bir Merkezde Gebelikte Adneksiyel Kitlelere Yaklaşım: Laparoskopik Cerrahi ve Ekspektan Yönetimin Karşılaştırılması
Comparison of Laparoscopic Surgery and Expectant Management in Patients with Adnexal Masses During Pregnancy in A High-Volume Tertiary Center
Murat Levent Dereli, Pınar Yıldız, Sadullah Özkan, Serap Topkara Sucu, Yasmin Aboalhasan, Özgür Kartal, Ulaş Solmaz, Gazi Yıldız, Emre Mat
doi: 10.14744/scie.2024.76735  Sayfalar 155 - 160
GİRİŞ ve AMAÇ: Adneksiyel kitle tanısı alan gebelerin özelliklerini tanımlamak ve kesin bir yönetim kılavuzu bulunmayan bu alanda tanı, yönetim ve tedavi yöntemlerine ilişkin deneyimlerimizi gözden geçirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018 ile Eylül 2023 tarihleri arasında hasta yoğunluğunun fazla olduğu bir üçüncü basamak sevk merkezinde yönetim ve takipleri tamamlanan, gebelikte adneksiyel kitle tanısı alan tüm kadınlar retrospektif olarak değerlendirildi. Dışlama kriterleri uygulandıktan sonra, antepartum laparoskopik adneksiyel cerrahi uygulanan 19 kadın (grup 1) ve ekspektan yönetim uygulanan 34 kadın (grup 2) çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: Doğum haftası, sezaryen oranları, doğum ağırlığı ve Apgar-5 skorları benzer olup en büyük kitle çapı ve CA-125 düzeyleri grup 1’de anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla p<0.001 ve p=0.014). Grup 1’deki hastaların 15’inde (%78.9) tek taraflı kompleks kist, 4’ünde (%21.1) tek taraflı basit kist mevcuttu, iki taraflı kitle yoktu. Hastaların 6’sına (%31.6) adneksiyel torsiyon, 7’sine (%36.8) kist rüptürü nedeniyle acil laparoskopi yapılırken, asemptomatik olan 6 (%31.6) hastaya malignite şüphesi ile elektif laparoskopi yapıldı. Fonksiyonel kist en sık görülen histopatolojik bulgu iken, 2 olguda (granüloza hücreli tümör ve endometrioid adenokarsinom) malignite saptandı. 8 (%41.1) kadında erken doğum meydana geldi; bunların 5’i (%26.3) 34. gebelik haftasından önce, 3’ü (%15.7) 34-36 hafta 6 gün arasında doğum yaptı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Günümüzde gebeliğin erken haftalarında ultrasonografik muayenelerin artmasına paralel olarak gebelikte adneksiyel kitlelerin erken tanısında olduğu gibi aşırı tanıda da bir artış söz konusudur. Benign karakterli lezyonların kendiliğinden gerileme oranının yüksekliği; rüptüre olan vakalardaki kanamanın da kendini sınırlayabileceği göz önünde bulundurulduğunda hemodinamik instabilite, akut batın veya malignite şüphesi olmayan vakalarda ekspektan yaklaşım uygun olacaktır. Cerrahi gerektiren hastalarda tercih edilmesi gereken cerrahi yaklaşım, güvenli ve minimal invazif bir yaklaşım olan laparoskopi olmalıdır.
INTRODUCTION: To describe the characteristics of pregnant women diagnosed with adnexal masses and review our experience with diagnosis, management and treatment modalities in this area for which there are no definitive treatment guidelines.
METHODS: All women with adnexal masses during pregnancy whose management and follow-up was completed at a large tertiary referral center between January 2018 and September 2023 were retrospectively evaluated. After applying the exclusion criteria, a total of 19 women who underwent antepartum laparoscopic adnexal surgery (group 1) and 34 women who underwent expectant management (group 2) were included.
RESULTS: Gestational age at birth, cesarean section rates, birthweight and APGAR-5 scores were similar, while the largest mass diameter and CA-125 levels were significantly higher in group 1 (p<0.001 and p=0.014, respectively). Of the patients in group 1, 15 (78.9%) had unilateral complex cysts and 4 (21.1%) had unilateral simple cysts, while there were no bilateral masses. Emergency laparoscopy was performed in 6 (31.6%) of patients for adnexal torsion and in 7 (36.8%) for cyst rupture, while elective laparoscopy was performed in 6 (31.6%) asymptomatic patients with suspected malignancy. While functional cyst was the
most common histopathologic finding, malignancy was found in 2 cases (granulosa cell tumor and endometrioid adenocarcinoma). Preterm births occurred in 8 (41.1%) women, of whom 5 (26.3%) gave birth before 34 weeks’ gestation and 3 (15.7%) between 34-36 weeks and 6 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Parallel to the increase in ultrasound examinations in early pregnancy, both the overdiagnosis and early detection of adnexal masses during pregnancy have increased. Given the high rate of spontaneous regression in most lesions and the fact that bleeding in ruptured cases is usually self-limiting, an expectant approach would be appropriate in cases without hemodynamic instability, acute abdomen and/or suspected malignancy. Laparoscopy is a safe and efficient surgical approach for surgery.

12.
Primer Hiperparatiroidinin Başlangıç Özelliklerinde D Vitamini Durumunun Rolü: Üçüncü Basamak Bir Merkezden Güncel Klinik Deneyim
The Role of Vitamin D Status on Initial Characteristics of Primary Hyperparathyroidism: Current Clinical Experience from a Tertiary Center
Havva Sezer
doi: 10.14744/scie.2024.84758  Sayfalar 161 - 166
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, D vitamini durumunu ve bunun primer hiperparatiroidinin (PHPT) başlangıç özellikleri üzerindeki etkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Kasım 2017 ve Aralık 2023 tarihleri arasında üçüncü basamak bir merkezdeki 18 yaş ve/veya üzeri PHPT tanısı alan ardışık katılımcıları içermektedir. D vitamini replasmanı almayan toplam 195 hasta geriye dönük olarak incelendi. Çalışma populasyonu başvuru anındaki D vitamini düzeylerine göre 3 gruba kategorize edildi. Grup 1: D vitamini ≤19 ng/mL, grup 2: D vitamini 20-29 ng/mL, ve grup 3: D vitamini ≥30 ng/mL. Demografik, klinik, biyokimyasal, radyolojik bulgular ve operasyon sonrası komplikasyonlar üç grup arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yüz doksan beş hastanın, 157’si (%80.5) kadın, 38’i (%19.5) erkekti. Ortalama yaş 56.4+14.5 yıldı. Altmış beş hastada (%33.3) D vitamini eksikliği (DVE) ve 48 hastada (%24.7) D vitamini yetersizliği vardı. Yüz doksan beş hastanın, 74’ünde (%37.9) böbrek taşı ve 90’ında (%46.2) osteoporoz vardı. Kırık sıklığı %9.7 (n=19) idi. DVE daha yüksek paratiroid hormon (PTH) seviyesi (p=0.000) ve daha iyi tahmini glomerüler filtrasyon hızı (p=0.021) ile ilişkilendirildi. Tüm grublar karşılaştırıldığında böbrek taşı, osteoporoz ve kırık dağılımı açısından fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mevcut çalışma DVE’nin daha yüksek PTH seviyesi ve daha iyi böbrek fonksiyonu ile ilişkili olduğunu ortaya çıkardı. Ancak, D vitamini durumu PHPT’de klasik hedef organ tutulumuyla ilişkili değildi.
INTRODUCTION: The aim of this study was to assess vitamin D status and its impact on the initial characteristics of primary hyperparathyroidism (PHPT).
METHODS: This study included consecutive participants diagnosed with PHPT aged 18 years and/or older at a tertiary center between November 2017 and December 2023. A total of 195 subjects not taking vitamin D replacement were reviewed retrospectively. The study population was categorized into three groups according to their vitamin D levels at the time of admission: Group 1: vitamin D ≤19 ng/mL, Group 2: vitamin D 20-29 ng/mL, and Group 3: vitamin D ≥30 ng/mL. Demographic, clinical, biochemical, radiological findings, and postoperative complications were compared between the three groups.
RESULTS: Among 195 patients, 157 (80.5%) were women, and 38 (19.5%) were men. The mean age was 56.4±14.5 years. Sixty-five patients (33.3%) had vitamin D deficiency (VDD), and 48 patients (24.7%) had vitamin D insufficiency. Of the 195 patients, 74 (37.9%) had kidney stones, and 90 (46.2%) had osteoporosis. Fracture frequency was 9.7% (n=19). VDD was associated with higher parathyroid hormone (PTH) levels (p=0.000) and better estimated glomerular filtration rate (p=0.021). When all groups were compared, there were no differences in terms of nephrolithiasis, osteoporosis, and fractures.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The present study revealed that VDD was associated with higher PTH levels and better renal function. However, vitamin D status was not associated with classical target organ involvement in PHPT.

13.
Apendektomi Sonrası Hastanede Kalış Süresini Etkileyen Faktörler
Factors That Influence the Length of Hospital Stay After an Appendectomy
Burak Yalcin Kara, Yahya Ozel, Didem Ertorul, Suleyman Caglar Ertekin
doi: 10.14744/scie.2024.47855  Sayfalar 167 - 173
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut apandisit, akut karın ağrısına neden olan cerrahi bir acil durumudur. Laparoskopik apendektomiden sonra standart hastane bakımı yaklaşık 24 saattir, ancak bazı hastaların hastanede daha uzun kalış süresine ihtiyacı vardır. Bu çalışmada apendektomi sonrası hastanede yatış süresini etkileyen faktörlerin biyokimyasal ve radyolojik parametreler incelenerek değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Medical Park Pendik Hastanesi’nde 2020-2024 yılları arasında apendektomi yapılan 185 hastanın verileri retrospektif olarak analiz edildi. Hasta dosyaları incelenerek ameliyat öncesi beyaz küre sayısı, lenfosit sayısı, nötrofil sayısı, C reaktif protein (CRP) değeri, nötrofil-lenfosit oranı (NLR) gibi biyokimyasal değerler kaydedildi. Ameliyat öncesi radyolojik incelemeler, apendiks çapı ve periapendikste serbest sıvı varlığı değerlendirildi. Hastaların yatış süreleri incelenerek; hastalar 48-saat ya da daha az yatanlar ve 48-saatten daha uzun yatanlar olarak iki gruba ayrılarak karşılaştırılarak incelendi.
BULGULAR: Toplam 185 hasta; 163’ü erken taburculuk grubunda, 22’si geç taburculuk grubunda olmak üzere iki grupta incelendi. Hastaların yaş ortalaması 34.5±8.5 olup %53.5’i erkek cinsiyetti. Ortalama taburculuk süresi 1.8±1.4 gündü. Geç taburcu olan grupta lenfosit sayısı istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu. NLR, CRP değeri ve apendiks çapı ise geç taburcu olan grupta istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (p<0.005). Çok değişkenli analiz, NLR ve CRP değerlerinin anlamlı bağımsız etkisini gösterdi (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada; lenfositlerin azalması, NLR ve CRP değerlerinin yükselmesi, apendiks çapının artması ve BT’de periapendiks çevresinde serbest sıvı bulunmasının hastaların apendektomi sonrası hastane yatış süresini etkilediği görüldü. Bu risk faktörlerine sahip hastalara; rutin dren yerleştirilmesi, normal gıdaya geç başlanması, taburculuk süresinin geç planlanması ve daha uzun hastanede kalış süresi konusunda bilgilendirilmeleri için öncelikli olarak seçilmelidir.
INTRODUCTION: Acute appendicitis is a surgical emergency that causes acute abdominal pain. After laparoscopic appendectomy, standard hospital care is nearly 24-h, although some patients need a longer length of hospital stay (LOS). This study aimed to evaluate the factors that influence LOS after appendectomy by examining biochemical and radiologic parameters.
METHODS: This study retrospectively analyzed the data of 185 patients who underwent appendectomy in 2020-2024 in our hospital. Patient files were examined, and preoperative biochemical values such as white blood cell count, lymphocyte count, neutrophil count, C reactive protein (CRP) value, and neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) were recorded. Preoperative radiologic examinations, appendix diameter, and presence of periappendiceal free fluid were assessed.
RESULTS: A total of 163 patients were in early discharge group, and 22 patients were in late discharge group. The mean age of the patients was 34.5±8.5 years, and 53.5% were male. The mean discharge was 1.8±1.4 days. Lymphocyte count was statistically significantly lower in late discharge group, and NLR, CRP value, and appendix diameter were statistically significantly higher in late discharge group (p<0.005). Multivariate analysis showed a significant independent effect of NLR and CRP values (p<0.05)
DISCUSSION AND CONCLUSION: Decreased lymphocytes, elevated NLR and CRP values, increased appendix diameter, and presence of periappendiceal free fluid on CT affected patients’ LOS after appendectomy. Patients with these risk factors could be preferentially selected for laparoscopic approach, routine drain placement, late start of normal food, planned late discharge time and should be informed about longer hospitalization.

14.
Avrupa ve Türkiye’de Acil Servise Bağlı Ölümlerin Çok Değişkenli Analizi
Multivariate Analysis of Emergency Department Related Deaths in Europe and Türkiye
Erkan Boğa, Kadir Yılmaz
doi: 10.14744/scie.2024.51482  Sayfalar 174 - 179
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada Avrupa (AB) ve Türkiye’de acil servise bağlı ölümlerin çok değişkenli analizinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Veri seti olarak, 2002-2021 yılları arasında AB ve Türkiye için Dünya Bankası Ülke Raporlarından derlenmdi. Bağımlı değişken olarak kaza, intihar ve hastalığa bağlı ölüm oranları kullanıldı. Bağımsız değişkenler sağlık harcamaları, kırsal nüfus ve nüfus artışı seçildi.
BULGULAR: Hastalık mortalitesi, kırsal nüfus ve nüfus artışı Türkiye’de anlamlı derecede yüksekken, intihar mortalitesi ve sağlık harcamaları AB’de anlamlı derecede yüksekti (p<0.05). Lokasyonun intihar mortalitesi (r=0.868; p<0.01), hastalık mortalitesi (r=-0.728; p<0.01), sağlık harcamaları (r=0.866; p<0.01) ve nüfus artışı (r=-0.866; p<0.01) ile ilişkisi istatistiksel olarak anlamlıydı. Yıl kontrollü korelasyon analizi sonuçlarına göre lokasyon ile intihar mortalitesi (r=0.997; p<0.01), hastalık mortalitesi (r=-0.976; p<0.01), sağlık harcamaları (r=0.957; p<0.01), kırsal nüfus (r=-0.745; p<0.01) ve nüfus artışı (r=-0.939; p<0.01) ile anlamlı ilişkisi vardı. Türkiye için kaza ölümleri ile nüfus artışı arasında anlamlı ve pozitif bir korelasyon vardı (r=0.572; p<0.01). İntihar mortalitesi ile sağlık harcamaları arasında anlamlı ve negatif bir korelasyon (r=-0.710; p<0.01), kırsal nüfusla ise pozitif bir korelasyon vardı (r=0.836; p<0.01). Hastalık mortalitesi ile sağlık harcamaları arasında anlamlı ve negatif bir korelasyon (r=-0,486; p<0,01), kırsal nüfusla ise pozitif bir korelasyon vardı (r=0.980; p<0.01). AB için kaza ölümleri sağlık harcamaları ile anlamlı ve negatif bir korelasyona sahipken (r=-0.798; p<0.01), kırsal nüfus ile pozitif bir korelasyona sahipti (r=0.998; p<0.01). İntihar mortalitesi ile sağlık harcamaları arasında anlamlı ve negatif bir korelasyon (r=-0.683; p<0.01), kırsal nüfusla ise pozitif bir korelasyon vardı (r=0.889; p<0.01). Hastalık mortalitesi ile sağlık harcamaları arasında anlamlı ve negatif bir korelasyon (r=-0.821; p<0.01), kırsal nüfusla ise pozitif bir korelasyon vardı (r=0.998; p<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Karşılıklı bilgi alışverişi ve sağlık sistemi modeli analizleri, Türkiye’de hastalık kaynaklı ölümlerin, AB ülkelerinde ise intihar kaynaklı ölümlerin önlenmesinde faydalı olabilir.
INTRODUCTION: In this research, it was aimed to evaluate Multivariate analysis of emergency department related deaths in the Europe (the EU) and Turkey.
METHODS: Data set was collected from the World Bank Country Reports for the EU and Turkey from 2002 to 2021. Accident, suicide and disease related mortality rates were used as dependent variables. Independent variables were heath expenditure, rural population and population growth.
RESULTS: Disease mortality, rural population and population growth were significantly higher in Türkiye, whereas suicide mortality and health expenditure were significantly higher in the EU (p<0.05). Location had significant correlation with suicide mortality (r=0.868; p<0.01), disease mortality (r=-0.728; p<0.01), health expenditure (r=0.866; p<0.01) and population growth (r=-0.866; p<0.01). In year-controlled correlation, location had significant correlation with suicide mortality (r=0.997; p<0.01), disease mortality (r=-0.976; p<0.01), health
expenditure (r=0.957; p<0.01), rural population (r=-0.745; p<0.01) and population growth (r=-0.939; p<0.01). For Türkiye, accident mortality was significantly and positively correlated with population growth (r=0.572; p<0.01). Suicide mortality was significantly and negatively correlated with health expenditure (r=-0.710; p<0.01), and positively correlated with rural population (r=0.836; p<0.01). Disease mortality was significantly and negatively correlated with health expenditure (r=-0.486; p<0.01), and positively correlated with rural population (r=0.980; p<0.01). For the EU, accident mortality was significantly and negatively correlated with health expenditure (r=-0.798; p<0.01), and positively correlated with rural population (r=0.998; p<0.01). Suicide mortality was significantly and negatively correlated with health expenditure (r=-0.683; p<0.01), and positively correlated with rural population (r=0.889; p<0.01). Disease mortality was significantly and negatively correlated with health expenditure (r=-0.821; p<0.01), and positively correlated with rural population (r=0.998; p<0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Mutual information exchange and health system model analyzes may be useful to prevent deaths due to disease in Turkey and deaths due to suicide in the EU countries.

15.
Çocuk Yoğun Bakım Ünitesindeki Pediatrik Travma Vakalarının Kapsamlı Bir Analizi
Pediatric Trauma in a Tertiary Care Center: A Comprehensive Analysis Evaluation of Trauma Cases in Pediatric Intensive Care Unit
Cansu Günerhan, Abdulrahman Özel, Servet Yuce, Emrah Can, Meltem Erol
doi: 10.14744/scie.2024.16878  Sayfalar 180 - 185
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, tek merkezde üç yıl boyunca takip edilen çocuk travma hastalarının demografik özellikleri, travma nedenleri, prognozları ve travma tipleri retrospektif olarak incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2020 ve Ocak 2023 tarihleri arasında travma nedeniyle çocuk yoğun bakım ünitemize (tek merkezli, 8 yataklı) kabul edilen çocuk hastaların verileri bilgisayar kayıtlarından retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Bu çalışma, travma tanısı ile yoğun bakıma kabul edilen yaş ortalaması 75±59 ay olan 122 çocuk travma olgusunu (37 kız ve 85 erkek) içermektedir. En sık gözlenen travma tipi 68 olguda (%55.7) yüksekten düşme, en sık etkilenen anatomik bölge 75 olguda (%61.5) baş ve boyun bölgesi ve en sık görülen patoloji 55 olguda (%45.1) intrakraniyal hemorajiydi. Olguların %36’sında cerrahi müdahale gerekmiştir ve 22 olguda (%18) cerrahi müdahalenin en önemli nedeni yüksekten düşme olarak görülmüştür. Yoğun bakım ünitesinde 13 hasta (%10.6) exitus olmuştur, bu da %10.6’lık bir mortalite oranına işaret etmektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Travmalar, günümüzde pediatrik yaş grubunda önemli bir mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir.
INTRODUCTION: In this study, the demographic characteristics, causes of trauma, prognosis, and types of trauma of pediatric trauma patients followed in a single center over a period of three years were retrospectively examined.
METHODS: Data of pediatric patients admitted to our (single-center, 8-bed) pediatric intensive care unit due to trauma between January 2020 and January 2023 were retrospectively reviewed from computer records.
RESULTS: This study includes 122 pediatric trauma cases (37 females and 85 males) with an average age of 75±59 months admitted to intensive care with a diagnosis of trauma. The most frequently observed type of trauma was falls from a height in 68 cases (55.7%), the most affected anatomical region was the head and neck region in 75 cases (61.5%), and the most common pathology was intracranial hemorrhage in 55 cases (45.1%). Surgery was necessary for 36% of the cases, and the predominant reason for surgical intervention was observed in 22 cases (18%), primarily attributed to falls from a height. During the course of their stay in the intensive care unit, 13 cases (10.6%) experienced mortality, indicating a mortality rate of 10.6%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Traumas remain a significant cause of mortality and morbidity in the pediatric age group today

16.
Üçüncü Basamak Sağlık Kuruluşuna Başvuran İlk Trimesterdeki Gebe Kadınların D Vitamini Eksikliği Prevalansı ve Mevsimsellik Etkisi
Prevalence of Vitamin D Deficiency and Seasonality Effect in First Trimester Pregnant Women Referring to a Tertiary Health Care Institution
Kasım Turan, Betul Kuru
doi: 10.14744/scie.2024.90217  Sayfalar 186 - 190
GİRİŞ ve AMAÇ: Üçüncü basamak bir hastanede tıbbi bakım alan gebe kadınlarda düşük D vitamini düzeylerinin prevalansını ve bu seviyelerdeki mevsimsel değişimleri analiz ederek değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Şubat 2020 ile Şubat 2024 tarihleri arasında üçüncü basamak bir tıp kuruluşunun Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğinde yürütüldü. İlk antenatal kontrol sırasında yaş, parite, gestasyonel hafta, sigara kullanımı bilgisi, D vitamini seviyesi ve mevsim bilgisi kayıt altına alındı.
BULGULAR: Çalışmamıza 1101 gebe dahil edildi. Bu gebe kadınların 866’ında (%79) D vitamini eksikliği tespit edilirken, 866 gebenin 132’sinde D vitamini seviyesi 5 ng/ml’nin altında tespit edildi. Toplam çalışma grubunda vitamin D değeri ortalaması 13,71+/-9,18 iken, vitamin D eksikliği olan grupta 9,85+/-4,62 idi. Yaz ve sonbahar aylarındaki hipovitaminozis D prevalansı ise sırasıyla %72,8 ve %82 olarak tespit edildi. D vitamini eksikliği olan grubun mevsimsel D vitamini seviyelerinin ortalamasının eğilim eğrisi R2=0,0097 değeriyle rölatif olarak sabit kalmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırmamızdan elde edilen bulgular, anne ve yenidoğan kas-iskelet sistemi ve kas-iskelet sistemi dışı sağlığı için D vitamini ile zenginleştirilmiş doğum öncesi multivitaminlerin uygulanmasını desteklemektedir.
INTRODUCTION: We aim to investigate the prevalence of low vitamin D levels in pregnant women receiving medical care at a tertiary hospital by analyzing the seasonal variations in these levels.
METHODS: This study was conducted at the Obstetrics and Gynecology outpatient facility of a tertiary medical institution between February 2020 and February 2024. The demographic data, including maternal age, parity, gestational age, smoking status, vitamin D level, and seasonal information, were duly captured from the first antenatal medical examination records.
RESULTS: After the exclusion of individuals who did not meet the predetermined criteria, a total of 1101 pregnant women were selected to partake in the study. Among the pregnant women, a large proportion (866, 79%) had serum 25(OH)D concentrations lower than 20 ng/mL, with an additional 132 out of 866 (15.2%) having levels below 5 ng/mL. The overall sample group showed a mean vitamin level of 13.71±9.18, while the subset of participants with a vitamin D deficiency had a recorded value of 9.85±4.62. During the fall and summer seasons, a considerable 82% and 72.8% respectively exhibited a significant prevalence of hypovitaminosis D. The trend curve for the seasonal vitamin D levels of the vitamin D-deficient group shows a relatively flat pattern, with an R²=0.0097 score.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The findings from our investigation corroborate the implementation of prenatal multivitamins enriched with vitamin D as a preventive measure against musculoskeletal and non-musculoskeletal conditions for maternal and neonatal health.

17.
Tükürük Bezi Tümörlerinde Bcl-2, Kaspaz-3 ve GSTP Ekspresyonlarının Prognostik Değerleri
The Prognostic Values of BCL-2, Caspase-3 and GSTP Expressions in Salivary Gland Tumors
Muharrem Atlı, Sema Çetin, Serpil Oguztuzun, Kayhan Başak, Gizem Kat Anıl, Sedat Aydın, Filiz Kardiyen, Mehmet Gökhan Demir, Can Yılmaz
doi: 10.14744/scie.2024.60133  Sayfalar 191 - 195
GİRİŞ ve AMAÇ: Tükürük bezi tümörlerinin çok sayıda tanısal, biyolojik ve histolojik belirtileri vardır; bunların her biri tanı, tedavi ve tümörlerin kategorize edilmesi açısından zorluklar oluşturmaktadır. Bu çalışmanın amacı, benign ve malign tükürük bezi tümörlerinde Bcl-2, kaspaz-3 ve GSTP’nin immünohistokimyasal ekspresyonlarını incelemek ve çeşitli klinikpatolojik değişkenlerle nasıl bağlantıları olduğunu değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya benign ve malign tükürük bezi tümörü tanısı almış, formalinle tamponlanmış ve parafine gömülü dokulardan oluşan 61 vaka dahil edilmiştir. İmmünohistokimya boyama işlemi, poliklonal anti-Bcl-2, anti-aspaz-3 ve anti-GSTP antikorları kullanılarak üreticinin tavsiyelerine göre gerçekleştirildi.
BULGULAR: Ortalama tümör çapı ile Bcl-2 ekspresyonu arasındaki korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu gösterilmiştir (rs=0.258, p<0.05). Bcl-2 ve kaspaz-3 (rs=0.66, p<0.01), Bcl-2 ve GSTP (rs=0.61, p<0.01), kaspaz-3 ve GSTP (rs=0.73, p<0.01) ekspresyon düzeyleri tümör tipleri ile karşılaştırıldığında, pleomorfik adenoma tümör dokularında ekspresyon düzeyleri arasında anlamlı bir korelasyon bulunmuştur. Pleomorfik adenom, adenoid kistik karsinom ve mukoepidermoid karsinomlu dokularda Bcl-2 ekspresyonu en yüksek boyanma yoğunluğuna sahipken, GSTP ekspresyonu en düşük boyanma yoğunluğuna sahipti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Apoptoza dirençli tükürük bezi tümörlerinin yüksek düzeyde Bcl-2 ekspresyonuna sahip olduğu sonucu çıkarılabilir. Tümör çapı ve yüksek Bcl-2 ekspresyonu arasındaki pozitif korelasyon, tükürük bezi tümörlerinde kötü prognoza neden olabilir.
INTRODUCTION: There are numerous diagnostic, biological, and histological manifestations of salivary gland tumors, each of which offers concerns and difficulties in terms of diagnosis, grading, categorization, and therapy. The purpose of this study was to evaluate and compare the immunohistochemical expression of Bcl-2, caspase-3, and GSTP in benign and malignant salivary gland tumors, as well as how they are connected to a variety of clinicopathological variables.
METHODS: A total of 61 cases of buffered formalin-fixed, paraffin-embedded tissues from previously identified cases of benign and malignant salivary gland tumors were included in this study. The immunohistochemistry staining process was carried out according to the manufacturer’s recommendations, employing polyclonal anti-Bcl-2, anti-caspase-3, and anti-GST antibodies.
RESULTS: The correlation between mean tumor diameter and Bcl-2 expression was shown to be statistically significant (rs=0.258, p<0.05). In pleomorphic adenoma tumor tissues, there were statistically significant correlations between the expression levels of Bcl-2 and caspase-3 (rs=0.66, p<0.01), Bcl-2 and GST (rs=0.61, p<0.01), and caspase-3 and GST (rs=0.73, p<0.01) when tumor types were compared. The tissues with pleomorphic adenoma, adenoid cystic carcinoma, and mucoepidermoid carcinoma had the highest staining intensity of Bcl-2 expression, while the lowest staining intensity of GSTP expression was observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It seems probable to draw the conclusion that salivary gland tumors that resist apoptosis have elevated levels of Bcl-2 expression. The prognosis for salivary gland tumors may be poor due to the positive correlation between tumor diameter and high Bcl-2 expression.

LookUs & Online Makale