1. | Front Matter Pages I - X |
RESEARCH ARTICLE | |
2. | Evaluation of Risk Factors for Anastomotic Leakage and Mortality Following Esophageal Cancer Surgery Cemal Hacıalioğlu, Gizem Akcakoca, Ahmet Anar, Furkan Yağmur, Sedef Poşul, Aytaç Emre Kocaoğlu, Beril Kara Esen, Yasin Tosun, Hasan Fehmi Küçük doi: 10.14744/scie.2024.76743 Pages 197 - 201 GİRİŞ ve AMAÇ: Postoperatif anastomoz kaçağı, özofagus cerrahisinin en ciddi komplikasyonlarından biridir ve hasta morbidite ve mortalite riskini önemli ölçüde artırır. Bu çalışmanın amacı, özofagus kanseri cerrahisinde anastomoz seviyesinin postoperatif kaçak ve darlık oranlarına etkisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ocak 2010 ile Şubat 2023 tarihleri arasında İstanbul Dr. Lütfi Kırdar Şehir Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü’nde özofagus kanseri nedeniyle ameliyat edilen 104 hasta alındı. BULGULAR: Takip sırasında 47 hastada mortalite meydana geldi. Mortalite gelişen hastalarda McKeown operasyonu, elle yapılan anastomoz ve lenfovasküler invazyon oranları, mortalite gelişmeyenlere göre anlamlı derecede yüksekti. TARTIŞMA ve SONUÇ: Risk faktörlerinin belirlenmesi ve uygun tekniğin seçilmesi komplikasyon oranlarını azaltabilir ve ameliyat sonrası sonuçları iyileştirebilir. INTRODUCTION: Postoperative anastomotic leakage is one of the most severe complications of esophageal surgery, significantly increasing patient morbidity and mortality risk. This study aims to evaluate the impact of the anastomosis level on postoperative leakage and stricture rates in esophageal cancer surgery. METHODS: A total of 104 patients operated on for esophageal cancer at the General Surgery Department of Istanbul Dr. Lütfi Kırdar City Hospital between January 2010 and February 2023 were included. RESULTS: Mortality occurred in 47 patients during follow-up. Among the patients who developed mortality, the rates of McKeown operation, hand-sewn anastomosis, and lymphovascular invasion were significantly higher than in those who did not develop mortality. DISCUSSION AND CONCLUSION: Identifying risk factors and selecting the appropriate technique can reduce complication rates and improve postoperative outcomes. |
3. | Effects of Increased Storage Period of Erythrocyte Suspensions on Patient Outcomes in Pediatric Patient Population Undergoing Craniosynostosis Surgery Ayten Saraçoğlu, Gamze Cabakli, Gül Çakmak, Can Kıvrak, Canan Eren, Tumay Umuroglu doi: 10.14744/scie.2024.88609 Pages 202 - 208 GİRİŞ ve AMAÇ: Kraniyosinositoz cerrahisi sırasında geniş insizyon alanının yol açtığı kanama nedeniyle gereken kan transfüzyonu, kanın oksijen taşıma kapasitesinin devamlılığını sağlamak için gerekli olmakla beraber, önemli riskleri bulunmaktadır. Günümüzde kan ve kan ürünlerinin depolama süresiyle değişen içeriğine bağlı gelişen ciddi komplikasyonların postoperatif dönemde hasta sonuçlarını etkileyebileceği de düşünülmektedir. Bu çalışmadaki amacımız, kraniyosinositoz cerrahisi geçirmiş olan pediyatrik hasta grubunda eritrosit süspansiyonunun depolama süresinin postoperatif dönemde hasta sonuçları üzerine etkisini belirlemektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olarak planlanan çalışmamıza, hastane bilgi sistemi ve anestezi izlem kayıtlarından verileri alınarak 2018-2021 yılları arasında kraniyosinositoz cerrahisi geçirmiş olan 2-24 aylık 56 hasta alındı. Hastalar verilen eritrosit süspansiyonu (ES) ve taze donmuş plazmanın (TDP) depolama süresine göre (donörden alındığı gün ile hastalara transfüze edildiği gün arası süre) 10 günün altında olan ve 10 günün üzerinde olan şeklinde gruplara ayrıldı. Hastaların demografik verileri, ortalama arteryel kan basıncı, vücut sıcaklığı, hemoglobin (Hb), INR, trombosit (PLT) değerleri, intraoperatif kanama, transfüzyonu miktarı, verilen kristalloid ve kolloid sıvı miktarı, operasyon süresi, anestezi süresi, komplikasyonlar, postoperatif yoğun bakımda (YBÜ) kalış süresi, drenaj ile verilen transfüzyon miktarı ve hastanede kalış süresi kaydedildi. BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 8.27+6.294 ay idi. İntraoperatif dönemde kullanılan ES’lerin depolama süresi, ES ve kristalloid miktarı ile postoperatif drenaj arasında pozitif korelasyon saptanmıştır. İntraoperatif TDP transfüzyonu ile YBÜ’de ölçülen Hb değerlerinin değişimi ve intraoperatif ES transfüzyonu ile YBÜ çıkış PLT değerleri arasında negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçlarına göre ES ve TDP’lerin depolama süresindeki kısalmanın postoperatif drenaj üzerine olumlu etkisi olabileceği kanısına varıldı. Ancak hastane ve YBÜ’de kalış üzerine bir etkisinin varlığı gösterilememesi daha büyük ölçekli çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşündürmüştür. INTRODUCTION: Although the blood transfusion required due to bleeding caused by the large incision area during craniosynostosis surgery is necessary to maintain the oxygen-carrying capacity of the blood, it carries significant risks. Our aim in this study is to determine the effect of the storage period of erythrocyte suspensions (ESs) on patient outcomes in the postoperative period in a pediatric patient group who underwent craniosynostosis surgery. METHODS: Fifty-six patients aged 2-24 months who had undergone craniosynostosis sur-gery between 2018 and 2021 were included in our retrospective study. The patients were divided into two groups according to whether the storage time of the given ES and fresh frozen plasma (FFP) (time elapsed from the day it was received from the donor to the day it was transfused into the patients) was less or more than 10 days. Demographic data of the patients, mean arterial blood pressure, body temperature, hemoglobin (Hb), INR, platelet (plt) values, intraoperative bleeding, amount of transfusion, amount of crystalloid and colloid fluid administered, duration of operation, duration of anesthesia, complications, duration of stay in the postoperative intensive care unit (ICU), amount of transfusion given by drainage, and length of hospital stay were recorded. RESULTS: The mean age of the patients was 8.27±6.294 months. A positive correlation was found between the storage time of ESs used in the intraoperative period, ES and crystalloid amount, and postoperative drainage. A negative correlation was found between intraopera-tive FFP transfusion and the change in Hb values measured in the ICU, and between intraop-erative ES transfusion and plt values on ICU discharge (p<0.05). DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study concluded that the shortening of the storage time of ESs and FFPs may have a positive effect on postoperative drainage. However, since it was found to have no effect on hospital and ICU stay, it is thought that larger-scale studies are needed. |
4. | Large Language Model and Medical Education: Evaluation of Human and Artificial Intelligence Responses to Thoracic Surgery Questions Mesut Buz, Recep Demirhan doi: 10.14744/scie.2024.91129 Pages 209 - 212 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, bir büyük dil modeli olan ChatGPT-4’ün, göğüs cerrahisi sorularına 5. sınıf tıp öğrencileri ile karşılaştırmalı olarak yanıt verme performansını değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Çalışmanın hedefi, ChatGPT-4’ün tıp eğitiminde bir eğitim aracı olarak potansiyelini değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, 10 beşinci sınıf tıp öğrencisi ve ChatGPT-4’ün yer aldığı retrospektif karşılaştırmalı bir analiz yapıldı. Her katılımcı, göğüs cerrahisiyle ilgili 40 çoktan seçmeli soruyu yanıtladı. Öğrencilerin puanları, ChatGPT-4 tarafından üretilen puanlarla karşılaştırıldı. Performans farklarının anlamlılığını belirlemek için bağımsız örneklem t-testi kullanılarak istatistiksel analiz yapıldı. BULGULAR: Öğrencilerin puanları %80 ile %97.5 arasında değişmiş ve ortalama puan %88.25 (SD=5.63) olarak hesaplanmıştır. ChatGPT-4, aynı soru setinde %95 puan almıştır. T-testi sonuçları, öğrencilerin puanları ile ChatGPT-4’ün puanı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğunu göstermiştir (t=-3.98, p=0.00088). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma, ChatGPT-4’ün göğüs cerrahisi sorularına doğru yanıtlar verebildiğini ve 5. sınıf tıp öğrencilerinin performansını aştığını göstermiştir. Bu durum, büyük dil modellerinin tıp eğitiminde değerli eğitim araçları olarak potansiyelini ortaya koymaktadır. Ancak, modelin farklı tıbbi disiplinler ve soru türleri üzerindeki performansını değerlendirmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the performance of ChatGPT-4, a large language model, in answering thoracic surgery questions compared to 5th-year medical students. The goal was to assess the potential of ChatGPT-4 as an educational tool in medical training. METHODS: A retrospective comparative analysis was conducted involving 10 fifth-year medical students and ChatGPT-4. Each participant answered 40 multiple-choice questions related to thoracic surgery. The students’ scores were compared to the scores generated by ChatGPT-4. Statistical analysis was performed using an independent sample t-test to determine the significance of the differences in performance. RESULTS: The students’ scores ranged from 80% to 97.5%, with an average score of 88.25% (SD=5.63). ChatGPT-4 scored 95% on the same set of questions. The t-test results indicated a statistically significant difference between the students’ scores and ChatGPT-4’s score (t=-3.98, p=0.00088). DISCUSSION AND CONCLUSION: The study demonstrated that ChatGPT-4 can provide accurate answers to thoracic surgery questions, surpassing the performance of 5th-year medical students. This indicates the potential of large language models as valuable educational tools in medical training. However, further research is needed to evaluate the model’s performance across different medical disciplines and question types. |
5. | Evaluation of Balance and Gait in Idiopathic Scoliosis Tuğba Özüdoğru Çelik, Saadet Selin Koç, Elif Yalçın, Hüma Bölük Şenlikci, Nilüfer Kutay Ordu Gökkaya doi: 10.14744/scie.2024.71354 Pages 213 - 218 GİRİŞ ve AMAÇ: İdiyopatik skolyoz (İS), koronal düzlemde 10 dereceden fazla lateral sapma olarak radyografik olarak tanımlanan, sagital ve transvers düzlem değişiklikleriyle kendini gösteren, omurganın üç boyutlu bir deformitesidir. Denge ve yürüme günlük yaşamın en yaygın aktiviteleridir. Çalışmamızda, ilerleme riski azalmış ve eğrilikleri genellikle stabil olan İS bireylerinde eğriliğin denge ve yürüyüş üzerindeki etkisini analiz etmeyi amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 34 İS hastası ve 34 sağlıklı birey alındı. Tüm katılımcılara sosyo-demografik ve fiziksel özellikleri soruldu. Denge parametreleri, yerleşik kuvvet sensörleri ve tutacakları olan Huber 360 adlı çok eksenli, motorlu bir platform sistemi kullanılarak kaydedildi. Katılımcıların yürüme analizi, Zebris FDM tip 3 (Zebris Medical GmbH, Almanya) yürüme platformu kullanılarak gerçekleştirildi. BULGULAR: Yürüme parametreleri incelendiğinde, adım atma süresi ve yürüme döngüsü süresi İS grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla, p=0.007 ve p=0.008). Buna karşın, kontrol grubunun sağ ayak yükleme yanıtı ve yürüme hızı skolyoz grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla, p=0.006 ve p=0.0003). Gözler kapalıyken stabilite hızı İS grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla, 14.55±3.5 mm/s ve 12.6±4.6 mm/s, p=0.012). Diğer denge ve yürüyüş özellikleri açısından gruplar arasında anlamlı bir fark gözlenmedi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, İS hastalarında denge ve yürüyüşün etkilendiğini ve skolyozlu bireylerin sağlıklı bireylere göre zayıf denge ve yürüme becerilerine sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle skolyoz rehabilitasyonunda omurga eğriliklerinden kaynaklanabilecek denge ve yürüyüş sorunlarının mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. INTRODUCTION: Idiopathic scoliosis (IS) is a three-dimensional deformity of the spine, defined radiographically as a lateral deviation of more than 10 degrees in the coronal plane, characterized by sagittal and transverse plane changes. Balance and walking are the most common activities of daily living. In our study, we aimed to analyze the effect of the curvature on balance and walking in IS individuals, who have a reduced risk of progression and whose curvatures are generally stable, by analyzing quantitative data. METHODS: The study included 34 patients with IS and 34 healthy individuals. All participants were questioned about their socio-demographic and physical characteristics. Balance parameters were recorded using a multi-axis, motorized platform system called Huber 360 with built-in force sensors and handles. The participants’ gait analysis was performed using a Zebris FDM type 3 (Zebris Medical GmbH, Germany) walking platform. RESULTS: When gait parameters were examined, step time and walking cycle duration were significantly higher in the IS group compared to the control group (p=0.007 and p=0.008, respectively). On the contrary, right-foot loading response and walking speed of the control group were significantly higher than the scoliosis group (p=0.006 and p=0.0003, respectively). Stability speed with eyes closed was significantly higher in the IS group compared to controls (14.55±3.5 mm/s and 12.6±4.6 mm/s, respectively, p=0.012). No significant differences were observed between the groups in terms of other balance and gait characteristics. DISCUSSION AND CONCLUSION: This study revealed that balance and gait were affected in patients with IS, and individuals with scoliosis had poor balance and walking skills compared to healthy individuals. Therefore, in scoliosis rehabilitation, balance and walking problems that may be caused by spinal curvatures should definitely be taken into consideration. |
6. | Perioperative and 90-day Clinical and Radiological Results of Endovascular Treatment of Symptomatic Basilar Artery Stenosis Ayşenur Önalan, Erdem Gürkaş doi: 10.14744/scie.2024.67878 Pages 219 - 223 GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı, en iyi medikal tedavi altında tekrarlayan inme nedeni ile endovasküler tedavi uyguladığımız baziler arter stenozu olgularımızın tedavi güvenliği ve etkinliğini değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Ateroskleroza bağlı şiddetli baziler arter stenozu (%70-99) olan, en iyi medikal tedavi altında geçici iskemik atak veya iskemik inme geçiren ve endovasküler tedavi uygulanan hastalar geriye dönük incelendi. Birincil sonuçlar, stent yerleştirilmesinden sonra 90 gün içinde iskemik veya hemorajik inme ve hastanede yatış sırasında endovasküler prosedürden kaynaklanan ölümdü. İkincil sonuçlar başarılı revaskülarizasyon (rezidüel stenoz <%30) ve işleme bağlı komplikasyonlar olarak belirlendi. BULGULAR: Hastaların 19’unun yaş ortalaması 65 (IQR, 53-68.5) olup %74’ü erkekti. Stenozun en fazla görüldüğü alan BA’nın proksimal üçte birlik kısmı (%63) olurken, bunu orta üçte birlik kısım (%37) takip etti. Mori sınıflamasına göre lezyon tipi en sık %53 ile Mori A ve 42% Mori B ile idi. Stent öncesi darlık oranı ortalaması %85 (IQR, 80-90%), iken başarılı stent yerleştirme sonrası ortalama %16 (IQR, 11-20) rezidüel stenoz izlendi. Çalışmaya alınan 19 hastanın 18’sinde başarılı stent uygulandı (%95). İşlem sırasında 1 hastada damar perforasyonu ve 1 hastada diseksiyona bağlı iskemi gelişti. Mortalite oranı %5 (1/19) idi. PTA yapılan bir hastada asemptomatik stent restenozu izlendi. Bu süreçte hiçbir hastada tekrarlayan iskemik inme görülmedi. Üçüncü ay mRS skoru 1 (IQR, 0-1.5) idi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Baziler arter stenozunun endovasküler tedavisi potansiyel perioperatif komplikasyon riskleri barındırmakla birlikte tecrübeli mer-kezlerde güvenli ve etkin tedaviler gibi görünmektedir. Balon anjiyoplasti ve stentlemenin etkinlik ve güvenlik sonuçlarını doğrulamak için randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır. INTRODUCTION: The aim of our study is to evaluate the safety and effectiveness of basilar artery stenosis cases in which we applied endovascular treatment due to recurrent stroke under optimal medical management. METHODS: Patients with severe basilar artery stenosis (70-99%) due to atherosclerosis, who had transient ischemic attack or ischemic stroke despite optimal medical management, and who underwent endovascular treatment were retrospectively examined. The primary out-comes were ischemic or hemorrhagic stroke within 90 days after stent deployment and death related to the endovascular procedure during hospitalization. Secondary outcomes were suc-cessful revascularization (residual stenosis <30%) and procedure-related complications. RESULTS: The median age of the 19 patients included in the study was 65 years (IQR, 53-68.5), and 74% were male. The most common area of stenosis was the proximal third of the basilar artery (63%), followed by the middle third (37%). According to the Mori classification, the most common lesion type was MORI A (53%), followed by MORI B (42%). While the stenosis rate before endovascular treatment was 85% (IQR, 80-90%), the median residual stenosis rate after successful stenting was 16% (IQR, 11-20). Treatment was successful in 18 of 19 patients (95%), and only 1 patient died due to basilar artery perforation during the procedure. The mortality rate was 5% (1/19). Asymptomatic stent restenosis was observed in one patient who underwent balloon angioplasty. During this period, no recurrent ischemic stroke was observed in any patient. The 3rd month mRS score was 1 (IQR, 0-1.5). DISCUSSION AND CONCLUSION: The endovascular treatment of basilar artery stenosis appears to be safe and effective in experienced centers, despite the potential risk of perioperative complications. Randomized controlled trials are necessary to validate the efficacy and safety outcomes of balloon angioplasty and stenting. |
7. | A Study of The Spinal Muscular Atrophy Cohorts in The Eastern Anatolia Region of Türkiye Oğuzhan Yaralı, Ozge Beyza Gündoğdu Öğütlü, Serdar Sarıtaş, Mustafa Can Güler, Filiz Keskin doi: 10.14744/scie.2024.82542 Pages 224 - 229 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, hastalığın genetik temelini ve özellikle SMN1 ve SMN2 genlerinin alel sayısının hastalığın ilerlemesi üzerindeki etkisini araştırmak için Türkiye’nin Doğu Anadolu bölgesindeki SMA hastalarında genetik bir kohort çalışması yapmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma, Erzurum Şehir Hastanesi’nde Erzurum Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin etik onayı ile yürütülmüştür. SMA ön tanısı olan toplam 348 hastaya genetik test uygulandı. SMN1 ve SMN2 genlerindeki ekzon 7 ve 8 delesyonları PCR-RFLP yöntemi ile analiz edildi. BULGULAR: SMN1 ve SMN2 genlerinin ekzon 7 ve ekzon 8 bölgelerindeki alel sayıları incelenerek SMN1 geninin hiç kopyası olmayan (0 alel) 41 hasta ve potansiyel taşıyıcı olarak değerlendirilen 112 birey belirlendi. SMN2 genindeki alel sayısının dağılımı analiz edilmiş ve hastalığın klinik şiddeti üzerinde önemli bir etkisi olduğu gösterilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, Türkiye’nin Doğu Anadolu bölgesindeki SMA hastalarının genetik kohort analizini sunmakta ve SMN1 ve SMN2 genlerindeki alel sayısının hastalığın ilerlemesi üzerindeki etkisini ortaya koymaktadır. Bulgular, cinsiyetin hastalık yaygınlığı ve taşıyıcılık durumu üzerinde sınırlı bir etkiye sahip olduğunu öne sürerek, SMA’nın genetik teşhisi ve yönetimi konusunda önemli bilgiler sağlamaktadır. Araştırma ayrıca bölgesel genetik tarama ve danışmanlık hizmetlerinin geliştirilmesinin kritik önemini vurgulamaktadır. INTRODUCTION: The purpose of this research is to carry out a genetic cohort study of SMA patients in the Eastern Anatolia region of Turkey, investigating the genetic causes of the illness, specifically the impact of the number of SMN1 and SMN2 gene alleles on the course of the disease. METHODS: The Erzurum Medical Faculty of Health Sciences at Erzurum City Hospital gave ethical approval for the study to be conducted. A total of 348 patients with an initial diagnosis of SMA underwent genetic testing. Using the PCR-RFLP approach, deletions of exons 7 and 8 in the SMN1 and SMN2 genes were examined. RESULTS: In examining the allele counts in the exon 7 and exon 8 regions of the SMN1 and SMN2 genes, 41 patients were found to have no copies of the SMN1 gene (0 alleles), while 112 people were identified as possible carriers. Analysis of the SMN2 gene’s allele distribution revealed a substantial relationship between the number of alleles and the clinical severity of the disease. DISCUSSION AND CONCLUSION: The number of alleles in the SMN1 and SMN2 genes influences the course of the disease, as demonstrated by the genetic cohort analysis of SMA patients in the Eastern Anatolia region of Turkey presented in this paper. The findings indicate that sex does not influence the frequency of the disease or carrier status, offering significant new insights into the genetic diagnosis and treatment of SMA. The study also emphasizes the importance of establishing local genetic screening programs and counseling services to facilitate early diagnosis and treatment. |
8. | Analysis of Pancreatitis Severity Scores and hospitalization length of Diabetic and Non-diabetic Patients with Nonbiliary Acute Pancreatitis Meryem Dumlu, Banu Boyuk, Tunahan Refik Dumlu, Hande Erman doi: 10.14744/scie.2024.52243 Pages 230 - 237 GİRİŞ ve AMAÇ: Akut pankreatit (AP) seyrinde skorlama sistemlerini karşılaştıran birçok çalışma vardır, ancak diyabetli hastalarda skorlama sistemlerinin karşılaştırmalı analizleri sınırlıdır. Çalışmamızda birden fazla skorlama sistemi kullanan hastaları karşılaştırmayı ve diyabetli bireylerde hastanede kalış süresini (HKS) tahmin etmede tercih edilebilecek bir skorlama sisteminin olup olmadığını araştırmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Dahiliye kliniğinde AP ile takip edilen hafif ve orta şiddetli akut pankreatit hastaları geriye dönük olarak değerlendirildi. Diyabetli ve diyabetsiz hastalar demografik özellikleri, laboratuvar ve görüntüleme bulgularına göre iki grupta incelendi. Ranson, Sistemik İnflamatuvar Yanıt Sendromu (SIRS), Akut Pankreatitte Yatak Başı Şiddet İndeksi (BISAP), Modifiye Glasgow II Skorlaması (IMRIE), Zararsız Akut Pankreatit Skoru (HAPS), Balthazar ve Bilgisayarlı Tomografi Şiddet İndeksi (CTSI) skorları hesaplandı. BULGULAR: Diyabetli AP hastalarında serum trigliserit, lökosit, CRP ve prokalsitonin düzeyleri daha yüksekti (p<0.05). Diyabetik olmayan hastalarda serum amilaz düzeyleri biraz daha yüksekti (p<0.05). Diyabet varlığı, başvuru anında Ranson, SIRS ve Imrie skorları ile pozitif korelasyon gösterdi (p<0.05; r=0.437; r=0.274; r=0.317). Ciddiyet skorlarından sadece CTSI skoru >7 günden fazla yaşam süresi olan hastalarda anlamlı olarak daha yüksektir (p<0.004). Ayrıca DM varlığına göre HKS’ta farklılık görülmezken (p=0.840), HKS’si yüksek olan hastalarda ortalama HbA1c değerleri daha yüksekti (p=0.037). Regresyon analizi sonucunda erkek cinsiyet ve daha yüksek CTSI puanı artan HKS ile ilişkilidir (OR=0.266, p=0.037 vs OR=1.579, p=0.022). TARTIŞMA ve SONUÇ: Skorlama sistemlerinden IMRIE, SIRS, Ranson skorları hafif-orta şiddette AP diyabetli hastalarda diyabetik olmayan hastalara göre daha yüksektir. Ayrıca bu spesifik hasta grubunda erkek cinsiyet ve daha yüksek CTSI skorları artan HKS ile ilişkilidir. INTRODUCTION: Many studies have compared scoring systems in the course of acute pancreatitis (AP), but comparative analyses of scoring systems in patients with diabetes are limited. In our study, we aimed to compare patients using more than one scoring system and also to investigate whether there was a scoring system that could be preferred in predicting the length of hospital stay (LOS) in individuals with diabetes. METHODS: Mild and moderate-severe acute pancreatitis patients who were followed up with AP in the internal medicine clinic were evaluated retrospectively. The diagnosis of AP was confirmed in accordance with the revised Atlanta criteria. AP with mild and moderate severity was the inclusion criteria. Patients with severe pancreatitis were excluded. Patients with and without diabetes were analyzed according to demographic characteristics, laboratory and imaging findings in two groups. Ranson, Systemic Inflammatory Response Syndrome (SIRS), Bedside Index of Severity in Acute Pancreatitis (BISAP), Modified Glasgow II Scoring (IMRIE), Harmless Acute Pancreatitis Score (HAPS), Balthazar, and Computed Tomography Severity Index (CTSI) scores were calculated on admission. RESULTS: AP patients with diabetes had higher serum triglyceride, leukocyte, CRP, and pro-calcitonin levels (p<0.05). Serum amylase levels were slightly higher in non-diabetic patients (p<0.05). The presence of diabetes was positively correlated with Ranson on admission, SIRS, and Imrie scores (p<0.05; r=0.437; r=0.274; r=0.317). Among severity scores, only the CTSI score was significantly higher in patients with >7 days LOS (p<0.004). In addition, while there was no difference in LOS according to the presence of DM (p=0.840), mean HbA1c values were higher in patients with longer LOS (p=0.037). As a result of regression analysis, male gender and higher CTSI scores were related to increased LOS (OR=0.266, p=0.037 vs OR=1.579, p=0.022). DISCUSSION AND CONCLUSION: Among the scoring systems, IMRIE, SIRS, and Ranson scores were higher in mild-moderate AP patients with diabetes compared to non-diabetic patients. In addition, male gender and higher CTSI scores were associated with increased LOS in this specific patient group. |
9. | Retrorectal Tumor Surgery: Single Center Study Mehmet Karahan, Cemal Hacıalioğlu, Selçuk Kaya, Osman Akdoğan, Önder Altın, Gökalp Okut, Hasan Fehmi Küçük doi: 10.14744/scie.2024.02703 Pages 238 - 242 GİRİŞ ve AMAÇ: Retrorektal veya presakral tümörler, teşhisi zor ve patolojik olarak heterojenite gösteren nadir tümörlerdir. Bu tümörlerin kesin insidansı bilinmemekle birlikte, üçüncü basamak sağlık merkezlerinde yıllık olarak 1-6 vaka görüldüğü tahmin edilmektedir. Bu çalışmanın amacı, 2012 ve 2022 yılları arasında hastanemiz Genel Cerrahi kliniğinde retrorektal tümör tanısı alarak cerrahi tedavi gören hastaların klinik ve cerrahi sonuçlarını değerlendirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: 2012 ve 2022 yılları arasında hastanemiz Genel Cerrahi Kliniği’nde retrorektal tümör tanısı alarak cerrahi tedavi gören 23 hasta üzerinde retrospektif bir analiz yapılmıştır. Çalışma için etik kurul onayı alınmış olup, hastaların demografik verileri, başvuru semptomları, radyolojik görüntüleme yöntemleri, cerrahi detaylar ve postoperatif sonuçlar kaydedilmiştir. Tüm hastalar ameliyat öncesi radyolojik olarak değerlendirilmiş ve cerrahi yaklaşım tümörün lokalizasyonuna göre belirlenmiştir. BULGULAR: Retrorektal tümörler genellikle genç-orta yaş erişkin grubunda görülmekte olup, çalışmamızdaki hastaların demografik ve klinik özellikleri literatürdeki diğer çalışmalarla uyumludur. Çoğu vakada benign tümörler saptanırken, bazı malign vakalar da gözlenmiştir. Bu durum retrorektal tümörlerin cerrahi tedavisinin önemini vurgulamaktadır. Literatürde, retrorektal tümörlerin cerrahi tedavisinin genellikle başarılı sonuçlar verdiği, benign tümörlerde cerrahi eksizyonun yeterli olduğu, malign tümörlerde ise radikal cerrahi yaklaşımların gerektiği belirtilmektedir. Çalışmamızda cerrahi yaklaşım tümörün lokalizasyonuna ve özelliklerine göre belirlenmiş, komplikasyonlar uygun yöntemlerle yönetilmiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Retrorektal tümörler nadir görülen ve cerrahi tedavi gerektiren lezyonlardır. Deneyimli merkezlerde yapılan cerrahi müdahaleler başarılı sonuçlar vermekte ve düşük nüks oranlarına sahiptir. Bu tümörlerin yönetimi ve cerrahi tedavisi, tümörün görüntüleme bulgularının ve lokalizasyonunun değerlendirilmesi ile başarılı bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Bu çalışma, retrorektal tümörlerin cerrahi tedavisinde kapsamlı bir yaklaşım sunarak, uygun cerrahi stratejilerin belirlenmesi ve komplikasyonların yönetimi açısından önemli bir katkı sağlamaktadır. INTRODUCTION: Retrorectal or presacral tumors are rare,diagnostically challenging,and pathologically heterogeneous tumors.The exact incidence of these tumors is unknown, but it is estimated that tertiary care centers see 1-6 cases per year.The aim of this study is to evaluate the clinical and surgical outcomes of patients diagnosed with retrorectal tumors and treated surgically at our hospital. METHODS: A retrospective analysis was conducted on 23 patients diagnosed with retrorectal tumors and treated surgically at the General Surgery Clinic of our hospital between 2012 and 2022.Ethical approval was obtained for the study, and demographic data, presenting symptoms, radiological imaging methods, surgical details,and postoperative outcomes were recorded.All patients underwent preoperative radiological evaluation, and the surgical approach was determined based on the tumor’s location. RESULTS: Between 2012 and 2022, 23 patients underwent RRT surgery.Of these patients, 20 (87.0%) were female, with a mean age of 45.2±12.2 (24-65) years.Twelve patients (52.2%) presented with coccygeal pain.On physical examination, a mass image was palpated in the rectal examination of three patients (13.1%) and in the vaginal examination of three patients (13.1%). Preoperative radiological examination was performed on all patients; one patient underwent only CT, 12 patients underwent only MRI, and 10 patients underwent both CT and MRI.RRTs were reported as solid in nine patients (39.1%), cystic in ten patients (43.5%), and heterogeneous in four patients (17.4%). Fifteen patients underwent colonoscopy. Colonoscopy revealed external compression findings in two patients, and polyps were detected in three patients and histopathologically benign after polypectomy. DISCUSSION AND CONCLUSION: Retrorectal tumors are rare lesions requiring surgical treatment.Surgical interventions performed in experienced centers have shown successful outcomes and low recurrence rates.The management and surgical treatment of these tumors involve evaluating the tumor’s imaging findings and location, leading to successful outcomes.This study provides a comprehensive approach to the surgical treatment of retrorectal tumors,emphasizing the importance of appropriate surgical strategies and complication management. |
CLINICAL AND EXPERIMENTAL RESEARCH | |
10. | Three-Dimensional Computed Tomography Measurements of Pedicle Diameters and Angles for the Safety of Posterior Cervical Spinal Instrumentation Ali Börekci, Tufan Hiçdönmez doi: 10.14744/scie.2024.46690 Pages 243 - 247 Amaç: Servikal pedikül vida tekniği omurganın sagital diziliminin restorasyonu için yüksek korreksiyon kabiliyeti sağlayarak rijit fiksasyona olanak sağlar. Tekniğin zorluğu ve önemli nörovasküler yapılara komşuluğundan dolayı, cerrahlar alt servikal omurgada pedikül enstrümantasyonu yapmadan önce hastanın bireysel anatomisini ayrıntılı olarak değerlendirmelidir. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada, posterior servikal spinal enstrümantasyonda C3-C7 arası vertebral pediküllerin genişlikleri, yükseklikleri, transvers açıları ve pedikül vidalarının maksimum uzunlukları, preoperatif dört yönlü direkt grafi, ince kesit bilgisayarlı tomografi (BT) ve 3 boyutlu bilgisayarlı tomografi (3B-BT) görüntüleri ile 50 erişkin hastada iki taraflı değerlendirilerek veritabanı elde edildi. Bulgular: Elde edilen verilere göre C3 vertebrasından C7 vertebrasına doğru kaudale doğru inildikçe pedikül yüksekliğinin, pedikül genişliğinin ve yerleştirilebilecek maksimum vida boyunun giderek arttığı; transvers pedikül açısının ise C3-5 arası artıp, C5-7 arası azaldığı belirlendi. Ortalama maksimum vida uzunluğu 29.7 mm ile 33.1 mm arasında bulundu. Sonuç: Bu değişkenlerin cerrahi uygulamalarda pedikül vidalarının pediküle uygun yerleştirilebilmesi için önemi vurgulandı. Objective: The cervical pedicle screw fixation technique ensures rigid stabilization by offering superior correction capability for the restoration of the sagittal alignment of the cervical spine. Given the technical complexity of this procedure and its proximity to critical neurovascular structures, it is imperative for surgeons to thoroughly assess the patient’s anatomy before undertaking pedicle instrumentation in the lower cervical spine. This comprehensive evaluation is crucial for minimizing risks and ensuring optimal surgical outcomes. Methods: In the present study, the widths, heights, transverse angles, and maximum lengths of pedicle screws of the vertebral pedicles between C3 and C7 in posterior cervical spinal instrumentation were bilaterally evaluated in 50 adult patients using preoperative four-way direct radiographs, thin-section computed tomography (CT) scans, and 3-dimensional CT (3D-CT) images. Results: The results revealed that pedicle height, pedicle width, and maximum screw length increased gradually as we descended caudally from the C3 vertebra to the C7 vertebra, whereas the transverse pedicle angle increased between C3 and C5 and decreased between C5 and C7. The mean maximum screw length varied between 29.7 mm and 33.1 mm. Conclusion: The findings of this study emphasize the importance of the widths, heights, transverse angles, and maximum lengths of pedicle screws for their appropriate placement into the pedicle in surgical procedures. |
RESEARCH ARTICLE | |
11. | What Is the Ideal Risk Scoring System for Acute Variceal Bleeding in Cirrhotic Patients? Yavuz Çağır, Muhammed Bahaddin Durak, Cem Simsek, Ilhami Yuksel doi: 10.14744/scie.2024.59751 Pages 248 - 252 GİRİŞ ve AMAÇ: Akut varis kanaması ile başvuran sirotik hastalarda 3 aylık yeniden kanama ve mortaliteyi tahmin etmede üç risk skorlama sisteminin (Child-Turcotte-Pugh skoru (CTP), MELD skoru ve AIMS65 skoru) prediktivitesini değerlendirilmesi amaçlandı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Başvuru sırasında, hastaların tıbbi öykülerini, vital bulgularını, laboratuvar sonuçlarını, endoskopik bulgularını ve müdahalelerini prospektif olarak topladık. Klinik sonuçlar 3 aylık tekrar kanama ve mortalite olarak tanımlandı. BULGULAR: Üç skorlama sistemi arasında, CTP ve MELD skorları, her ikisi de AIMS65 skorundan istatistiksel olarak daha üstün olan (sırasıyla, AUC: 0.676, 0.665, 0.558) 3 aylık yeniden kanamayı predikte etmede benzer doğrulukta idi. Üç puanlama sisteminin (CTP, MELD, AIMS65) 3 aylık mortaliteyi öngörme kapasiteleri benzerdi ve yüksek doğruluk gösterdi (sırasıyla, AUC: 0.861, 0.753, 0.769). Yüksek riskli hasta grubunda MELD skorunun duyarlılığı daha anlamlı idi (%87.5). TARTIŞMA ve SONUÇ: Hesaplanması kolay olan üç skorlama sistemi, özellikle CTP skoru olmak üzere, tekrar kanama ve mortaliteyi öngörmede faydalı olabilir. INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the predictive capacities of three risk scoring systems, Child-Turcotte-Pugh score (CTP), MELD score (Model for End-Stage Liver Disease), and AIMS65 score, in anticipating 3-month rebleeding and mortality in cirrhotic patients presenting with acute variceal bleeding (AVB). METHODS: At the time of initial presentation, we prospectively collected patients’ medical histories, vital signs, laboratory results, endoscopic findings, and interventions. Clinical out-comes were defined as 3-month rebleeding and mortality. RESULTS: Among the three scoring systems, the CTP and MELD scores demonstrated comparable abilities to predict 3-month rebleeding, both statistically superior to the AIMS65 score (AUC: 0.676, 0.665, 0.558, respectively). The predictive capacities of the three scoring systems (CTP, MELD, AIMS65) for 3-month mortality were similar and demonstrated high accuracy (AUC: 0.861, 0.753, 0.769, respectively). In the high-risk patient group, the MELD scores showed significant sensitivity (87.5%). DISCUSSION AND CONCLUSION: The three scoring systems, which are easy to calculate, may be useful in predicting rebleeding and mortality, with the CTP score being particularly beneficial. |
12. | Prognostic Nutritional Index and Systemic Immune Inflamatory Index: Can They Predict Mortality in Peritoneal Dialysis Patients? Serap Yadigar, Pınar Özdemir, Murat Tuğcu, Erman Özdemir, Serkan Feyyaz Yalın, Meral Meşe, Ebru Asicioglu, Ergün Parmaksız doi: 10.14744/scie.2024.29964 Pages 253 - 261 GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik böbrek yetersizliğinde replasman tedavi yöntemlerinden biri olan periton diyalizi hastalarında nutrisyonel değerlendirme, mortalite ve morbidite açısından giderek önemli hale gelmektedir. Prognostik nutrisyonel indeksi (PNI) ve immün-inflamasyon indeksi (SII) ise birçok hastalıkta prognostik değeri gösterilmiş yeni bir inflamatuvar indekstir. Çalışmamızda PD hastalarında yüksek SII skorları ile düşük PNI skorları mortalite arasındaki ilişkiyi araştırdık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Periton diyalizi yapılan 84 hastada PNI VE SII skorları hesaplandı. Düşük PNI skoru ile yüksek SII skorları olan hastalar gruplara ayrıldı. Periton diyaliz hastalarında mortalite ve morbiditeyi öngöstermeleri açısından incelendi. BULGULAR: Düşük PNI grubunda mortalite oranı, yüksek skorlu PNI grubuna göre yüksekti (p=0.04). Düşük SII grubunda mortalite KT/v değerleri açısından gruplar arasında fark vardı (p=0.008). SII grubunda bu değer yüksek SII grubunda daha yüksekti ve iki grup arasında PTH değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0.024). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda genel mortalite, düşük PNI grubunda daha yüksek bulunmuştur. Bu durum periton diyalizi hastalarında beslenme durumunun değerlendirilmesinde PNI skorunun da dikkate alınmasını desteklemektedir. Beklediğimiz gibi yüksek SII skoru olan hastalarda muhtemelen hasta sayımız az olduğu için, artmış mortalite ile bir ilişki bulamadık ancak bu hastaların diyaliz yeterlilik oranları daha düşük, kemik mineral metabolizması kontrolü daha kötü ve renal rezidüel idrar çıkışı daha düşüktü. Bu üç paramatrenin PD hastalarında mortaliteye katkıları bilinmektedir. INTRODUCTION: Nutritional evaluation in peritoneal dialysis patients, one of the replacement treatment methods in chronic renal failure, is becoming increasingly important in terms of mortality and morbidity. The Prognostic Nutritional Index (PNI) and Immune-Inflammation Index (SII) are new inflammatory indexes that have been shown to have prognostic value in many diseases. In our study, we investigated the relationship between high SII scores, low PNI scores, and mortality in PD patients. METHODS: PNI and SII scores were calculated in 84 patients undergoing peritoneal dialysis. Patients with low PNI scores and high SII scores were divided into groups. These indices were examined in terms of their prediction of mortality and morbidity in peritoneal dialysis patients. RESULTS: The mortality rate in the low PNI group was higher than in the high PNI score group (p=0.04). There was a difference between the groups in terms of mortality KT/v values in the low SII group (p=0.008). In the SII group, this value was higher in the high SII group, and there was a statistically significant difference in PTH values between the two groups (p=0.024). DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, overall mortality was found to be higher in the low PNI group. This supports the consideration of the PNI score in the evaluation of nutritional status in peritoneal dialysis patients. As expected, we did not find a relationship with increased mortality in patients with high SII scores, probably because our number of patients was small. However, these patients have lower dialysis adequacy rates and worse bone mineral metabolism control, and renal residual urine output was lower. These three parameters are known to contribute to mortality in PD patients. |
13. | Bibliometric Analysis of Chronic Lateral Ankle Instability Research: Mapping the Landscape of Influential Publications Lercan Aslan, Cemil Cihad Gedik, Batuhan Yürük, Bedri Karaismailoglu doi: 10.14744/scie.2024.82584 Pages 262 - 268 GİRİŞ ve AMAÇ: Bilimsel literatürü niceliksel olarak değerlendiren bibliyometrik analiz yöntemiyle, Kronik Lateral Ayak Bileği İnstabilitesi (KLAI) alanındaki en çok alıntı yapılan ilk 100 yayını kapsamlı bir şekilde analiz etmeyi amaçladık. KLAI alanı içindeki ana araştırma temalarını, eğilimleri ve araştırmacılar, kurumlar ve ülkeler arasındaki işbirliği ağını tanımlamayı ve KLAI araştırmasının değişimine ve klinik uygulama ile hasta bakımına olan etkisine, kanıta dayalı tıp bağlamında içgörüler sunmayı hedefledik. YÖNTEM ve GEREÇLER: Web of Science veritabanı kullanılarak 2023 yılı sonuna kadar KLAI üzerine en çok alıntı yapılan 100 makale üzerinde bir bibliyometrik analiz gerçekleştirildi. Ortalama alıntı sayısı ve alıntı yoğunluğu hesaplandı. Yayın yılı, yazarlık, kurumsal ve coğrafi kökenler ve dergi isimleri gibi ilgili veriler kayıt altına alındı. Ayrıca, çalışmalar kanıt düzeyi, tasarım ve konu başlığına göre sınıflandırıldı ve alıntı metrikleriyle kanıt düzeyi, yayın on yılı ve dergi başlığı arasında olan korelasyonlar incelendi. Yazar uzmanlığının, kurumlararası işbirliklerinin ve yazar sayısı, kurum sayısı, sayfa sayısı ve referanslar gibi niceliksel yönlerin alıntı sayıları üzerindeki etkisi ek analizlerle incelendi. BULGULAR: KLAI konusunda en çok atıf almış ilk 100 makale üzerine yapılan analiz, atıf sayısı maksimum 1,074 ve makale başına ortalama 166.15±127.05 atıf ile atıf yoğunluğunun 2.50 ile 60.60 arasında değiştiğini ortaya koydu. Araştırmalar ağırlıkla Amerika Birleşik Devletleri’ndendi (52 çalışma), makale başına ortalama 4.42±4.32 yazarlıydı, 2 ila 18 sayfa arasındaydı ve 10 ila 260 arası referans içermekteydi. Kuzey Karolina Üniversitesi, sekiz makale ile öne çıkan bir kurum olarak belirlendi ve Hertel, 15 makaleye katkıda bulunmasıyla önemli bir yazar olarak tespit edildi. TARTIŞMA ve SONUÇ: KLAI üzerine yapılan bu bibliyometrik analiz, özellikle 2011-2020 yılları arasında yapılan son çalışmalara olan artan ilgiyi vurgulamakta ve çok merkezli araştırmaların önemini ve daha yüksek düzeyde kanıta olan ihtiyacı ortaya koymaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, İsveç ve Birleşik Krallık’ın ana katkıda bulunanlar olarak belirlenmesi, küresel işbirliği potansiyelini göstermektedir. INTRODUCTION: We aimed to conduct a comprehensive bibliometric analysis of the top 100 most-cited publications in the field of Chronic Lateral Ankle Instability (CLAI). We sought to identify key research themes, trends, and the collaborative network among scholars, institutions, and countries within the CLAI domain, and to offer insights into the evolution of CLAI research and its impact on clinical practice and patient care in the context of evidence-based medicine. METHODS: We conducted a bibliometric analysis of the 100 most-cited articles on CLAI using the Web of Science database up to the end of 2023. The mean citation count and citation density were calculated. Additionally, we classified studies by evidence level, design, and subject matter, and investigated correlations with citation metrics, including evidence level, publication decade, and journal title. Additional analyses examined the influence of author specialty, inter-institutional collaborations, and quantitative aspects such as the number of authors, institutions, page count, and references on citation numbers. RESULTS: The analysis of the top 100 cited articles on CLAI revealed a maximum citation count of 1,074 and an average of 166.15±127.05 across articles, with citation density ranging from 2.50 to 60.60. The research was predominantly from the United States (52 studies), involved an average of 4.42±4.32 authors per article, and spanned 2 to 18 pages with 10 to 260 references. The University of North Carolina emerged as a leading institution with eight articles, and Hertel was noted as a key contributor with contributions to 15 papers. DISCUSSION AND CONCLUSION: This bibliometric analysis on CLAI underscores the evolving interest in recent studies, particularly from 2011-2020, and highlights the importance of multicenter research and the need for higher-level evidence. It reveals the United States, Sweden, and the United Kingdom as key contributors, suggesting a potential for global collaboration. |
14. | Association Between Endometrial Pathologies and Triglyceride Glucose Index & Body Shape Index: Retrospective Cohort Study Serap Topkara Sucu, Tuğba Kolomuç Gayretli, Selver Özge Şefik, Eyüp Gokhan Turmuş, Candost Hanedan, Caganay Soysal doi: 10.14744/scie.2024.06936 Pages 269 - 275 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, premalign-malign endometrial patolojileri öngörmede trigliserid glukoz indeksi ve vücut şekil indeksi arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğine anormal uterin kanama nedeniyle başvuran ve endometrial biyopsi yapılan hastaların sonuçları tarandı. Benign patolojiler ve premalign-malign patolojiler olmak üzere iki grup oluşturuldu. Trigliserid glukoz indeksi, vücut şekil indeksi ve premalign-malign endometriyal patoloji arasındaki ilişkiyi değerlendirmek için çoklu lojistik regresyon analizi yapıldı. Çalışma retrospektif bir kohort çalışmasıdır. BULGULAR: Endometriyal biyopsi öncesinde açlık kan şekeri ve açlık trigliseritleri ölçülen 579 hasta vardı. Dışlama kriterleri uygulandıktan sonra 330 hasta (yaş: 43-56) çalışmaya dahil edildi. Gruplar arasında yaş, kilo, bel çevresi, VKİ ve vücut şekil indeksi Z skorları açısından anlamlı farklılıklar gözlendi (p<0.05). Trigliserid glukoz indeksi, antropometrik ölçümler ve bel çevresi en yüksek AUC’ye sahipti. Regresyon analizi, trigliserit glukoz indeksi değerindeki bir birimlik artışın hastanın premalign-malign patolojiye sahip olma olasılığını 164 kat artırdığını göstermiştir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Obezite endometriyal patoloji olasılığını artırmaktadır. Bu nedenle, anormal uterin kanaması olan hastalarda trigliserit glukoz indeksi ile vücut şekil indeksi Z skorları arasındaki ilişkiye bakılması önerilmektedir. Bu yöntemlerin her ikisinin de hesaplanması basit ve uygun maliyetlidir. Hastaları bu hesaplamalarda belirlenen riskler hakkında bilgilendirmek ve önleyici tavsiyelerde bulunmak önemlidir. INTRODUCTION: We aimed to investigate the association between the triglyceride glucose index and body shape index in predicting premalignant-malignant endometrial pathologies. METHODS: The results of patients who presented to the Department of Gynecology and Obstetrics at our hospital due to abnormal uterine bleeding and underwent endometrial biopsy were reviewed. We formed two groups: benign pathologies and premalignant-malignant pathologies. Multiple logistic regression analysis was performed to evaluate the relation-ship between the triglyceride glucose index, body shape index, and premalignant-malignant endometrial pathology. The study is a retrospective cohort study. RESULTS: There were 579 patients whose fasting blood glucose and fasting triglycerides were measured before endometrial biopsy. After applying exclusion criteria, 330 patients (age: 43-56 years) were included in the study. Significant differences were observed between the groups in terms of age, weight, waist circumference, BMI, and body shape index Z scores (p<0.05). Triglyceride glucose index, anthropometric measurements, and waist circumference had the highest AUC. Regression analysis showed that a one-unit increase in the triglyceride glucose index value increased the probability of the patient having premalignant-malignant pathology by 164 times. DISCUSSION AND CONCLUSION: Consequently, obesity increases the likelihood of endometrial pathology. Therefore, it is recommended to assess the triglyceride glucose index and body shape index Z scores in patients with abnormal uterine bleeding. Both of these methods are simple and cost-effective to calculate. It is important to inform patients about the risks identified in these calculations and to provide preventive advice. |
15. | Iron Levels and Dysfunctional Adipose Index in Women Osman Erinç, Almila Şenat, Türker Demirtakan, Soner Yeşilyurt doi: 10.14744/scie.2024.04764 Pages 276 - 280 GİRİŞ ve AMAÇ: Serum demir düzeyleri ile yağ dokusu ve metabolik parametreler arasındaki karmaşık bağlantı birçok klinik çalışmanın konusudur. Bu doğrultuda çalışmamızda serum demir durumu ile disfonksiyonel adipoz indeks (DAİ) arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek merkezli retrospektif çalışmamıza hasta grubu olarak demir eksikliği olan 32 kadın, kontrol grubu olarak ise demir eksikliği olmayan 45 kadın dahil edildi. Bireylerin demografik verileri, laboratuvar testleri, boy, kilo ve bel çevresi (BÇ) ölçümleri hastanemiz kayıtlarından elde edildi. DAİ şu formülle hesaplandı: [BÇ/[24.02+[2.37* vücut kitle indeksi]]*[trigliserid (mmol/L)/1,32]*[1.43/yüksek yoğunluklu lipoprotein (mmol/L)]. BULGULAR: Hemoglobin değerleri ve ferritin, total demir bağlama kapasitesi, transferrin satürasyonu gibi demir parametreleri açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulduk (p<0.001). Gruplar arasında bel çevresi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunurken (p<0.001), diğer DAİ bileşenleri açısından farklılık yoktu. Ayrıca DAİ ile serum demiri, ferritin düzeyleri ve transferrin satürasyonu arasında da güçlü bir negatif korelasyon tespit ettik (sırasıyla, r=-0.321, p=0.004; r=-0.416, p<0.001; r=0.359, p=0.001). TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, serum demir parametreleri ile bir metabolik risk belirteci olarak DAI arasındaki etkileşime ilişkin mevcut literatüre katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Çalışmamızın sonuçları, toplumda yaygın olarak görülen ve küresel sağlık sorunu oluşturan demir eksikliği ile özellikle bel çevresi artışı arasındaki yakın ilişkiye dikkati çekip klinik değerlendirmede bu iki antitenin etkileşimlerinin önemini vurgulamaktadır. Bununla birlikte, mevcut literatürün çelişkili sonuçları bu ilişkinin karmaşıklığını vurgulamakta ve özellikle yüksek bel çevresi ve DAI seviyelerine sahip bireyler arasında serum demir parametrelerinin rolünün daha ayrıntılı bir şekilde anlaşılmasını sağlamak için daha büyük, iyi tasarlanmış prospektif çalışmalara ihtiyaç duyulduğuna işaret etmektedir. INTRODUCTION: The intricate connection between serum iron levels, adipose tissue, and metabolic parameters has been the subject of many clinical studies. In this direction, the aim of this study was to evaluate the relationship between the Dysfunctional Adiposity Index (DAI) and serum iron status. METHODS: This single-center retrospective study included 32 women with iron deficiency (ID) as a patient group and 45 women without ID as a control group. The individuals’ demographic data, laboratory tests, height, weight, and waist circumference (WC) measurements were obtained from our hospital’s records. DAI was calculated by the following formula: [WC/[24.02 + [2.37 * Body Mass Index (BMI)]] * [triglyceride (mmol/L) / 1.32] * [1.43 / high-density lipoprotein (mmol/L)]]. RESULTS: We found statistically significant differences between the two groups in terms of hemoglobin values and iron parameters, such as ferritin, total iron-binding capacity, and transferrin saturation (p<0.001). While there was a statistically significant difference in waist circumference between the groups (p<0.001), the other DAI components did not differ. We also detected a negative correlation among DAI and serum iron, ferritin levels, and transferrin saturation (r=-0.321, p=0.004; r=-0.416, p<0.001; r=0.359, p=0.001, respectively). DISCUSSION AND CONCLUSION: This study tries to add information to the current literature on the interaction between serum iron parameters and DAI as a metabolic risk marker. The results of our study emphasize the close relationship between iron deficiency and increased waist circumference, which are very common and constitute global health problems, and underline the importance of the interaction of these two entities in clinical evaluation. However, the contradictory results of the existing literature highlight the complexity of this relationship, pointing to the need for larger, well-designed prospective studies to provide a more detailed understanding of the role of serum iron parameters, especially among individuals with high waist circumference and DAI levels. |
CLINICAL AND EXPERIMENTAL RESEARCH | |
16. | Comparison of Fully Threaded Cannulated Screw, Half Threaded Cannulated Screw, and Tension-Band Wiring in the Fixation of Herscovici Type C Medial Malleolus Fractures: A Retrospective Clinical Study Suat Batar, Muhammed Enes Karataş, Furkan Başak, Mehmet Mete Oruç, Bahattin Kemah, Serdar Kamil Çepni doi: 10.14744/scie.2024.26234 Pages 281 - 287 Amaç: Medial malleol kırıklarında anatomik redüksiyon sağlamak ve erken mobilizasyonu mümkün kılmak için genellikle cerrahi tedavi tercih edilir. Bu çalışma, Herscovici Tip C medial malleol kırıklarının tension-band wiring (TBW) ve yarım ve tam yivli kanüle vidalar kullanılarak tespit edilmesinin klinik ve radyolojik sonuçlarını değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu retrospektif çalışma, Ocak 2012 ile Aralık 2022 arasında izole medial malleol kırığı nedeniyle ameliyat edilen 18-65 yaş arası hastaları içermektedir. Bir yıldan az takip süresi olanlar, Herscovici Tip C dışındaki kırıkları olanlar, açık kırıkları olanlar, başka implant kullananlar veya takibi kaybedilenler çalışma dışı bırakıldı. Radyolojik değerlendirmeler, preoperatif anteroposterior, lateral ve mortis radyografileri ile bilgisayarlı tomografi taramaları kullanılarak yapıldı. Talokrural açı, köşe açısı ve talus ile tibia tavanı arasındaki hizalanma değerlendirildi. Klinik sonuçlar, Amerikan Ortopedik Ayak ve Ayak Bileği Derneği (AOFAS) Ayak Bileği-Arka Ayak Skalası kullanılarak ölçüldü. İstatistiksel analiz SPSS yazılımı kullanılarak yapıldı. Bulgular: Toplam 178 hasta çalışmaya dahil edildi: 55’i (%30.9) TBW tespiti, 60’ı (%33.7) yarım yivli kanüle vida tespiti ve 63’ü (%35.4) tam yivli kanüle vida tespiti uygulandı. Ortalama takip süresi 76 ay ve ortalama yaş 32.2 yıldı. TBW grubunun takip süresi diğer gruplara göre anlamlı derecede daha uzundu (p=0.000), yarım ve tam yivli vida grupları arasında fark yoktu. Kırık tarafı, travma mekanizması veya implant çıkarma ihtiyacı açısından gruplar arasında fark yoktu. Postoperatif talokrural açı gruplar arasında benzerdi (p=0.530). Postoperatif köşe açısı, TBW grubunda (ortalama: 63.4), yarım yivli (ortalama: 65.8) ve tam yivli (ortalama: 65,2) vida gruplarına göre anlamlı derecede daha düşüktü (p=0.049). AOFAS skorları, yarım yivli vida grubunda (ortalama: 89,1), TBW (ortalama: 84.2) ve tam yivli vida gruplarına (ortalama: 85.9) göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.02). Talus’un üst yüzeyi ile anterior tibia tavanı arasındaki hizalanma açısından yarım ve tam yivli vida grupları arasında anlamlı fark bulunmadı. TBW grubunda yanlış hizalanmış eklem sayısı diğer gruplara göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.000). Sonuç: Radyolojik sonuçlar, yarım ve tam yivli kanüle vida tespiti gruplarında TBW tespiti grubuna göre daha iyiydi. AOFAS skorları, yarım yivli vida tespiti grubunda en yüksekti. Komplikasyonlar açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. Çalışmada, kanüle vida tespitinin izole medial malleol kırıklarının tedavisinde TBW tespiti yöntemine göre daha güvenli ve etkili bir yöntem olduğu sonucuna varıldı. Objective: Surgical treatment is often preferred for medial malleolus fractures to achieve anatomic reduction and enable early mobilization. This study aims to evaluate the clinical and radiological outcomes of fixing Herscovici Type C medial malleolus fractures using tension-band wiring (TBW) and half and fully threaded cannulated screws. Methods: This retrospective study included patients aged 18 to 65 who underwent surgery for isolated medial malleolus fractures between January 2012 and December 2022. Exclusion criteria were a follow-up period of less than one year, fractures other than Herscovici Type C, open fractures, use of other implants, or loss to follow-up. Radiological evaluations were conducted using preoperative anterior-posterior, lateral, and mortise radiographs, along with computed tomography scans. The talocrural angle, corner angle, and alignment between the talus and tibial plafond were assessed. Clinical outcomes were measured using the American Orthopaedic Foot and Ankle Society (AOFAS) Ankle-Hindfoot Scale. Statistical analysis was performed using SPSS software. Results: A total of 178 patients were included: 55 (30.9%) underwent TBW fixation, 60 (33.7%) had half-threaded cannulated screw fixation, and 63 (35.4%) received fully threaded cannulated screw fixation. The mean follow-up period was 76 months, and the mean age was 32.2 years. The TBW group had a significantly longer follow-up period than the other groups (p=0.000), with no difference between the half and fully threaded screw groups. There were no differences among the groups regarding fracture side, trauma mechanism, or need for implant removal. Postoperative talocrural angles were similar across groups (p=0.530). The postoperative corner angle was significantly lower in the TBW group (mean: 63.4) compared to the half-threaded (mean: 65.8) and fully threaded (mean: 65.2) screw groups (p=0.049). AOFAS scores were significantly higher in the half-threaded screw group (mean: 89.1) compared to the TBW (mean: 84.2) and fully threaded screw groups (mean: 85.9) (p=0.02). No significant difference was found between the half-threaded and fully threaded screw groups regarding the alignment between the superior facet of the talus and the anterior tibial plafond. The TBW group had a significantly higher number of patients with misaligned joints compared to the other groups (p=0.000). Conclusion: Radiological outcomes were better in the half and fully threaded cannulated screw fixation groups compared to the TBW fixation group. The AOFAS scores were highest in the half-threaded screw fixation group. No significant differences were found among the groups regarding complications. The study concludes that cannulated screw fixation is a safer and more effective method for treating isolated medial malleolus fractures than the TBW fixation method. |
RESEARCH ARTICLE | |
17. | The Predictive Power of Rapid Acute Physiology Score and Rapid Emergency Medicine Score in Mortality Risk of Diabetic Ketoacidosis Patients Avni Uygar Seyhan, Rohat Ak, Yeşim Aylin Kalafat Demirdağ, Ahmet Şahin, Yunus Emre Erdoğan, Burcu Ağırbaş, Mukaddes Kübra Melemez, Şevval Deke doi: 10.14744/scie.2024.03880 Pages 288 - 292 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, acil serviste diyabetik ketoasidoz (DKA) hastalarında mortalite tahmininde Rapid Emergency Medicine Score (REMS) ve Rapid Acute Physiology Score (RAPS) skorlarının etkinliğini değerlendirmeyi amaçladı. YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif kesitsel bir çalışma, 1 Haziran 2021 - 1 Haziran 2022 tarihleri arasında bir üçüncü basamak hastanenin acil servisine başvuran ve DKA tanısı alan 111 hasta üzerinde gerçekleştirildi. Dahil edilme kriterleri, Amerikan Diyabet Derneği tarafından tanımlanan DKA tanı kriterlerine sahip 18 yaş ve üzeri hastaları içeriyordu. Vital bulgular, laboratuvar sonuçları ve klinik sonuçlara ilişkin veriler toplandı. REMS ve RAPS skorlarının mortaliteyi tahmin etme gücü, her bir skor için eğri altındaki alanı (EAA) belirlemek amacıyla ROC (Receiver Operating Characteristic) eğrisi analizi kullanılarak değerlendirildi. Verilerin analizi için tanımlayıcı istatistikler ve parametrik olmayan testler kullanıldı. BULGULAR: Bu çalışmaya toplam 111 DKA hastası alındı. Kohort, 64 erkek (%57.6) ve 47 kadından (%42.3) oluşmakta olup, yaş ortalaması 51.86±20.27 yıldır. Hastalardan 7’si (%6.31) taburcu edilirken, 56’sı (%50.45) servise, 35’i (%31.53) yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilmiş ve 13 hasta (%11.71) hayatını kaybetmiştir. REMS skoru, DKA hastalarında mortaliteyi öngörmede RAPS skoruna kıyasla daha yüksek bir prediktif güce sahip olup, EAA değeri 0.712 iken, RAPS skoru için bu değer 0,60 olarak bulunmuştur. TARTIŞMA ve SONUÇ: REMS skoru, DKA hastalarında mortaliteyi tahmin etmede RAPS skorundan daha etkili bir araç olarak öne çıktı. Yüksek doğruluğu ve güvenilirliği göz önüne alındığında, REMS skoru, acil servislerde DKA yönetiminde erken uyarı sistemi olarak değerli olabilir. REMS skorunun benzer kritik durumlarda rutin kullanımının değerlendirilmesi önerilmektedir. INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the effectiveness of the Rapid Emergency Medicine Score (REMS) and the Rapid Acute Physiology Score (RAPS) in predicting mortality among patients with diabetic ketoacidosis (DKA) in the emergency department. METHODS: A retrospective cross-sectional study was conducted on 111 patients diagnosed with DKA who were admitted to the emergency department of a tertiary hospital between June 1, 2021, and June 1, 2022. Inclusion criteria were patients aged 18 years and older who met the diagnostic criteria for DKA as defined by the American Diabetes Association. Data on vital signs, laboratory results, and clinical outcomes were collected. The predictive power of the REMS and RAPS scores for mortality was assessed using Receiver Operating Characteristic (ROC) curve analysis to determine the area under the curve (AUC) for each score. Descriptive statistics and non-parametric tests were used to analyze the data. RESULTS: A total of 111 patients with DKA were included in this study. The cohort comprised 64 males (57.6%) and 47 females (42.3%), with a mean age of 51.86±20.27 years. Among the patients, 7 (6.31%) were discharged, 56 (50.45%) were admitted to the general ward, 35 (31.53%) to the intensive care unit (ICU), and 13 (11.71%) patients died. The REMS score demonstrated a higher predictive power for mortality in DKA patients, with an AUC of 0.712, compared to an AUC of 0.60 for the RAPS score. DISCUSSION AND CONCLUSION: The REMS score proved to be a more effective tool than the RAPS score in predicting mortality among DKA patients. Given its higher accuracy and reliability, the REMS score could be valuable as an early warning system in the management of DKA in emergency settings. Routine use of REMS in similar critical conditions is recommended. |
18. | Management of Thoracolumbar Fracture Dislocation Resulting from High Energy Trauma: Clinical Case Series Ali Börekçi, Pinar Kuru Bektaşoğlu, Julide Hazneci, Ali Fatih Ramazanoğlu, Erhan Celikoğlu doi: 10.14744/scie.2024.21549 Pages 293 - 297 GİRİŞ ve AMAÇ: Torakolomber kırıklı çıkıklar, yüksek enerjili travmaya neden olan kaza öyküsü olan hastalarda önemli bir morbidite nedenidir. Bu tür omurga travmalarında omurganın üç sütunu da yüksek enerji nedeniyle etkilenir ve ciddi nörolojik defisitlere neden olabilir. Stabilizasyon endike olduğunda iki ana cerrahi seçenek vardır. Kısa segment ve uzun segment stabilizasyon seçeneklerinin kendilerine göre avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Bu raporda uzun segment stabilizasyonu ile tedavi edilen torakolomber kırıklı çıkıklı olgu serimizin sonuçlarını sunacağız. Olgu serimizde acil cerrahi tedavi uyguladığımız 6 hastanın 4’ünde 8 saat içinde nörolojik iyileşme sağlandı. Acil cerrahi tedavi ile yapılan redüksiyon, stabilizasyon ve dekompresyonun hastaların nörolojik iyileşmesi üzerine olumlu etkileri olduğunu gösterdik. YÖNTEM ve GEREÇLER: BULGULAR: TARTIŞMA ve SONUÇ: INTRODUCTION: Thoracolumbar fracture dislocations are important cause of morbidity in patients with a history of accidents causes high energy trauma. In this type of spinal trauma, all three columns of the spine affect due to high-energy and may cause serious neurological deficits. There is two major surgical options when stabilization is indicated. Short segment and long segment stabilization options have their own advantages and disadvantages. In this brief report we will present the outcomes of our case series with thoracolumbar fracture dislocations that were managed with long segment stabilization. In our case series, neurological recovery was achieved in 4 of 6 patients to whom we applied emergency surgical treatment within 8 hours. We showed that reduction, stabilization and decompression performed with emergency surgical treatment had positive effects on the neurological recovery of patients. METHODS: RESULTS: DISCUSSION AND CONCLUSION: |
CASE REPORT | |
19. | Lung Adenocarcinoma’s Rare Metastasis: Tongue Metastasis Saibe Fulya Elmastaş Akkuş doi: 10.14744/scie.2024.39269 Pages 298 - 300 Oral kavite tümörleri incelendiğinde metastatik tümör görülme oranı oldukça düşüktür. Bu metastazların çoğu mandibulaya olmakla beraber az bir kısmı yumuşak dokuya olmaktadır. Genel olarak akciğer kanserinin metastazlarına bakıldığında ise en sık beyin, sürrenal, kemik, karşı akciğer metastazı görülürken dile metastaz oranları yaklaşık olarak %0.2-1.6 olarak bildirilmiştir. Dilde metastaz saptanan akciğer kanseri tanılı hastaların genellikle prognozu kötü seyretmektedir. Bu sebeple erken tanı konulması önemlidir. Bu olgu sunumunda tarafımıza disfaji ile başvuran dil metastazı saptanan akciğer adenokarsinomlu 62 yaşında erkek hasta sunulması amaçlandı. Hastada dil ve servikal lenf nodu metastazları dışında uzak metastazı saptanmadı. Evre 4 akciğer adenokarsinomu tanısı konulan hastaya sistemik tedavi başlandı. When examining oral cavity tumors, the incidence of metastatic tumors is quite low. Most of these metastases occur in the mandible, with only a small portion involving soft tissues. Generally, the most common sites for metastases from lung cancer are the brain, adrenal glands, bones, and the contralateral lung, while the incidence of metastases to the tongue is reported to be approximately 0.2% to 1.6%. Patients with tongue metastases from lung cancer usually have a poor prognosis, making early diagnosis important. This case presentation aims to discuss a 62-year-old male patient with lung adenocarcinoma who presented with dysphagia and was found to have tongue metastasis. No distant metastases were detected apart from the tongue and cervical lymph node metastases. Systemic treatment was initiated for the patient diagnosed with stage 4 lung adenocarcinoma. |