KLINIK VE DENEYSEL ARAŞTIRMALAR | |
1. | Sıçanlarda Çekal Ligasyon ve Ponksiyon Kaynaklı Polimikrobiyal Sepsis Modelinde Barbaloinin Renal Doku Üzerindeki Biyokimyasal Etkilerinin İncelenmesi An Investigation into the Biochemical Effects of Barbaloin on Renal Tissue in Cecal Ligation and Puncture-Induced Polymicrobial Sepsis Model in Rats Ayhan Tanyeli, Derya Güzeldoi: 10.14744/scie.2019.92005 Sayfalar 285 - 289 Amaç: Bu araştırmanın amacı barbaloinin çekal ligasyon ve ponksiyon (CLP) modeliyle böbrek üzerindeki yaralanmaya karşı koruyucu etkisini incelemektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda hayvanlar dört gruba ayrıldı. Çalışma grupları şöyle tasarlandı; sham, CLP, DMSO+CLP ve 20 mg/kg barbaloin + CLP. Oksidatif stres ve sitokinler, deney sonunda elde edilen renal dokularda değerlendirildi. Bulgular: CLP grubunda TOS, OSI, MPO, MDA, TNF-α ve IL-1β’nin arttığı, TAS ve SOD’un azaldığı, ancak tedavi grubundaki değerlerin anlamlı olarak değiştiği bulundu. Sonuç: Sonuçlarımız, barbaloinin CLP’nin neden olduğu polimikrobiyal sepsis modelinin neden olduğu böbrek hasarına karşı etkili olduğunu göstermiştir. |
ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Meme Tümörü Gelişiminde Adiponektin Sinyal Yolağı Proteinlerinin Rolü Roles of Adiponectin Signaling Related Proteins in Mammary Tumor Development Bilge Güvenç Tuna, Margot Cleary, Soner Doğandoi: 10.14744/less.2019.85688 Sayfalar 290 - 295 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı fare karaciğer, meme dokusu ve meme tümörü dokularındaki adiponektin sinyal yolağı ile ilişkili proteinlerin ekspresyon seviyelerinin belirlenmesidir. Adiponektin reseptörünün, AdipoR1 ve AdipoR2 olmak üzere memeli dokusunda belirlenmiş iki alt tipi vardır. Serum adiponektin seviyelerinin meme kanseri ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Fakat, adiponektin reseptörlerinin meme tümörü oluşumundaki rolü tam olarak ortaya konmamıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: MMTV-TGF-α transgenik fareler 10 haftalıktan 74 haftalığa kadar beslendi. Meme tümörü geliştiren ve geliştirmeyen 74 haftalık transgenik farelerin karaciğer, meme (MFP) ve meme tümörü (MT) dokularında adiponektin, AdipoR1 ve AdipoR2 proteinlerinin ekspresyon seviyeleri western blot yöntemi kullanılarak belirlendi. Adiponektin seviyesi ELISA yöntemi ile ölçüldü. BULGULAR: Adiponektin ve AdipoR1 protein ekspresyon seviyeleri MT geliştiren farelerde, MT geliştirmeyen farelere göre anlamlı olarak daha azdı. Fakat, MT-pozitif ve MT-negatif farelerin MT ve MFP dokularındaki AdipoR2 proteininin ekspresyon seviyeleri benzerdi. MT-pozitif ve MT-negatif farelerin karaciğer dokusundaki adiponectin, AdipoR1 ve AdipoR2 protein ekspresyon seviyeleri de benzerdi. Ek olarak, MT-pozitif ve MT-negatif farelerin serum adiponectin seviyeleri benzerdi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu sonuçlar adiponektin ve reseptörlerinin analiz edilen dokuya spesifik bağımlı olarak düzenlendiğini işaret etmektedir. Ayrıca, AdipoR1 ve adiponectin MT gelişiminde önemli rol oynuyor olabilir. |
3. | Boyun Ağrısı, Modic değişiklikleri ve Unkal Dejenerasyon Arasındaki İlişki: MRG Çalışması The Relation Among Neck Pain, Modic Changes and Uncal Degeneration: An MRI Study Muhittin Emre Altunrende, Elif Evrim Ekindoi: 10.14744/scie.2019.09609 Sayfalar 296 - 300 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, boyun ağrısının Modic değişiklikler ve uncal dejenerasyon ile ilişkisini araştırmaktır. İkincil hedefimiz, servikal omurgadaki Modic değişiklikleri, disk herniasyonu, unkovertebral eklem dejenerasyonu arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Boyun ağrısı olan hastalar değerlendirildi. Spinal ve servikal kitle lezyonları, spinal kırık ve servikal vertebral operasyon öyküsü olan hastaları dışlandı. İstirahatte Görsel Analog Skala (VAS) ile ağrı değerlendirmesi yapıldı. Radyolojik değerlendirme için servikal vertebral MRG ve direkt grafi kullanıldı. Bu taramalarda servikal lordoz kaybı, uncal dejenerasyon, Modic değişiklikleri ve intervertebral disk dejenerasyonu kaydedildi. BULGULAR: Disk hernisi olan hastalarda, disk hernisi olmayanlara göre Modic değişiklikleri daha sık görüldü (p<0.001). Uncal dejenerasyon, Modic değişiklikleri gösteren hastalarda, Modic değişiklikleri göstermeyen hastalardan anlamlı olarak daha sıktı (p<0.001). VAS skorları Modic değişiklikleri ile ilişkili değildi (p=0.919). TARTIŞMA ve SONUÇ: Disk herniasyonları ve uncal dejenerasyon servikal omurgada Modic değişiklikler ile ilişkilidir. Boyun ağrısı Modic değişiklikler ile ilişkili değildi, bu durum çoğunlukla kronik boyun ağrısı olan çalışma popülasyonundan kaynaklanıyor olabilir. Araştırmamız sonucunda akut ağrısı olan hastalar da yeni büyük bir Kohort çalışmasını öneririz. |
4. | Primer Spontan Pnömotoraks Tedavisinde Küçük Çaplı Toraks Katateri İle Toraks Dreni Uygulamasının Karşılaştırılması Small Bore Thoracic Catheter Versus Chest Tube in Treatment of Primary Spontaneous Pneumothorax Murat Ersin Çardak, Kadir Burak Özer, Ekin Ezgi Cesur, Attila Özdemir, Rıza Serdar Evman, Recep Demirhandoi: 10.14744/scie.2019.84429 Sayfalar 301 - 305 GİRİŞ ve AMAÇ: Primer spontan pnömotoraks primer tedavisi halen tartışmalıdır. Standart tedavi yaklaşımında geniş çaplı taraks drenleri kullanılmakla birlikte günümüzde global küçük çaplı toraks kateteri uygulaması yaygınlaşmaktadır. Çalışmamızda, primer spontan pnömotoraks ilk basamak tedavisinde küçük çaplı toraks kateteri (KÇTK) ile toraks dreni (TD) uygulamasının karşılaştırılması amaçlanmaktadır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Primer spontan pnömotoraks tanılı 90 olgu ileriye yönelik ve randomize olarak değerlendirmeye alındı. Olgular randomize olarak iki gruba ayrıldı. Bir gruba 8 french toraks kateteri, diğer gruba ise 28 french toraks dreni uygulandı. Her iki grup değerlendirilerek sonuçları kaydedildi. Değerlendirme kriterleri, pnömotoraks tarafı, pnömotoraks miktarı, ağrı, ek analjezi ihtiyacı, kateter ve dren malpozisyonu, hava kaçağı süresi, hastanede yatış süresi, komplikasyonları ve nüks idi. BULGULAR: Ağrı için işlemi takiben 1., 4., 12. ve 24. saatlerde sayısal değerlendirme ölçeği (SDÖ) kullanılarak kaydedildi. Olguların 1., 12. ve 24. saatlerde kaydedilen ortalama SDÖ değerleri küçük çaplı toraks kateteri uygulananlarda daha düşük olarak izlendi fakat istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0.274, 0.094 ve 0.082). Fakat dördüncü saatte yapılan ölçümde istatistiksel olarak anlamlı değerler kaydedildi (0.022). Hava kaçağı süresi KÇTK uygulanan olgularda 1.7±1.4 gün iken, TD uygulanan olgularda 2.2±1.9 gün olarak kaydedildi. Dren sonlandırma süresi KÇTK grubunda 3.3±1.2 gün ve TD grubunda 4.0±1.7 gün saptandı. Hastanede yatış süreleri ise KÇTK grubunda 3.5±1.3 gün iken, TD grubunda 4.5±1.9 idi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Her iki prosedürün karşılaştırılmasında, hava kaçağı süresi, hastanede yatış süresi, işlem başarısızlık oranları ve komplikasyonlar açısından istatistiksel anlamlı farklılık izlenmedi. İşlem sonrası ağrı, işlemin uygulama kolaylığı, hasta konforu, insizyon skarı gibi özellikleri açısından KÇTK subjektif olarak daha avantajlı ve primer spontan pnömotoraks tedavisinde güvenle kullanılabilen bir yöntem olarak değerlendirildi. |
5. | Pressure on the Incidence of Postoperative Sore Throat: Comparison Between Three Facilities Yasser Hammad, Nabil Shallik, Monzer Sadek, Alatif Feki, Walid Elmoghazy, Walid El Ansaridoi: 10.14744/less.2019.66588 Sayfalar 306 - 309 |
6. | Endometrial Örneklemede En Uygun Analjezik Metot: En Sık Kullanılan Dört Metodun Placebo İle Karşılaştırılması The Optimal Analgesic Method in Endometrial Sampling: Comparison of 4 Most Applied Methods Against Placebo Halim Ömer Kaşıkçı, Önder Sakin, Hüseyin Çetin, Engin Ersin Şimşek, Abdullah Altaş, Merve Melikoğlu, Zehra Meltem Pirimogludoi: 10.14744/scie.2019.52533 Sayfalar 310 - 314 GİRİŞ ve AMAÇ: Sadece lokal anestezi ile yapılan ameliyatlar hastalar için çok acı verici ve rahatsız edici olabilir. Bu çalışmanın amacı endometriyal örnekleme ve fraksiyonel küretaj işlemlerinde optimal analjezik yöntemini araştırmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu ileriye yönelik, randomize klinik çalışma Mart 2007 ile Aralık 2014 tarihleri arasında kliniğimizde yapıldı. İki yüz elli hasta beş gruba randomize edildi; intrauterin salin grubu (grup 1, n=50), paraservikal lidokain grubu (grup 2, n=50), intrauterin lidokain grubu (grup 3, n=50), oral ve vajinal misoprostol grubu (grup 4, n=50), oral misoprostol ve 550 mg naproksen sodyum grubu (grup 5, n=50). Tüm gruplar işlem öncesi, işlem sırasında ve işlemden 30 dakika sonra görsel analog skala (VAS) ile değerlendirildi. BULGULAR: Prosedür sırasında ağrı artışının değerlendirilmesi, paraservikal lidokain grubunun ve intrauterin lidokain grubunun hafif ağrı sağlamakta etkili olduğunu gösterdi (VAS: 0–2). Bu iki grup da maksimum ağrıyı önlemede etkiliydi (VAS: 7–10). Paraservikal lidokain grubu tüm gruplarla karşılaştırıldığında en düşük medyan VAS skoruna sahipti. TARTIŞMA ve SONUÇ: Endometrial örnekleme ve fraksiyonel küretaj için etkili analjezi, paraservikal lidokain ve intrauterin lidokain uygulaması ile sağlandı. En düşük medyan VAS skoru olan prosedür, paraservikal lidokain uygulaması idi. |
7. | Malign-Paramalign Plevral Sıvının Ayırıcı Tanısında PET-BT’nin Rolü The Role of PET-CT in the Differential Diagnosis of Malignant-Paramalignant Pleural Effusion Bülent Akkurt, Elif Torun Parmaksız, Coşkun Doğan, Seda Beyhan Sagmen, Nesrin Kıral, Ali Fidan, Saadet Akkus, Sevda Şener Cömertdoi: 10.14744/scie.2019.42104 Sayfalar 315 - 319 GİRİŞ ve AMAÇ: Kanser hastalarında plevral efüzyon görülmesi evreyi, prognozu ve tedaviyi etkileyeceği için önemli bir sorundur. Bu nedenle paramalign-malign sıvı ayrımının yapılması gereklidir. Çalışmamızda PET-BT’nin plevral efüzyonu değerlendirmedeki rolünü araştırmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Malignite tanısı ve eşlik eden plevral efüzyonu olup, PET-BT ile değerlendirilen hastalar ileriye yönelik olarak çalışmaya alındı. Hastaların demografik bilgileri ve PET-BT bulgularına göre plevral sıvının SUDmaks değerleri kaydedildi. Tüm hastalarda torasentez yapılarak plevral sıvının glukoz, LDH, albumin ve total protein içeren biyokimyasal parametleri ölçüldü, pH değerleri bakıldı. Tüm plevral sıvılar sitolojik değerlendirme için gönderildi. Sitolojik değerlendirme sonrasında hastalar malign veya paramalign plevral efüzyon olarak tanımlandı ve iki gruba ayrıldı. Gruplar arasında SUDmax değerlerinin karşılaştırılmasında t-testi kullanıldı. Kategorik verilerin karşılaştırılmasında ise ki-kare testi kullanıldı. BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalaması 63.55 (37–88) yıl olan 30 kadın (%43), 39 erkek (%57) toplam 69 hasta alındı. Sitolojik analiz ile 53 hastada malign plevral efüzyon saptandı; 16 hastanın takiplerinde sıvı sitolojisinde atipik hücre saptanmaması ve malignite lehine klinik bulgu gelişmemesi nedeniyle plevral sıvı paramalign olarak kabul edildi. Paramalign sıvılarda ortalama SUDmaks 1.43, malign sıvılarda 1.5 olarak bulundu, aralarında anlamlı fark saptanmadı. Akciğer kanseri olan 13, mezotelyoma olan 3, meme kanseri olan 2, kolon kanseri olan 2, over kanseri olan 1, mide kanseri olan 1 ve endometrium kanseri olan 1olgu olmak üzere toplam 23 (%33) olguda FDG tutulumu olmadığı halde malign sitolojik bulgular saptandı. PET’nin malign plevral sıvıları saptamak için sensitivitesi %56.6, spesifisitesi %50 bulundu; pozitif prediktif değeri %78.9, negatif prediktif değeri %25.8 olarak hesaplandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Plevral sıvılarda FDG tutulumuna göre malign-paramalign ayrımı yapmak yanıltıcı sonuçlara neden olabilir. Bu nedenle, malign sıvı varlığının klinik yaklaşımı değiştireceği olgularda ileri tanısal işlemlerin kullanılması gerektiğini öne sürüyoruz. |
8. | Acil Serviste Göğüs Hastalarının Önemi ve Yaşa Göre Analizi The Clinical Significance and Age Analysis of Patients Admitted to the Emergency Department with Chest Diseases Fatma Tokgöz Akyıl, Sinan Yıldırımdoi: 10.14744/scie.2019.70883 Sayfalar 320 - 325 GİRİŞ ve AMAÇ: Tüm dünyada yaşlı nüfus giderek artmakta ve beklenen yaşam süresi uzamakta olup yaşlı hastalar acil başvurularının yaklaşık beşte birini oluşturur. Çalışmanın amacı, acil servise başvuran göğüs hastalarının yaş gruplarına göre analiz etmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma, bir devlet hastanesinde gerçekleşen, geriye dönük gözlemsel bir çalışmadır. Eylül 2017–Eylül 2018 arasındaki erişkin acil servis başvurularından göğüs hastalıkları ile ilişkili tanı konulanlar incelendi. Hastalar <65 ve ≥65 yaş olmak üzere iki gruba ayrılarak tanı ve tedavi sonuçları karşılaştırıldı. BULGULAR: Tüm acil servis başvurularının %6.5’ini göğüs hastaları oluşturmuştu. Başvurular en sık Mart ayında ve en yoğun 12: 00–16: 00 arasındaydı. En genç grubu bronşit, en yaşlı hastaları ise solunum yetersizliği hastaları oluşturdu. Hastaların %35’i hastaneye yatırılmış ve %29’unda göğüs uzmanı konsültasyonu yapılmıştı. Hastaların %45’i 65 yaş ve üstündeydi. Yaşlı hastalarda göğüs konsültasyonu sıklığı daha yüksek, hastane yatışları daha sık (p<0.001), yatış süresi daha uzun (p=0.048) ve hastane mortalitesi daha yüksek (p<0.001) saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Göğüs hastaları acil servislerde önemli bir yer tutar ve yaşlı hasta popülasyonu yoğundur. Yaşlı hastalarda daha sık uzman görüşü ve hastane yatışı, daha uzun hastane tedavisi gerekmekte ve daha yüksek mortalite oranları izlenmektedir. Göğüs hastalıkları alanında eğitim alan ve çalışmakta olan tüm personelin üzerine yaşlı hastaların izlemi açısından önemli bir sorumluluk düşmektedir. |
9. | İnverted Nazal Papillomalı Hastalarımızın Klinik Sonuçlarının Geriye Dönük Analizi Inverted Nasal Papilloma: Retrospective Analysis of our Clinical Results Sedat Aydın, Hacer Baran, Mehmet Gökhan Demir, Serdar Ceylan, Elif Uysaldoi: 10.14744/scie.2019.60352 Sayfalar 326 - 330 GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde inverted nazal papilloma (İNP) tanısı almış olguların retrospektif olarak değerlendirilmesi, elde edilen sonuçlar ışığında sonraki cerrahi ve klinik yaklaşımlar konusunda literatüre katkıda bulunmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2010–2018 arasında İNP tanısı alarak cerrahi tedavi uygulanan 80 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastalar demografik verileri, başvuru şikayeti, kaynaklandığı primer bölge, klinik evresi, bilgisayarlı tomografi (BT) skorları, uygulanan cerrahi yöntemler, malign transformasyon ve rekürrens açısından değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların 65’i (%81.25) erkek, 15’i (%18.75) kadındı. Ortalama yaş 53±12 iken en genç hasta 20 en yaşlı hasta 79 yaşındaydı. En sık görülen şikayet tek taraflı burun tıkanıklığı (%96.2) idi. İkinci sırada başağrısı (%41) izlendi. İNP’nin görüldüğü en sık primer bölge lateral nazal duvar (%52.5) iken sırasıyla orta meatus (%32.5) ve ethmoid sinüs (%6.25) de izlendi. Olgularımızın 11 (%13.7) kadarında BT’de kemik erozyonu izlendi. Endoskopik sinüs cerrahisi (ESC) ile başladığımız 74 (%92.5) olgumuzun 23’üne (%28.8) tümör eksizyonunu tamamlamak için lateral rinotomi ile açık teknik uygulandı. Rekürrens nedeniyle dokuz (%11.3) olgumuza revizyon cerrahi uygulandı. Olguların dördünde (%5) nonkeratinize skuamöz hücreli karsinom izlendi. TARTIŞMA ve SONUÇ: İnverted nazal papillomalar endoskopinin rutin nazal muayeneye girmesiyle hem tanınmalarını hem de tedavilerini daha erken hale getirmiştir. Önceleri uyguladığımız klasik açık cerrahi müdahaleler yerini fonksiyonel ESC’ye bırakmıştır. Özellikle bu tür tümörlerin yüksek oranda rekürrensi ve maligniteye transformasyon göstermesi sebebiyle olguların yakın takibinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. |
10. | Multidisipliner Ekip Yaklaşımının Kan Transfüzyonu Üzerine Etkileri The Effects of the Multidisciplinary Team Approach on Blood Transfusion Ayten Saraçoğlu, Mehmet Ezelsoy, Aylin Ordu, Kemal Tolga Saraçoğludoi: 10.14744/scie.2019.31032 Sayfalar 331 - 336 GİRİŞ ve AMAÇ: Birleşik Komisyon ve Amerikan Tabipler Birliği tarafından toplanan Performans İyileştirme Konsorsiyumu, kan transfüzyonlarının modern tıbbın ilk beş aşırı kullanımı arasında olduğunu bildirmiştir. Kan transfüzyonunun optimal yönetimi, hasta güvenliğini artıran en önemli faktörlerden biridir ve bu anlamda tüm dünyada özel eğitimler artmaktadır. Bu geriye dönük kohort çalışmasında amacımız, periyodik konsensus toplantılarının ve perioperatif kan transfüzyonu üzerine yapılan eğitimin, farklı tıp dallarından oluşan bir ekip tarafından araştırılmasıdır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Kan transfüzyonu gereksinimi bulunan, kalp cerrahisi geçiren 18 yaş üstü hastalar çalışmaya dahil edildi. Transfüzyonlar kümülatif olarak hesaplandı, yıllara göre değişim, yan etkiler ve transfüzyon ile ilişkili komplikasyonlar belirlendi. Hastaların kardiyak rezervleri, laboratuvar değerleri, antikoagülan ilaç kullanım sıklığı, transfüzyon miktarı, komplikasyonlar ve mortalite oranları kaydedildi. Ameliyat tipleri, revizyon oranı, yoğun bakım süresi ve hastanede kalış süresi kaydedildi. BULGULAR: Hastaların yaş, VKİ, komorbidite oranı, antimikrobiyal ilaç kullanımı yıllara göre farklılık göstermemiştir (p>0.05). Yoğun bakım ve hastanede kalış süresi, kanama miktarı ve mortalite oranı istatistiksel olarak farklı değildi (p>0.05). 2016 yılında CBP ve CX zamanı, 2014 ve 2015’e göre anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Kan transfüzyonu miktarı anlamlı olarak farklılık göstermedi (p>0.05). Ayrıca 2014 sonrası trombosit transfüzyonunda artış gözlendi. Ameliyat öncesi dönemde Hb, Htc, trombosit ve INR’deki değişiklik anlamlı olarak farklılık göstermedi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda restriktif kan ürünü kullanımı ile ilgili eğitimin kan transfüzyonu üzerinde pozitif bir etkiye sahip olmadığı gösterilmiştir. Bilginin klinik ortama yeterince aktarılması konusunda zorluklar olduğu ortaya konulmuştur. |
11. | Ürolojik Cerrahi Hastalarında Ameliyat Öncesi Endişe Düzeyinin Değerlendirilmesi ve Cerrahi Bilgilendirmenin Etkisi Evaluation of Preoperative Anxiety Level of Urological Surgery Patients and The Effects of Surgical Informing Mehmet Kutlu Demirkol, Fatih Tarhan, Özgür Yazıcı, Mustafa Bilal Hamarat, Alper Kafkaslıdoi: 10.14744/scie.2019.60783 Sayfalar 337 - 342 GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi ile ilgili kaygı nedenlerini belirlemek ve cerrahi prosedür hakkında bilgilendirmenin endişe üzerine etkilerini değerlendirmek. YÖNTEM ve GEREÇLER: Üroloji kliniğinde elektif cerrahi planlanan 18–65 yaş arası 497 hasta çalışmaya alınmıştır. Ameliyat öncesi dönemde cerrahi hakkında bilgilendirme öncesi ve sonrası hastaların Durumluk-Süreklilik Kaygı Envanteri formu (STAI), Görsel Analog Skalası (VAS), Avrupa Yaşam Kalitesi 5-Boyut (EQ-5D) ve ameliyat hakkında endişe nedenlerini içeren formu doldurmaları istenmiştir. Ortalama STAI ve VAS skorları düşük, orta ve yüksek olarak sınıflandırılmıştır. BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 56.54±0.58, ortalama STAI değeri 39.16±0.42 idi. Kadın cinsiyet, aktif çalışmama durumu ve ameliyat öyküsü olmaması kaygı düzeyini artıran faktörlerdi (p<0.05). Yaş, eğitim düzeyi, hastalık (benin-malin) ve operasyon gruplarının STAI ve VAS anksiyete skorları arasında istatistiksel anlamlı bir fark bulunmadı. En sık görülen endişe nedenleri ameliyat sonrası ağrı (%38.3), organ kaybı (%21.3) ve yaşam kalitesi bozulma korkusudur (%18.9). Ancak, kaygı puanının yüksek olduğu grupta ilk anksiyete nedeni ölüm korkusuydu. Hastalar bilgilendirildikten sonra STAI ve VAS anksiyete skorları arttı. Özellikle kadınlar, çalışmayanlar, düşük eğitim düzeyine sahip ve grup A (majör) operasyon geçiren hastaların bilgilendirildikten sonra endişe düzeyleri artmıştı (p<0.05). STAI, VAS ile pozitif korelasyon gösterirken EQ-5D ile negatif korelasyon gösterdi (p<0.01). TARTIŞMA ve SONUÇ: Ürolojik cerrahi yapılacak hastaların orta derecede endişe düzeyine sahip olduğu ve en sık endişe nedeninin ameliyat sonrası ağrı olduğu görülmektedir. Çalışmamızda hastaların ameliyat öncesi dönemde bilgilendirmek kaygı düzeyini arttırmakta ve bu nedenle yaşam kaliteleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Bununla birlikte, hasta bilgilendirilmesinin yapılmadığı kontrol grubu içeren yeni çalışmalar ile bilgilendirmenin endişe üzerindeki etkisi daha iyi anlaşılacaktır. |
12. | Skolyoz Cerrahisi Uygulanan Adolesan İdiyopatik Skolyozlu Hastalarda Üst Ekstremite Fonksiyonelliğinin İncelenmesi Investigation of Upper Extremity Functionality in Adolescent Patients with Idiopathic Scoliosis Undergoing Scoliosis Surgery Nusret Ök, Nihal Büker, Raziye Şavkın, Gökhan Bayrak, Ali Çağdaş Yörükoğlu, Ahmet Esat Kıter, İlker Arıkdoi: 10.14744/scie.2019.64326 Sayfalar 343 - 348 GİRİŞ ve AMAÇ: Adolesan idiyopatik skolyozun (AIS) omuz disfonksiyonu ve üst ekstremite fonksiyonelliği üzerine olan etkisi halen tam olarak anlaşılmamıştır. Bu çalışmada AIS’in üst ekstremite fonksiyonelliği ve yaşam kalitesi üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya adolesan idiyopatik skolyoz nedeniyle ameliyat edilen 37 hasta katıldı. Üst ekstremite fonksiyonelliği, Kol, Omuz ve El Sorunları Anketiyle (DASH-T), kaba kavrama kuvveti Jamar el dinamometresiyle, yaşam kalitesi SF-36 ve Skolyoz Araştırma Cemiyetinin Sağlık İlişkili Yaşam Kalitesi-22 (SRS-22) ile değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 17.08±2.96 yıl, ortalama takip süresi 34.44±25.37 aydı. DASH-T skoru 14.79±17.35 idi. Hastaların yaşam kalitesi skorları iyi düzeydeydi. Sağ el kaba kavrama kuvveti 19.84±8.89 kg, sol el kaba kavrama kuvveti 18.97±8.01 kg idi. Sağ ve sol el kaba kavrama kuvveti arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.67). DASH-T ile SRS-22 ağrı (r=-0.46, p=0.01) ve SF-36 ağrı (r=0.54, p=0.01) arasında orta düzeyde negatif, SF-36 sosyal fonksiyon ile zayıf pozitif bir ilişki vardı. (r=-0.38, p=0.03). Cobb açısı (Δ) ile SRS-22, SF-36, DASH-T ve el kaba kavrama kuvveti arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki yoktu. TARTIŞMA ve SONUÇ: İleri çalışmalar, hem objektif hem de hasta tarafından bildirilen değerlendirme araçlarını kullanarak AIS’li hastalarda cerrahinin üst ekstremite fonksiyonelliği, kaba kavrama kuvveti ve yaşam kalitesi üzerine etkilerini inceleyebilir. |
13. | Geniş Bir Türk Klinik Örnekleminde Nörogelişimsel ve Nörogelişimsel Olmayan Psikiyatrik Bozukluklu Çocuk ve Ergenlerde Olası Risk Faktörleri Probable Risk Factors in Children and Adolescents with Neurodevelopmental and Non-Neurodevelopmental Psychiatric Disorders in a Large Turkish Clinical Sample Yasemin Yulaf, Funda Gümüştaş, Haydeh Farajidoi: 10.14744/scie.2019.96658 Sayfalar 349 - 354 GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, nörogelişimsel psikiyatrik bozukluk tanısı alan çocuk ve ergenler ile nörogelişimsel olmayan psikiyatrik bozukluğu olanların sosyodemografik değişkenler, perinatal özellikler, gelişim evreleri ve eşlik eden tıbbi hastalıklar açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çocuk psikiyatri polikliniğine Ocak 2015–Eylül 2016 tarihleri arasında başvuran 2981 çocuk ve ergenin dosyaları geriye dönük olarak incelendi. DSM 5 temelli psikiyatrik tanı verileri, yaş, cinsiyet, ebeveyn çalışma durumu ve eğitim düzeyleri, doğum haftası, doğum ağırlığı, konuşma süresi ve yürüme gelişimi gibi perinatal özellikler, epilepsi, kalp hastalığı ve astım gibi sık görülen eşlik eden tıbbi durumlar incelendi. BULGULAR: Çocuklarda en sık dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısı ve ikinci sıklıkta anksiyete bozuklukları vardı. Nörogelişimsel psikiyatrik bozukluğu (n=1502) olan çocuklarda anne babaların ortalama yaşları, çalışma oranı ve annelerin eğitim düzeyi, nörogelişimsel olmayan psikiyatrik bozukluğu olan (n=690) ve psikiyatrik tanısı olmayan (n=376) çocuklardan anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.05). Daha küçük yaş, erkek cinsiyet, yenidoğan yoğun bakım gereksinimi, konuşma ve yürüme gecikmesi ve komorbid epilepsi varlığı nörogelişimsel psikiyatrik bozukluk ile ilişkiliydi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Nörogelişimsel ve nörogelişimsel olmayan bozukluklar ile ilişkili sosyodemografik, gelişimsel, tıbbi ve perinatal değişkenleri bilmek, koruyucu müdahaleler geliştirmemize yardımcı olabilir. |
DAVET EDILMIŞ YAZI | |
14. | Herediter Anjiyoödem Patofizyolojisinde Yenilikler Innovations in Hereditary Angioedema Pathophysiology Öner Özdemirdoi: 10.14744/scie.2019.02419 Sayfalar 355 - 361 Herediter anjiyoödem (HAÖ), çoğunlukla C1 inhibitoru (C1-INH) kodlayan SERPING1 genindeki mutasyonlar sonucunda plazma düzeyinde düşmeye bağlı tekrarlayan ciddi şişme (anjiyoödem) ataklarıyla seyreden nadir görülen genetik bir bozukluktur. Bu hastalığı 1888’de klinik ve genetik olarak ilk defa herediter anjiyonörotik ödem (HANÖ) olarak adlandıran Osler tanımlamıştır. Osler tarafından HANÖ diye bildirilen hastalığın patofizyolojisinde C1-INH’in esas rolünün Donaldson ve Evans tarafından aydınlatılması 75 yılı almıştır. Bu herediter hastalığın araştırılmasında önemli derecede gelişme, ismindeki nörotik kelimesinin sinirsel faktörlerin ödeme katkısının çok az olduğunun anlaşılarak çıkartılması ve isminin HAÖ olarak değişmesiyle sağlanmıştır. 2018’in ortası itibarıyla, C1-INH (SERPINGI) geninde 490’den fazla değişik mutasyon bildirilmiştir. Günümüzde C1-INH eksikliğinin plazma kontakt (kallikrein-kinin) sisteminin aktivasyonuna ve nihai olarak bradikinin aşırı üretimine yol açtığı bilinmektedir. Bradikinin, bradikinin B2 reseptörüne bağlanarak, vasküler permeabiliteyi artırır (vazodilatasyon), damar dışı düz kasları kasar ve HAÖ patofizyolojisinde ana mediatör gibi rol oynar. 2000 yılı sonrasında, HAÖ hastalığı hakkındaki en yeni gelişme, C1-INH’in düzeyinin “normal” olduğu yeni bir HAÖ tipinin beyaz ırkta bildirilmesidir. Faktör XII, anjiyopoietin-1 ve plazminojen gibi birkaç gende anomali hastalığın bu yeni tipinde tanımlanmıştır. C1-INH’in “normal” olduğu HAÖ tiplerinde tedavi şekillerinin belirlenmesi beklenmektedir. |
DERLEME | |
15. | Klinik Kaliteye Çok Boyutlu Yaklaşım A multidimensional Approach to Clinical Quality Tunçay Paltekidoi: 10.14744/scie.2019.04274 Sayfalar 362 - 369 Hasta güvenliği ile ilişkili bu başarısızlıkların ortadan kaldırılmasına yönelik olarak geçmişten günümüze kalite iyileştirme çalışmaları ön plana çıkmıştır. Sağlık hizmetlerinde kalite kavramına geniş bir perspektiften bakmak gerekmektedir. Sağlık hizmet kalitesinin boyutları birçok kurum ve yazar tarafından farklı bakış açıları ile ifade edilmeye çalışılmıştır. Çok boyutlu klinik kalite yaklaşımı ile tıbbi hataların önlenmesine yönelik daha kapsamlı bir bakış açısı geliştirilmeye çalışılmaktadır. Klinik kalite sürecinde; kanıta dayalı uygulamalar, çalışma ortamı, ekip çalışması, bilişim alt yapısı gibi birçok unsur etkilidir. Kanıta dayalı tıp, hekimlerin kararlarını, mevcut en iyi kanıtın ışığında, kendi deneyimleri ve hastanın özellikleri ve seçimleriyle birleştirerek vermesi için belirlenen sistematik bir yaklaşımdır. Kanıta dayalı tıp uygulamalarının temel amacı, klinik kararların zamanın en iyi bilimsel kanıtları ile alınmasını sağlamaktır. Problemle ilişkili uygun bir soru oluşturulması ile başlayarak kanıta dayalı uygulamanın performansının değerlendirilmesine kadar giden süreç çeşitli basamaklardan oluşmaktadır. Bu makalede klinik kalite tüm süreçleri ile irdelenmeye çalışılmıştır. |
OLGU SUNUMU | |
16. | Nozokomiyal Sepsis ve Kawasaki Hastalığı Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu Nosocomial Sepsis Concomitant with Kawasaki Disease: A Case Report Eren Alkan, Lütfiye Şahin Keskin, Nazan Dalgıç, Berksu Cürebal, Muhammed Karabulutdoi: 10.14744/scie.2019.54376 Sayfalar 370 - 372 Kawasaki hastalığı etiyolojisi bilinmeyen akut ateşli sistemik bir vaskülittir. Tedavi edilmeyen olgularda %15–25 oranında koroner arter ektazisi ve anevrizma gelişerek ani ölümlere ve ileri yaşlarda hastalıklara neden olabilmektedir. Bu nedenle erken teşhis ve intravenöz immünglobülin ile asetil salisilik asit tedavisinin en kısa sürede başlanması çok önemlidir. Tedavi başlangıcından 24 saat sonra nüksetme veya persistan ateş durumlarında, sepsis de dahil olmak üzere diğer ateş nedenleri dışlanarak refrakter Kawasaki hastalığı tanısı düşünülmelidir. |
EDITÖRE MEKTUP | |
17. | Mikst laringosel Mixed Laryngocele Sedat Aydın, Eren Boldazdoi: 10.14744/scie.2019.30932 Sayfalar 373 - 374 Makale Özeti | |