E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 31 (3)
Cilt: 31  Sayı: 3 - 2020
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
Testiküler İskemi Reperfüzyon ile İndüklenen Oksidatif Strese Maresin-1’in Etkilerinin Araştırılması
Investigation of the Effects of Maresin-1 on Testicular Ischemia Reperfusion Induced Oxidative Stress
Ayhan Tanyeli, Ersen Eraslan, Mustafa Can Güler, Fazile Nur Ekinci Akdemir, Derya Güzel Akdoğan, Ömer Topdağı, Elif Polat
doi: 10.14744/scie.2020.39205  Sayfalar 187 - 191
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmanın amacı, maresin 1'in iskemi reperfüzyonun indüklediği testis hasarı üzerindeki koruyucu etkilerini incelemektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: 24 Sprague-Dawley erkek sıçanlar 3 gruba ayrıldı. Gruplar şu şekilde planlanmıştır; sham, iskemi reperfüzyon ve iskemi reperfüzyon+ maresin 1 grupları. Spermatik kord tespit edildi ve istemi oluşturmak için 2 saat süre ile klempendi. İki saati takiben klemp çıkarıldı ve 2 saat boyunca testis reperfüzyonu sağlandı. Reperfüzyon aşamasının sonunda, testis dokuları alınarak total antioksidan kapasite (TAK), total oksidan kapasite (TOK), süperoksit dismütaz (SOD), malondialdehit (MDA) ve myeloperoksidaz (MPO) düzeyleri spektrofotometrik yöntemle belirlendi.
BULGULAR: İskemi-reperfüzyon grubunda TOS ve MDA ve MPO arttı, TAS ve SOD moleküllerinin seviyeleri azaldı. Maresin-1 tedavi grubunda TOS ve SOD düzeyleri artarken ve TAS, MDA ve MPO düzeyleri azaldı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu sonuçlar bize, tek doz maresin-1 uygulamasının, iskemi reperfüzyonunun neden olduğu oksidatif hasara karşı etkili olduğunu göstermiştir.

INTRODUCTION: The purpose of this study is to examine the protective effects of maresin 1 on testicular injury induced by ischemia reperfusion.

METHODS: 24 Sprague-Dawley male rats were divided into 3 groups. The groups are planned as follows; sham, ischemia reperfusion and ischemia reperfusion+maresin 1 groups. The spermatic cord was detected and clamped for 2 hours to establish the prompt. After 2 hours, the clamp was removed and testicular reperfusion was achieved for 2 hours. At the end of the reperfusion phase, testicular tissues were taken and total antioxidant capacity (TAC), total oxidant capacity (TOC), superoxide dismutase (SOD), malondialdehyde (MDA) and myeloperoxidase (MPO) levels were determined by spectrophotometric method.

RESULTS: In the ischemia-reperfusion group, TOS and MDA and MPO are increased, the levels of TAS and SOD molecules are decreased. TOS and SOD levels are increased and TAS, MDA and MPO levels are decreased in the Maresin-1 treatment group.

DISCUSSION AND CONCLUSION: These results show us that a single dose of maresin-1 application is effective against oxidative damage caused by ischemia reperfusion.

KLINIK VE DENEYSEL ARAŞTIRMALAR
2.
Lityum Karbonatın Sıçan Tiroid Hormonları, Paratormon, Kalsiyum Seviyesi ve Tiroid Dokusu Üzerine Doza Bağımlı Etkileri
Dose Dependent Effects of Lithium Carbonate on Rat Thyroid Hormones, Parathormon and Calcium Levels with Thyroid Tissue
Atilla Topçu
doi: 10.14744/scie.2020.37929  Sayfalar 192 - 198
Amaç: Bu araştırmanın amacı, subakut lityum karbonat (Li2CO3) kullanımının serum T3, T4, tiroid uyarıcı hormon (TSH), paratiroid hormon (PTH) ve kalsiyum düzeyleri ve tiroid dokusu üzerindeki etkilerini araştırmaktır. Ayrıca, bu araştırma tiroid dokusunun histolojik incelemeye tabi tutulduğu nadir çalışmalardan biri olarak önemlidir.

Gereç ve Yöntem: Otuz iki erkek Sprague Dawley sıçanı ağırlık bazında her biri sekiz hayvandan oluşan dört gruba ayrıldı; Grup 1: Sham kontrolü, Grup 2: Li2CO3+25 mg/kg, Grup 3: Li2CO3+50 mg/kg ve Grup 4: Li2CO3+100 mg/kg. Li2C03, 30 gün boyunca günde 1 ml olarak değişen konsantrasyonlarda oral yoldan uygulandı. Serum örnekleri intrakardiyak müdahale ile elde edilen kandan ayrıldı. Serum T3, T4, TSH, PTH ve Ca seviyeleri bir otoanalizör ve kemilüminesans kullanılarak ölçüldü. Tiroid dokusu rutin histopatolojik işlemlerden sonra ışık mikroskobu altında incelendi.

Bulgular: Yüksek doz Li2CO3 ile tedavi edilen sıçanlarda T3, T4, PTH ve Ca seviyeleri yükselirken, TSH düzeyleri tüm gruplarda çok düşüktü. Ek olarak, tiroid dokusu konsantrasyona bağlı histolojik değişiklikler sergiledi.

Sonuç: Sıçanlarda subakut yüksek doz uygulanan Li2CO3 erken dönemde T4 ve T3 hormon düzeylerinde artış, hiperparatiroidizm ve hiperkalsemiye neden olmuştur. Bu sonuçların artık daha ileri deneysel ve klinik çalışmalarla desteklenmesi gerekmektedir.
Objective: The aim of this research was to investigate the effects of subacute use of lithium carbonate (Li2CO3), on serum T3, T4, thyroid stimulating hormone (TSH), parathyroid hormone (PTH) and calcium (Ca) levels and thyroid tissue. In addition, this research is important as one of the rare studies in which thyroid tissue was subjected to histological examination.

Methods: Thirty-two male Sprague Dawley rats were assigned into groups consisting of eight animals each, based on weight; Group 1: Sham control, Group 2: Li2CO3+25 mg/kg, Group 3: Li2CO3+50 mg/kg and Group 4: Li2CO3+100 mg/kg. Li2CO3 was administered orally at varying concentrations, at 1 mL per day for 30 days. Serum samples were separated from blood obtained by intracardiac intervention. Serum T3, T4, TSH, PTH and Ca levels were measured by using an autoanalyzer and chemiluminescence. Thyroid tissue was examined under light microscopy after routine histopathological procedures.

Results: T3, T4, PTH and Ca levels increased in rats treated with high-dose Li2CO3, whereas TSH levels were very low in all groups. In addition, thyroid tissue exhibited concentration-dependent histological alterations.

Conclusion: Li2CO3, which was administered subacute high dose in rats, caused of increased T4 and T3 hormones levels, hyperparathyroidism and hypercalcemia in the early period. These results now need to be supported by further experimental and clinical studies.

ARAŞTIRMA MAKALESI
3.
Term Yenidoğanlarda Düşük Doğum Ağırlığına Etki Eden Faktörlerin Değerlendirilmesi
Factors Associated with Low Birth Weight in Term Newborns
Gamze Özgürhan, Serdar Cömert
doi: 10.14744/scie.2020.03016  Sayfalar 199 - 202
GİRİŞ ve AMAÇ: Düşük doğum ağırlığı (DDA), tüm dünyada ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde bir halk sağlığı sorunudur. Çeşitli maternal ve sosyoekonomik faktörler yenidoğanlarda DDA’ya yol açabilir. Bu çalışmanın amacı term yenidoğanlarda, DDA ile ilişkili risk faktörlerini değerlendirmektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya hastanemizde doğan DDA’lı (<2500 g) 60 yenidoğan ve kontrol grubu olarak normal doğum ağırlığına (2500−4000 g) sahip 100 yenidoğan dahil edildi. Annelerle yüz yüze görüşülerek; anne, baba ve sosyoekonomik faktörler üzerine sorular içeren bir anket uygulandı. Tüm yenidoğanların ağırlık, boy ve baş çevresi kaydedildi. Toplanan verilere göre bu iki grup; yenidoğan, maternal, paternal ve sosyoekonomik faktörler açısından karşılaştırıldı.

BULGULAR: Çalışma grubunda ortalama doğum ağırlığı, boy ve baş çevresi sırasıyla 2328±154.55 g, 47.22±1.72 cm ve 33.03±1.29 cm idi. Çalışma grubu ile kontrol grubu arasında kadın/erkek oranında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Sigara içme alışkanlıklarında, doğum öncesi bakım ziyaretlerinde ve 5 yaşın altındaki çocuk ölümlerinin varlığında iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlendi (sırasıyla, p=0.014, p=0.04 ve p=0.033). Sosyoekonomik özellikler açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük doğum ağırlığına yol açan birçok faktör vardır. Bu faktörler arasında yer alan sigara kullanımının engellenmesi ve anneye doğum öncesi kaliteli ve yeterli sayıda bakım hizmeti sunmak önlenebilir faktörlerdendir.

INTRODUCTION: Low birth weight (LBW) is a worldwide public health problem, and in emerging countries in particular. In newborns, various maternal and socio-economical factors can lead to LBW. The purpose of this study is to evaluate the risk factors associated with LBW in term newborns.

METHODS: The study included 60 newborns with LBW (<2500 g) and 100 newborns with normal birth weight (2500−4000 g) as the control group. Father, mother and socio-economic factors were questioned by face-to-face interviews with mothers. Head circumference weight and height of all newborns were measured. Study and control group were compared in terms of socio-economical, neonatal, paternal and maternal factors.

RESULTS: Average head circumference, birth height and weight in LBW group were 33.03±1.29 cm, 47.22±1.72 cm and 2328±154.55 g respectively. There was no significant difference in female/male ratio between the 2 groups. Statistically significant differences were found between the 2 groups in number of antenatal care visits, smoking habits and presence of child mortalities under the age of 5 (p=0.04, p=0.014 and p=0.033 respectively). Socio-economic characteristics were not also found to be significantly different between the 2 groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There are variety of factors leading to LBW, some of which can be prevented by ensuring a non-smoking pregnancy and high quality and sufficient number of antenatal care visits.

4.
COVID-19 Hastalığında Radyolojik ve Laboratuvar Parametrelerinin Prognoza Etkisi
The Effect of Radiological and Laboratory Parameters on Prognosis in COVID-19 Disease
Kadir Burak Özer, Berk Çimenoğlu, Attila Özdemir, Mesut Buz, Kazibe Koyuncu, Fatih Doğu Geyik, Recep Demirhan
doi: 10.14744/scie.2020.87609  Sayfalar 203 - 207
GİRİŞ ve AMAÇ: 2019 yılı sonlarına doğru daha önceden bilinmeyen bir hastalık Çin’in Hubei bölgesinin Wuhan kentinde ortaya çıktı ve sonrasında dünya çapına yayılarak bir pandemiye dönüştü. Bu salgın birçok ülkeyi etkiledi fakat Türkiye’de diğer ülkelere göre mortalite oranlarının ve yoğun bakım ihtiyacının nispeten daha düşük olduğu gözlemlendi. Bu çalışmamızda servis ve yoğun bakım hastalarını karşılaştırarak serviste takip edilen hastaların, yoğun bakım ihtiyacını azaltan faktörleri değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 166 hasta COVID-19’un radyolojik ve laboratuvar bulgularını ortaya çıkarmak için araştırıldı. Yüz bir (%60.8) hasta pandemi servisinde, 65 hasta da (%39.15) yoğun bakım ünitesinde tedavi edildi.

BULGULAR: Hastaların ortalama yaşları değerlendirildiğinde pandemi servisinde ortalama 61.1±16.2 (23−93), yoğun bakım ünitesinde ise ortalama 64.6±15.7 (15−90) olarak saptandı (p>0.05). İlk bakılan ortalama CRP değerleri pandemi servisinde takip edilen hastalarda ortalama 68.14±6.5 mg/dl (3.11−271), yoğun bakım ünitesinde takip edilen hastalarda ise ortalama 117.07±11.5 mg/dl (0−360) olarak saptandı (p<0.05). Ortalama D Dimer değerleri ise yoğun bakımda takip edilen hastalarda ortalama 5572.2±1075.6 ng/ml iken pandemi servisinde takip edilen hastalarda ise ortalama 1904.9±290.7 ng/ml olarak belirlendi (p<0.05). D dimer ve CRP değerleri arasında korelasyon izlendi (p<0.05). Yoğun bakım ünitesinde takip edilen 66 hastadan 30’unda (%49.2) erken evre BT bulguları, 22’sinde (%36.1) progresif evre BT bulguları ve 9 (%14.8) hastada ise ciddi evre BT bulguları izlendi. Fakat pandemi servisinde tedavi edilen 101 hastanın 67’sinde (%66.9) erken evre, 32’sinde (%31.7) progresif evre ve 2 (%2) hastada ise ciddi evre BT bulguları izlendi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma sonucunda, COVID-19 hastalığında tomografik evrelemenin ciddi prognostik faktör olduğu ve tedavi protokollerinin buna göre değiştirilebileceği saptanmıştır. Ayrıca laboratuvar testlerinden CRP ve D-dimer’in, hastaların takibi esnasında prognozun belirlenmesinde önemli bir yer tuttuğu gösterilmiştir. Böylelikle tedavi algoritmaları oluştururken bu parametrelerin göz önünde bulundurulması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, COVID-19 tanılı hastalarda tedavinin başarısı için tomografik evreleme ve CRP ile D-dimer gibi laboratuvar parametrelerinin önemli prognostik faktörler olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

INTRODUCTION: A previously unknown contagious disease, which later turned out to be a worldwide pandemic originated from Wuhan, capital of Hubei province in China by the end of 2019. While this upheaval affected numerous countries tragically, mortality rate and necessity for ICU were relatively low in Turkey.

METHODS: A total of 166 patients (65 at ICU, 101 at pandemic service) were analyzed to uncover effect of radiological and laboratory parameters on prognosis in COVID-19. One hundred and one patients (60.8%) were treated in pandemic service and 65 (39.15%) were treated in ICU.

RESULTS: Mean age of the patients in pandemic service was 61.1±16.2 (23−93) and of patients in ICU was 64.6±15.7 (15−90) (p>0.05). Initial mean CRP value for pandemic service group was 68.14±6.5 mg/dL (3.11−271), whereas it was 117.07±11.5 mg/dL (0−360) for ICU (p<0.05). Mean D-dimer value for the patients in ICU was 5572.2±1075.6 ng/mL and for the patients in pandemic service it was 1904.9±290.7 ng/mL (p<0.05). There was a correlation between CRP and D-dimer values (p<0.05). Of 66 patients in ICU group, 30(49.2%) had early stage CT findings, 22 (36.1%) had progressing stage CT findings and 9 (14.8%) had severe stage CT findings. However, of 101 patients in pandemic service group, 67 (66.9%) had early stage CT findings, 32 (31.7%) had progressing stage CT findings and 2 (2%) had severe stage CT findings.

DISCUSSION AND CONCLUSION: CT staging is a substantial prognostic factor and may help clinicians decide treatment modality. Furthermore, CRP and D-dimer values are also prognostic during follow–up. Thus, the necessity of taking these parameters into consideration while implementing treatment algorithms has emerged. As a conclusion, CT stage, CRP and D-Dimer values should be adopted as crucial prognostic factors in order to provide efficient healthcare.

5.
Klinik Farmakolojide Vaka Temelli Öğrenmenin Konvansiyonel Öğretim Şekli ile Kıyaslanması ve Öğrenme Stilleri ile İlişkisi
Case Based Learning Versus Conventional Lecture in Clinical Pharmacology Education and its Relation to Learning Styles
Fatih Özdener, Abdullah Canberk Özbaykuş, Melike Yavuz, Alihan Sürsal, Fehmi Narter, Demet Koç
doi: 10.14744/scie.2020.09815  Sayfalar 208 - 213
GİRİŞ ve AMAÇ: Teorik bilgi ile pratik bilgi arasındaki bağlantı sorunu, doktorların yetersiz eğitim almasına ve isabetsiz reçetelendirmelerin yapılmasına sebep vermektedir. Vaka temelli öğrenim (VKÖ) genellikle medikal müfredat içerisinde kullanılan evrensel bir paradigmadır ve öğrenen kişiye gerçek bir senaryoya analitik ve tanısal çözümler ürettirirken, öz değerlendirmeye de teşvik eder. Buna karşın, uygulamaları sınırlıdır ve farklı öğrenim stiline sahip öğrencilere uyumluluğunun testi için daha fazla araştırma gerekmektedir
YÖNTEM ve GEREÇLER: VKÖ-bazlı farmakoloji dersleri, Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesinin 3. sene müfredatına entegre edilmiştir. VKÖ-bazlı derslerin değerlendirilmesi adına 15 soruluk bir anket, önceden bilgilendirilen 67 öğrenci tarafından doldurulmuştur. Buna ek olarak, katılımcılardan 37’sinden onaylı bir VARK anketini doldurması istenmiştir. Bu sayede VKÖ ile geleneksel öğrenim sitemleri öğrenim stilleri açısından değerlendirilmiştir.
BULGULAR: VKÖ, çalışmaya katılan öğrencilerin büyük çoğunluğuna göre gerçek hayattaki vakaların yönlendirilmesini kolaylaştırarak geleneksel öğrenme yöntemlerine kıyasla oldukça faydalı bir öğrenim yöntemidir. Ayrıca, çok modüllü veya tek modüllü öğrenim stilleri giib çeşitli tercihlere sahip öğrencilerin cevapları arasında VKÖ değerlendirilmesi açısından anlamlı bir fark görülmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öğrencilerin anket sonuçları, VKÖ-bazlı müfredatın motive edici yararlı bir yöntem olduğunu göstermiştir. Bu çalışma, VKÖ’nün öğrenme stiline bağımsız şekilde her öğrenci tipine uyarlanabilir bir öğretim sistemi olduğunu ve Klinik Farmakolojinin yanı sıra diğer alanlarda uygulanabilir bir öğrenme yöntemi olduğunu göstermektedir.
INTRODUCTION: The problem of the connection between theoretical knowledge and practical knowledge leads to the inadequate training of physicians that results in inaccurate prescriptions. Case-based learning (CBL) is a universal paradigm often used within the medical curriculum, and it encourages self-assessment while enabling the learner to generate analytical and diagnostic solutions to a real scenario. However, its applications are limited and more research is needed to test its compatibility with students with different learning styles.

METHODS: CBL-based pharmacology courses have been integrated into the 3rd year curriculum of Bahcesehir University Faculty of Medicine. A 15-question questionnaire was filled out by 67 students who were informed in advance to evaluate the CBL-based lessons. In addition, 37 of the participants were asked to complete an approved VARK questionnaire. In this way, traditional education systems were evaluated in terms of learning styles with CBL.
RESULTS: According to the majority of the students participating in the study, CBL is a very useful learning method compared to traditional learning methods by making it easier to direct real life cases. In addition, no significant difference was found between the answers of students with various preferences, such as multi-modal or single-modal learning styles, in terms of the evaluation of CBL.

DISCUSSION AND CONCLUSION: The students’ survey results showed that the CBL-based curriculum was a useful motivating method. This study shows that CBL is a teaching system that can be adapted to each type of student regardless of the learning style and it is a learning method that can be applied in other fields besides Clinical Pharmacology.

6.
Koronavirüs (COVID‑19) Pandemisinde Rinoplasti Hastalarının Tutumları: Çevrimiçi Anket Analizi
Attitudes of Patients with Rhinoplasty in Coronavirus (COVID‑19) Pandemic: An Online Survey Analysis
Hakan Avcı
doi: 10.14744/scie.2020.20438  Sayfalar 214 - 218
GİRİŞ ve AMAÇ: Yeni tip Coronavirus 2019 hastalığı, artan tehlike, belirsizlik ve kaygı ile ortaya çıkan dünya çapında yayılan bir hastalıktır. Bu çalışmada rinoplasti uygulanan hastaların bu süreçte tutumlarını değerlendiren bir anket yapmayı amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Geçtiğimiz yıl burun estetiği geçiren hastalara online form gönderildi. Online anket 1-7 Nisan 2020 dönemi arasında yapıldı. Tüm katılımcılardan anketi bir hafta içinde doldurmaları istendi.

BULGULAR: Anket linki 201 hastaya gönderildi. Toplam 165 (%82) katılımcı anketi doldurdu. Katılımcıların çoğunluğu sosyal mesafe ve kişisel hijyen gibi belirli önlemlerin farkındaydı. Hastalığa yakalanma olasılığı konusunda endişeliydiler. Hastaların üçte biri ek vitamin takviyesi aldıklarını bildirdi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Rinoplasti hastaları COVID-19 pandemisini önleme konusunda gerekli bilgiye sahiptiler, ancak takiplerinin bozulması nedeniyle endişeliydiler.

INTRODUCTION: The novel Coronavirus disease 2019 is a world-wide spreading disease emerged with increased perceived danger, uncertainty, and anxiety. In this study we aimed to conduct a survey evaluating attitudes of the patients who underwent rhinoplasty.

METHODS: An online form was sent to the patients who have undergone rhinoplasty in the last year. The online survey was conducted between the dates of 1-7 April 2020. All participants were asked to fill the survey within one week.

RESULTS: The link was sent to 201 patients. A total of 165 (82%) participants completed the questionnaire. The majority of the participants were aware of specific precautions, such as social distance and having personal hygiene. They were worried about possibility of having the disease. One-third of the patients reported that they took additional vitamin supplements.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with rhinoplasty had necessary information on preventing COVID-19 pandemics, but were anxious due to disruption of their follow-up.

7.
Dekompanse Karaciğer Sirozlu Hastalarda Assit İnfeksiyonu Gelişiminin Ortalama Trombosit Hacmi ile İlişkisi
The Relationship Between the Mean Platelet Volume and the Development of Spontaneous Ascites Fluid Infection in Patients with Decompensated Cirrhosis
Ebru Sinem Bilgin, Banu Boyuk, Osman Maviş, Rahime Özgür
doi: 10.14744/scie.2020.09226  Sayfalar 219 - 225
GİRİŞ ve AMAÇ: Spontan assit enfeksiyonu (SAİ) dekompanse karaciğer sirozunun sık, önemli ve yüksek mortaliteye sahip komplikasyonlarından biridir. Ortalama trombosit hacmi (OTH), trombositlerin aktivitesini, uyarılmasını ve üretkenliğini gösteren bir parametredir. OTH’deki değişiklikler trombosit üretiminin önemli bir belirteci olup sepsis, tromboz hatta solunum sıkıntısı sendromu gibi birçok hastalığın şiddetindeki değişikliklerin de bir göstergesidir. Ortalama trombosit hacmi birçok hastalıkta basit, ucuz, hızlı ve güvenilir bir enflamatuvar gösterge olarak çalışılmıştır. Biz çalışmamızda spontan asit enfeksiyonu ile ortalama trombosit hacminin ilişkisini analiz etmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya değişik etyolojilerdeki sirozu olan 98 hasta (42’si kadın, 56’sı erkek) alındı. Hastalar assit mayi kültürü pozitif ve/veya assit polimorfonükleer lökosit sayısı (PMNL) >250 mm3 olan hastalar SAİ+ grup olarak, assit mayi kültüründe üreme olmayan ve assit PMNL sayısı <250 mm3 olan hastalar SAİ- grup olarak iki ana gruba ayrıldı.

BULGULAR: SAİ+ grupta 19’u kadın 33’ü erkek 52 hasta, SAİ- grupta 23’ü kadın 23’ü erkek 46 hasta mevcuttu. Spontan assit enfeksiyonu pozitif olan grupta spontan assit enfeksiyonu negatif gruba göre ortalama trombosit hacmi (p<0.001), lökosit sayısı (WBC) (p<0.001) düzeylerinin istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdiği tespit edildi. SAİ pozitif olanlarda SAİ tipine göre ortalama trombosit hacmi (p=0.795) ve trombosit dağılım yüzdesi (p=0.751) düzeylerinin istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermediği tespit edildi. (p>0.05).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Spontan assit enfeksiyonu gelişmiş olan dekompanse karaciğer sirozlu hastalarda ortalama trombosit hacmi anlamlı olarak yükselmektedir. Spontan assit enfeksiyonunun erken tanı ve tedavi takibinde ucuz, invaziv olmayan ve hızlı bir şekilde kullanımı mümkün olan bu testin kullanımı mümkündür.
INTRODUCTION: Spontaneous ascitic fluid infection (SAI) is one of the frequent and important complication of decompensated cirrhosis with high mortality. Mean platelet volume (MPV) is a parameter that shows the activity, stimulation and production of platelets. Changes in MPV are important indicators of platelet production, and are also an indicator of the severity of many diseases, such as sepsis, thrombosis, or even respiratory distress syndrome. In our study, we aimed to analyze the relationship between spontaneous ascites infection and mean platelet volume.

METHODS: 98 cirrhosis patients (42 females, 56 males) with various etiologies were participated to the study. The patients were divided into two groups as SAI positive group including patients with ascitic culture positive and/or ascites polymorphonuclear leukocyte count (PMNL) >250 mm3 and SAI negative group including patients with no bacterial reproduction in their ascites fluid culture and ascites PMNL count <250 mm3.

RESULTS: There were 52 patients as 19 females and 33 males, in SAI positive group and 46 patients as 23 females and 23 males, in SAI negative group. In spontaneous ascites infection- positive group, spontaneous ascites infection mean platelet volume (p<0.001) and leukocyte count (WBC) (p<0.001) were detected to be significantly different statistically compared to the negative group. There was no statistically significant difference between the mean platelet volume (p=0.795) and platelet distribution percentage (p=0.775) in SAI positive patients (p>0.05).

DISCUSSION AND CONCLUSION: Mean platelet volume in patients with spontaneous ascites infection who have developed, decompensated cirrhosis significantly increases. It is possible to use this test which is cheap, non-invasive and fast in the early diagnosis and treatment to follow-up of spontaneous ascites infection.

KLINIK VE DENEYSEL ARAŞTIRMALAR
8.
Non fonksiyonel Adrenal İnsidentalomalara Eşlik Eden Kardiyovasküler Risk Faktörlerinin Belirlenmesi
Determination of Cardiovascular Risk Factors Which Accompany Non-Functional Adrenal Incidentalomas
Tuba Olcay Vardal, Gülay Şi&775;mşek Bağır, Melek Eda Ertorer
doi: 10.14744/scie.2020.50455  Sayfalar 226 - 231
Amaç: Adrenal kitlelerin saptanma sıklığı her geçen gün artmakta ve bu kitlelerin hormonal olarak aktif olup olmadığı veya malignite potansiyeli taşıyıp taşımadığının değerlendirilmesi temel yaklaşımdır. Büyük çoğunluğunun nonfonksiyonel olduğu bilinen bu kitlelerin bazı aktif metabolitler ürettiğine dair kuşkular mevcuttur. Bizde bu çalışmada nonfonksiyonel adrenal insidentalomaların kardiyovasküler risk faktörlerini araştırmayı amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları polikliniklerinde, Ocak 2006-2011 tarihleri arasında, tesadüfen saptanan adrenal kitle ile başvuran, 305 hasta alındı. Demografik özellikler, eşlik eden hastalıklar, ilaçlar, laboratuvar parametreleri geriye dönük olarak analiz edildi. İki gruba ayrıldı. Nonfonksiyonel adrenal adenom olan grubumuz toplum bazlı bir çalışma olan Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans Çalışması-2 (TURDEP-2) ile karşılaştırıldı.

Bulgular: Adrenal kitleler fonksiyonel ve non fonksiyonel olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Birinci gruptaki hastalar daha genç (46.2±12.1 yıl, p=0.0001), kitleleri daha büyük ve malign görünümdeydi. İkinci gruptaki hastalar TURDEP-2 ile karşılaştırıldı. Non fonksiyonel adrenal adenomu olan hastalar genel toplum ortamasıyla karşılaştırıldığında, hipertansiyon ve obezite bizim hasta grubumuzda daha sık izlendi; sırasıyla %66.2-%31.3 ve %61.8-%36.

Sonuç: Non fonksiyonel adrenal insidentalomaların kardiyovasküler riski artırıp artırmadığı tartışmalıdır. Subklinik Cushing sendromu en sık görülen hormonal bozuklukdur. Sinsi kortizol otonomisinin bundan sorumlu olduğu düşünülmektedir. Bizim çalışmamızda da nonfonksiyonel adrenal kitle saptanan olgular genel topluma göre daha obez ve hipertansif bulunmuştur.
Objective: The frequency of detecting adrenal masses is increasing day by day. The basic approach is to evaluate whether these masses are hormonally active or not and to evaluate if they have malignant potential. There are doubts that most of these masses, which are known to be nonfunctional, produce some active metabolites. In this study, we aimed to investigate the cardiovascular risk factors of nonfunctional adrenal incidentalomas.

Methods: 305 patients who were admitted to the Endocrinology and Metabolic Diseases Polyclinics with an incidentally detected adrenal mass between January 2006 and 2011 were included. Demographic characteristics, co-morbidities, drugs, and laboratory parameters were analyzed retrospectively. It was divided into two groups. Our group with nonfunctional adrenal adenoma, were compared with a community-based study; Turkey Diabetes, Hypertension, Obesity and Endocrinology Diseases Prevalence Study-2 (TURDEP-2).

Results: Adrenal masses were divided into two groups as functional and non-functional. The patients in the first group were younger (46.2±12.1 years, p=0.0001), had larger masses with malignant appearance. The patients in the second group were compared with TURDEP-2. When the patients with non-functional adrenal adenoma compared with the general community, hypertension and obesity were observed more frequently in our patient group; 66.2%-31.3% and 61.8%-36%, respectively.

Conclusion: It is controversial whether non-functional adrenal incidentalomas increase cardiovascular risk or not. Subclinical Cushing Syndrome is the most common hormonal disorder. The insidious cortisol autonomy is thought to be responsible for this. In our study, cases with nonfunctional adrenal mass were found to be more obese and hypertensive compared to the general population.

9.
Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Yatarak Tedavi Edilen Toraks Travmalı Hastaların Analizi
Analysis of Thoracic Trauma Patients who were Treated in the Thoracic Surgery Clinic
Cenk Balta, Mustafa Kuzucuoğlu
doi: 10.14744/scie.2020.36844  Sayfalar 232 - 234
Amaç: Göğüs cerrahisi kliniğinde yatırılarak tedavi edilen toraks travma hastalarının etyoloji, travmatik patoloji ve tedavi açısından değerlendirmeyi amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Eylül 2017-Eylül 2019 tarihleri arasında travma nedeniyle başvuran ve göğüs cerrahisi kliniğine yatırılarak tedavi edilen toraks travmalı hastalar yaş, cinsiyet, travma şekli, torasik ve ekstratorasik yaralanmaları, uygulanan tedaviler, hastanede yatış süreleri açısından retrospektif olarak incelendi. Elde edilen verilerek istatistiksel olarak değerlendirildi.

Bulgular: Çalışmamıza dahil olan 92’si erkek, 27’si kadın 119 hastanın ortalama yaşları 43.65±1.71 idi. Hastaların 18'i (%15.1) penetran, 101'i (%84.9) ise künt toraks travması nedeniyle başvurmuştu. Künt travmalarda en sık rastalanan patolojiler kot fraktürü ve kontüzyonken, penetran travmalarda en sık rastlanan patolojiler pnömotoraks ve hemotorakstı. Künt toraks travmalı hastalara medikal tedavi çoğunlukla yeterli olurken, penetran yaralanmalarda en sık kullanılan cerrahi yöntem tüp torakostomiydi.

Sonuç: Toraks travmaları yüksek mortalite oranları nedeniyle hızlı ve etkin tedavi edimesi gereken patolojilerdir.
Objective: We aimed to evaluate the etiology, traumatic pathology and treatment of thoracic trauma patients who were treated in thoracic surgery clinic.

Methods: Patients with thoracic trauma admitted to the thoracic surgery clinic between September 2017 and September 2019 were evaluated retrospectively in terms of age, gender, types of trauma, thoracic and extrathoracic injuries, treatments and hospitalization time.

Results: The mean age of 119 patients (92 males and 27 females) was 43.65 years. Eighteen (15.1%) patients were presented with penetrating trauma and 101 (84.9%) patients with blunt thoracic trauma. The most common pathologies in blunt traumas were rib fracture and contusion and in penetrating traumas were pneumothorax and hemothorax. Medical treatment was usually sufficient for patients with blunt thoracic trauma. The most common surgical method in penetrating injuries were tube thoracostomy.

Conclusion: Thoracic traumas must be treated quickly and effectively due to their high mortality rates.

ARAŞTIRMA MAKALESI
10.
Geriatrik Depresyon Hastalarında Anksiyete ve Depresyon Düzeyleri ile Uyku Kalitesi ve Uykusuzluk Şiddeti Arasındaki İlişki
Relationships among Anxiety and Depression Levels with Sleep Quality and Insomnia Severity in Geriatric Patients with Depression
Aslı Beşirli
doi: 10.14744/scie.2020.48403  Sayfalar 235 - 242
GİRİŞ ve AMAÇ: Uyku problemlerinin sıklığı yaşla birlikte artmaktadır. Hem anksiyete hem de depresyon belirtileri uyku mimarisini etkileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, psikiyatri polikliniğine başvuran anksiyete belirtilerinin eşlik ettiği geriatrik depresyon hastalarında anksiyete ve depresyon düzeyleri ile uyku kalitesi ve uykusuzluk şiddeti arasındaki ilişkinin incelenmesidir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: 60 yaş ve üzeri 53 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalara Geriatrik Depresyon Ölçeği (GDÖ), Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ), Uykusuzluk Şiddeti İndeksi (UŞİ), Kısa Akıl Muayenesi (KAM) ve Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ) uygulandı.

BULGULAR: Total GDÖ skoru ile PUKİ öznel uyku kalitesi (p=0.018) ve uyku latansı (p=0.006), alt skorları arasında pozitif yönde ve BAÖ ile PUKİ öznel uyku kalitesi (p=0.043), uyku latansı (p=0.009), uyku bozukluğu (p=0.012), gündüz işlev bozukluğu (p=0.045) ve global PUKİ (p=0.049) skorları arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkili saptandı. Total GDÖ skoru ile total ISI skoru (p=0.002) ve ISI alt ölçekleri arasında (p=0.002) ve BAÖ skoru ile total ISI (p=0.001) ve ISI alt ölçekleri (p=0.006) arasında ile pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkili saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, geriatrik depresyon hastalarında uyku bozukluklarının anksiyete ve depresyon düzeyi ile yakından ilişkili olduğu gösterilmiştir. Yaşlanma süreciyle birlikte ortaya çıkan uyku kalitesindeki bozulma ve insomnia şiddetindeki artış yeni oluşan depresif bozukluk görülme sıklığı ve şiddetini artırabilirken, mevcut anksiyete ve depresyon belirtileri de uyku bozukluklarına sebep olabilmektedir.

INTRODUCTION: The prevalence of sleep problems increases with age. Both anxiety and depression symptoms can cause certain changes in sleep architecture. The aim of this study is to investigate the relationship of anxiety and depression levels with sleep quality and insomnia severity in geriatric patients with depression and concomitant anxiety symptoms.
METHODS: Fifty-three patients aged 60 and over were included in the study. Geriatric Depression Scale (GDS), Beck Anxiety Inventory (BAI), Insomnia Severity Index (ISI), Mini-Mental State Examination (MMSE) and Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) were applied to the patients.

RESULTS: There was a positive and statistically significant relationships between the total GDS score and the mean PSQI Subjective sleep quality and Sleep latency scores, as well as between BAI and PSQI Subjective sleep quality, Sleep latency, Sleep disturbance, Daytime dysfunction and global PSQI score (p=0.018; p=0.006; p=0.043; p=0.009; p=0.012; p=0.045; p=0.049, respectively). There was positive and statistically significant relationships between total GDS, total ISI and ISI subscale scores, and there was positive and statistically significant relationships between BAI scores, total ISI, and ISI subscale scores (p=0.002; p=0.002; p=0.001; p=0.006, respectively).

DISCUSSION AND CONCLUSION: This study showed that sleep disorders were closely associated with anxiety and depression levels in the geriatric patients with depression. The deterioration in sleep quality and the increase in insomnia severity associated with the aging process may increase the incidence of new depressive disorders, while current anxiety and depression symptoms may cause sleep disorders.

11.
Sağlık Çalışanlarında Hepatit A, Hepatit B, Hepatit C, HIV, Kabakulak, Kızamık ve Suçiçeği Seroprevalansının Değerlendirilmesi
Evaluation of Hepatitis A, Hepatitis B, Hepatitis C, HIV, Mumps, Measles and Chickenpox Seroprevalence in Healthcare Workers
Serkan Elarslan, Özlem Güdük, Yaşar Sertbaş
doi: 10.14744/scie.2020.39206  Sayfalar 243 - 250
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada SBÜ Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi bünyesinde görev yapan tüm personel ve stajyer öğrencilerin 2018 yılına ait Hepatit A, Hepatit B, Hepatit C, HIV, Kabakulak, Kızamık ve Suçiçeği seroprevalansının incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 1674 sağlık personeli ve stajyer öğrenciye ait serum örneğinde Hepatit A, Hepatit B, Hepatit C, HIV, Kabakulak, Kızamık ve Suçiçeği hastalıklarına ait yapılan testler retrospektif olarak tarandı. Elde edilen bulgular IBM SPSS Statistics 22 (IBM SPSS, Türkiye) programı kullanılarak analiz edildi. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistiksel metodlar, ki-kare testi ve Fisher Freeman Halton testleri uygulandı.
BULGULAR: Araştırmada 16-64 yaş aralığında, 636’sı (%38) erkek ve 1038’i (%62) kadın olmak üzere toplam 1674 kişi çalışma kapsamına alınmıştır. Bu kişilerden 502’si (%30) hastanede staj yapan sağlık okulu öğrencileridir. Toplam personel açısından incelendiğinde; AntiHBs (%86), Kabakulak IgG (%97), Kızamık IgG (%94) ve VZV IgG (%97) yüksek oranda pozitif olduğu görülmüştür. Anti HIV ve Kızamık IgM pozitif olan hiçbir sağlık çalışanına rastlanmamıştır. AntiHCV pozitif olan 4 kişi, Kabakulak IgM pozitif olan 2 kişi ve VZV IgM pozitif olan 1 kişi olduğu tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanelerde çalışan personelin bulaş sonucunda oluşabilecek hastalıklara karşı koruyucu önlemlerin alınması ve bağışıklama çalışmaları yapılmalıdır. Çalışmamızdan elde edilen sonuçların ülkemizde yapılan benzer çalışmalar ile uyumlu olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate the seroprevalence of Hepatitis A, Hepatitis B, Hepatitis C, HIV, Mumps, Measles and Chickenpox for all staff and trainee students working under SBU Fatih Sultan Mehmet EAH in 2018.
METHODS: A total of 1674 medical staff and trainee students' serum samples were screened retrospectively for Hepatitis A, Hepatitis B, Hepatitis C, HIV, Mumps, Measles and Chickenpox. The findings were analyzed by using IBM SPSS Statistics 22 (IBM SPSS, Turkey) program. Descriptive statistical methods, Chi Square and Fisher Freeman Halton tests were used in order to analyze of the data.
RESULTS: A total of 1674 people, 636 (38%) males and 1038 (62%) females were included in the study. Of these, 502 (30%) were internships in the health school. When examined in terms of total staff; AntiHBs (86%), Mumps IgG (97%), Measles IgG (94%) and VZV IgG (97%) were found to be highly positive. There were no health workers who were positive for anti HIV and measles IgM. There were 4 anti-HCV positive, 2 mumps IgM positive and 1 VZV IgM positive people.

DISCUSSION AND CONCLUSION: It is important to take preventive measures against vaccination preventable diseases and immunization of the personnel working in hospitals. The results obtained in our study were found to be consistent with similar studies conducted in our country.

12.
Term ve Preterm Çocukların Bir Yaş Refraksiyon Değerlerinin Karşılaştırılması
Comparison of Refractive Measures of Term and Preterm Children Aged One Year Old
Ayşin Tuba Kaplan, Leyla Yavuz Sarıçay, Ayşe Yeşim Oral Aydın, Şaban Şimşek
doi: 10.14744/scie.2020.19971  Sayfalar 251 - 255
GİRİŞ ve AMAÇ: Preterm doğan çocukların 1 yaş refraksiyon değerlerinin term çocuklarla karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 26 preterm çocuğun 52 gözü ile 22 term çocuğun 44 gözü dahil edildi. Term olan olgular [Gestasyonel yaş ortalaması (GY ort.) =38.7±0.9 hafta] grup 1, preterm doğup retinopatisi olmayan olgular (GY ort.=31.6±2.03 hafta) grup 2 ve preterm doğan ve herhangi bir zonda evresi olan ama tedavi gerekmeyen olgular (GY ort.=27.8±1.01 hafta) ise grup 3 olarak değerlendirildi. Tüm olguların 1 yaş kontrol muayenelerinde, refraksiyon ölçümleri sikloplejisiz olarak Plusoptix S08 (PX) ile ölçüldükten sonra fundus muayeneleri yapıldı. Elde edilen refraksiyon değerleri sferik eşdeğer (SE) olarak kaydedildi. Gruplar arası SE ortalamaları istatistiksel olarak karşılaştırıldı.

BULGULAR: Term doğan grup 1’de ki bebeklerin SE ortalaması (+0.96±1.29), grup 2 (−0.18±1.13) ve grup 3 (−1.22±1.93) ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu görüldü (p<0.01). Grup 2 ve grup 3’ün SE ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak karşılaştırıldığında ise düşük derecede olsa da anlamlı bulundu (p<0.05). PR (+) olan grup 3’ün miyopi oranı (%45), grup 1 (%16) ve grup 2’ye (%38) göre yüksek iken, grup 1 de hipermetropi oranı (%52), grup 2 (%13) ve grup 3’e (%10) göre oldukça yüksek bulundu. Astigmatizması olan olguların oranı da grup 3 (%85) ve grup 2’de (%53) grup 1’e (%25) göre anlamlı şekilde yüksek idi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Refraksiyon kusurları preterm doğan çocuklarda retinopati gelişmese bile term doğan bebeklere göre oldukça yüksek oranda görülmektedir. Bu nedenle preterm çocuklarda ambliyopi gelişimini engellemek için refraksiyon kusurları açısından tarama yapılması önem arzetmektedir.

INTRODUCTION: To compare the refractive measures of preterm and full-term children aged 1 year old.
METHODS: Fifty two eyes of 26 preterm children and 44 eyes of 22 term children were included in this study. Group 1 consisted of full-term subjects (mean GA 38.7 weeks), group 2 consisted of (mean GA 31.6 weeks) preterm subjects with no retinopathy of prematurity (ROP) and group 3 was included preterm subjects (mean GA 27.8 weeks) affected by ROP which required no treatment. All patients had undergone control examinations of autorefraction by Plusoptix S08 (PX) without cycloplegia and than fundoscopic evaluation at first year. The obtained refraction values were recorded as spherical equivalent (SE). The mean SE between the groups was compared statistically.

RESULTS: Mean SE of group 1 was statistically significant compared to group 2 and 3 (p<0.01), difference in SE between group 2 and 3 was weaker but also significant (p<0.05). The rate of myopia in ROP (+) group 3 (45%) was higher than group 1 (16%) and group 2 (38%) and the rate of hyperopia in group 1 (52%) was quite higher than group 2 (%13) and group 3 (%10). The percentage of astigmatism were significantly higher in group 2 (85%) and 3 (53%) than group 1 (25%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Refractive errors are more often in preterm infants even in the absence of ROP. Therefore screening for refractive errors in preterm children is important to prevent amblyopia.

13.
In Situ ve Anatomik Redükte Edilmiş Femur Başı Epifiz Kayması Olan Kalçaların Orta Dönem Karşılaştırmalı Sonuçları
Mid-Term Comparative Outcomes of Both In Situ and Anatomically Reduced Hips of Slipped Capital Femoral Epiphysis
Engin Eceviz, Aytaç Yahyaoğlu, Hüseyin Bilgehan Çevik, Güven Bulut
doi: 10.14744/scie.2020.79058  Sayfalar 256 - 260
GİRİŞ ve AMAÇ: Femur başı epifiz kayması (FBEK) tedavisinde in situ pinleme ve anatomik redüksiyon sonrası pinlemenin çoğu hastada iyi fonksiyonel sonuçlar verdiği önceki çalışmalarda göstermiştir. Bu çalışmada her iki tedavi yöntemi ile tedavi edilen 25 FBEK hastalarının sonuçlarını geriye dönük ve karşılaştırmalı olarak incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üçüncü basamak bir hastanede 2005–2013 yılları arasında FBEK’li 21 hastaya (26 kalça) in situ pinleme veya anatomik redüksiyon uygulanana hastalar çalışmaya dahil edildi. Tıbbi kayıtlar ve radyografiler FBEK özellikleri açısından incelendi. Son poliklinik kontrollerinde tüm hastalara manyetik rezonans görüntülemeleri (MRG) yapıldı. Ortalama takip süresi 139 aydı (dağılım, 64–179).
BULGULAR: n situ pinleme ile anatomik redüksiyonla beraber pinleme grupları arasında eklem hareket açıklığı (EHA), Visual Analog Skalası (VAS) ve Harris Kalça Skoru (HKS) arasında anlamlı bir fark yoktu (p>0.05). Ortalama sonuçlar HHS için 80.4 ve VAS için 2.9 olarak bulundu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Özellikle anatomik redüksiyon grubunda, in situ gruba göre kalça EHA’sında bir azalma gözlendi (istatistiksel olarak anlamlı değil). Manyetik rezonans görüntüleme anatomik redüksiyon grubunda kalça çevresi kaslarında atrofi olduğunu ortaya çıkardı. Bu çalışma, FBEK’li hastaların anatomik redüksiyon sonrası veya in situ pinleme ile tedavi edilmesinin, klinik sonuçlara bir etkisinin olmayabileceği öne sürülebilir.

INTRODUCTION: Most of the previous studies have shown good functional outcomes for most patients after in situ pinning or pinning with anatomical reduction of slipped capital femoral epiphyses (SCFE). We undertook a retrospective study to document comparative outcomes of both treated groups of 25 SCFE patients.
METHODS: Between 2005 and 2013, 21 patients (26 hips) with SCFE underwent in situ pinning or pinning with anatomical reduction at a tertiary referral center. Medical records and radiographs were reviewed for slip characteristics. Magnetic resonance imaging (MRI) was performed to all patients at final visits. Mean follow-up was 139 months (range, 64 to 179).

RESULTS: There was no significant difference between in situ group and reduction group regarding range of motion (ROM), Visual Analog Scale (VAS), and Harris Hip Score (HHS) of hip (p>0.05). Mean outcome scores were; HHS 80.4, and VAS 2.9 respectively.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Especially in the anatomic reduction group, a decrease in hip ROM was observed (not statistically significant) compared to the in situ group. MRI revealed atrophy of the peri-hip musculature in the reduction group. This present study may suggest that patients with SCFE whether anatomically reduced or in situ pinned may not contribute to clinical outcomes.

14.
Trakeastomal Stenoz Gelişen Total Larenjektomi Olgularında Çift Ters Z Plasti
Double Reversing Z Plasty for Tracheastomal Stenosis After Total Laryngectomy
Burak Karabulut, Hakan Avcı
doi: 10.14744/scie.2020.61224  Sayfalar 261 - 264
GİRİŞ ve AMAÇ: Total larenjektomi yapılan ve trakeastomal stenoz gelişen olgularda uygulanan çift terz Z plasti tekniğinin etkinliğini değerlendirmek.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma retrospektif bir dosya analizi idi. Kliniğimizde Ağustos 2016 ve Ekim 2019 yılları arasında total larenjektomi sonrası gelişen ve çift ters Z plasti cerrahisi uygulanmış 20 trakeal stenoz vakasının dosya kayıtları incelendi. Hastaların dosya tetkiklerinden ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası 1. ayda yapılan stoma çap ölçümleri çıkartıldı. Stoma çap ölçümleri mm olarak en geniş alınmış değer olarak dosyalarda mevcut idi. Ameliyat öncesi ve sonrası stoma çapları karşılaştırıldı.

BULGULAR: Yirmi hastada da stoma çap genişliği istatiksel olarak artmış idi. Yirmi hastanın ameliyat öncesi en geniş stoma çap ölçümleri 12±1.2 mm (aralık 10−14) iken ameliyat sonrası bu ölçümler 21±1.3 mm (aralık 19−24) olarak tespit edildi (p=0.01). On hastada (%50) daha önce uygulanmış olan ses protezi mevcut idi. Bu hastalar ses protezlerini ameliyattan hemen sonra problemsiz olarak kullanmaya başladı. Tüm hastalar ameliyat sonrası 1. günde sorunsuzca taburcu edildi. Ameliyat sonrası süreçte hiçbir hastamızda stoma darlığı için kanül kullanma ihtiyacı olmadı. Bu tüm hastalarımızda stoma cerrahisinin başarılı olduğunu göstergesi olarak kabul edildi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Çift ters Z plasti tekniği, total larenjektomi sonrası gelişebilen trakeal stenoz olgularının cerrahi olarak düzeltilmesinde kullanılabilecek etkili bir yöntemdir.
INTRODUCTION: To assess the efficacy of double reversing Z plasty technique for stomaplasty in patients who had total laryngectomy.
METHODS: his was retrospective chart review of 20 patients having tracheostomal widening procedure`double reversing Z plasty` at our department between August 2016 and October 2019. Widest length of the stoma was measured in mm for each patient preoperatively and at postoperative 1st month respectively. The results were compared.

RESULTS: All 20 patients showed statistically significant widened tracheostoma without any complication. Mean diameter of the stoma was measured as 12±1.2 mm (range between10−14) and 21±1.3 (range between 19−24) mm preoperatively and postoperatively, respectively. The difference was statistically meaningful (p=0.01). 10 of patients (50%) had voice prosthesis in previous total laryngectomy procedure and their phonatory protshesis functioned well after the surgery. All patients were discharged at postoperative day 1. There was no need to wear laryngeal tube which shows successful amelioration of the disease in postoperative period.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Double reversing stomaplasty is an effective technique to manage tracheastomal stenosis in total laryngectomized patients without any complication specific to the technique.

15.
Kilitli Mini Plaklar ile Proksimal Falanksların Ekstraartiküler Kırıklarının Tedavisinde Dorsal ve Midlateral Yaklaşımların Karşılaştırılması
Comparison Between Dorsal and Midlateral Approaches in the Treatment of Extra-articular Fractures of Proximal Phalanges with Locked Miniplates
Birkan Kibar
doi: 10.14744/scie.2019.76598  Sayfalar 265 - 271
GİRİŞ ve AMAÇ: Kilitli mini plaklar kullanılarak fiksasyon uygulanan başparmak dışındaki eklem dışı proksimal falanks kırıklarında, dorsal ve midlateral yaklaşımların sonuçlarını geriye dönük olarak inceleyip karşılaştırmayı amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yirmi altı hasta dorsal yaklaşımla (Grup 1) ve 20 hasta midlateral yaklaşımla ameliyat edildi (Grup 2). Hiçbir hastada greft kullanılmadı. Ameliyat sonrası hiçbir hastaya atel uygulanmadı. Ameliyat sonrası birinci günde aktif parmak hareketlerine başlandı.

BULGULAR: Grup 1 ve grup 2’deki hastaların yaş ortalamaları sırasıyla 35.1 (18–60) ve 33.8 (17–71) idi. Çalışmadaki tüm hastalarda kaynama sağlandı. Grup 1’de ortalama toplam aktif hareket (TAM) 228° (170–270°); dijital fonksiyonel değerlendirmeye göre, 18 hasta mükemmel, yedi hasta iyi, bir hasta iyi sonuç aldı. Grup 2’de ortalama TAM 239° (200–270°); dijital fonksiyonel değerlendirmeye göre 14 hasta mükemmel, altı hasta iyi sonuç aldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Eklem dışı proksimal falanks kırıklarında, dorsal ve midlateral yaklaşımların benzer klinik ve fonksiyonel sonuçlarla etkili ve güvenilir yöntemler olduğuna ve bu nedenle birbirleri için uygun bir alternatif olduğuna inanıyoruz.

INTRODUCTION: We retrospectively examined extra-articular proximal phalangeal fractures excluding the thumb, for which fixation was applied using locked miniplates, with the aim to compare the results of the dorsal and midlateral approaches.
METHODS: 26 patients were operated via the dorsal approach (Group 1) and 20 patients were operated via the midlateral approach (Group 2). No graft was used in any patient. No splint was applied to any patient after the operation. Active finger movements were resumed on postoperative day 1.

RESULTS: The mean ages of patients in Groups 1 and 2 were 35.1 (range: 18–60) years and 33.8 (17–71) years, respectively. Union was achieved in all patients in the study. In Group 1, the mean total active movement (TAM) was 228° (range: 170–270°); according to the digital functional assessment, 18 patients had excellent, 7 patients had good, and 1 patient had fair results. In Group 2, mean TAM was 239° (range: 200–270°); according to the digital functional assessment, 14 patients had excellent and 6 patients had good results.

DISCUSSION AND CONCLUSION: We believe that both dorsal and midlateral approaches in extra-articular proximal phalangeal fractures are effective and reliable methods with similar clinical and functional results, and are thus a suitable alternative for each other.

16.
Yaygın Hiperpigmentasyonla Başvuran Hastaların Klinik ve Demografik Özellikleri
Clinical and Demographic Characteristics of the Patients with Diffuse Hyperpigmentation
Ayşe Akbaş, Fadime Kılınç
doi: 10.14744/scie.2019.43534  Sayfalar 272 - 280
GİRİŞ ve AMAÇ: Hiperpigmentasyon epidermis ve dermiste pigment birikmesiyle karakterize bir durumdur. Primer kutanöz amiloidoz (PKA), postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PİH), eritema diskromikum perstans (EDP), notaljia parestetika (NP), ilaç reaksiyonu (İR) gibi bir çok dermatolojik hastalık vücutta kazanılmış hiperpigmentasyona neden olabilmektedir. Bu çalışmada; yaygın hiperpigmentasyonla başvuran hastalarda etyolojik nedenler, hastaların demografik özellikleri, klinik ve laboratuvar bulguları, tedavi seçeneklerinin literatür bilgileri ile karşılaştırarak sunulması amaçlandı.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Polikliniğimize yaygın hiperpigmentasyon şikayeti ile başvuran 44 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar; yaş, lezyon süresi, lokalizasyonu, eşlik eden semptom ya da hastalıklar, laboratuvar bulguları ve tedavi seçenekleri açısından gözden geçirildi.

BULGULAR: Pigmentasyona neden olan hastalıklar sıralandığında; olguların %50’ sinde PKA tespit edildi. Bunun %72.7’ si (n=16) maküler amiloidoz, %22.7’ si (n=5) liken amiloidoz, %4.6’ü (n=1) bifazik amiloidoz idi. Diğerleri %29.5 (n=13) PİH, %13.6 (n=6) EDP, %4.6 (n=2) NP, %2.3 (n=1) İR olarak saptandı. Hastaların yaşları genel olarak 20-69 yaş (ortalama 47.8) arasında ve kadınlarda 48.8, erkeklerde 45.0 olarak bulundu. Hastaların %75’ i kadındı. Pigmentasyon süresi 3ay ile 20 yıl (ort 6.8 yıl) arasında değişiyordu. Hastaların %75 (n=33)’ inde kaşıntı yakınması mevcuttu. Lezyonların yaklaşık yarısı sırtta yerleşmişti. Hastaların yarısında eşlik eden bir hastalık vardı. Tedavi seçenekleri olarak hastaların 9’ una fototerapi, 9’ una isotretinoin, 12’ sine depigmentasyon tedavisi, birer olguya pregabalin ve topikal steroid verilmişti.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Hiperpigmentasyona neden olan durumların iyi bilinmesi hastalığın tanısını kolaylaştırır. Bu çalışmada klinik olarak hiperpigmentasyon düşünülen hastaların yarısında PKA tespit edilmiştir. Bu nedenle kaşıntılı ve yaygın pigmentasyonla gelen hastalarda PKA tanısı öncelikle düşünülmelidir. PİH olguları da azımsanmayacak kadar fazladır. Bu konuda ayrıntılı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Hyperpigmentation is a condition characterized by the accumulation of pigment in the epidermis and dermis. Many dermatological diseases, such as primary cutaneous amyloidosis (PCA), postinflammatory hyperpigmentation (PIH), erythema discromicum perstans (EDP), notalgia paresthetica (NP), drug reaction (DR), may lead to acquired hyperpigmentation on the skin. The aim of this study is to investigate etiologic factors, clinical and demographic features, laboratory findings and treatment options in patients with generalized hyperpigmentation.
METHODS: Forty four patients who presented to our outpatient clinic with complaints of hyperpigmentation were evaluated retrospectively. Patients were examined in terms of age, duration and localization of lesions, accompanying symptoms or diseases, laboratory findings and treatment options.

RESULTS: When pigmentation-causing diseases are listed; PCA was detected in 50% of the cases. Of these, 72.7% (n=16) were macular amyloidosis, 22.7% (n=5) were lichen amyloidosis, and 4.6% (n=1) were biphasic amyloidosis. Others were 29.5% (n=13) PIH, 13.6% (n=6) EDP, 4.6% (n=2) NP, 2.3% (n=1) DR. The ages of the patients were generally between 20-69 years. The average age was mean 47.8 years (48.8 for females and 45.0 for males). The duration of pigmentation ranged from 3 months to 20 years (mean 6.8 years). 75% (n=33) of the patients had itching. About half of the lesions were located on the back. Half of the patients had a concomitant disease. As treatment options, 9 patients were treated with phototherapy, 9 with isotretinoin, 12 with depigmentation, and one with pregabalin and topical steroids.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Knowing the conditions that cause hyperpigmentation facilitates the diagnosis of the disease. In this study, PCA was detected in half of the patients with clinically considered hyperpigmentation. Therefore, the diagnosis of PCA should be considered first in patients with pruritic and diffuse pigmentation.

17.
Covid-19 Enfekte Gebelerde Trombofilaksi
Thromboprophylaxis in Covid-19 Positive Pregnant Women
Kazibe Koyuncu, Önder Sakin, Hale Ankara aktaş, Kadir Şahin, Taylan Aygün, Ali Doğukan Anğın, Ahmet Kale
doi: 10.14744/scie.2020.86548  Sayfalar 281 - 286
GİRİŞ ve AMAÇ: Ciddi Covid-19 hastalığı genellikle koagülopati ile komplike olmaktadır. Covid-19 ile ilişkili ölümlerin çoğunun yaygın intravasküler pıhtılaşma bozukluklarından kaynaklandığı gösterilmiştir. Bu çalışmada amacımız, Covid-19 enfeksiyonu olan gebe kadınlarda tromboprofilaksinin önemini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Polimeraz zincir reaksiyonu testi ile Covid-19 tanısı alan gebe kadınlar geriye dönük olarak incelendi ve tedavi süreçleri değerlendirildi.
BULGULAR: Toplam 18 gebe kadın Covid-19 tanısı ile takip edildi. Hastaların yaş ortalaması 28.90±5.26 (18–41) idi. Hastalar öksürük (7), nefes darlığı (7), ateş artışı (4), şiddetli miyalji (4), göğüs ağrısı (2) ve tat alma duyusu kaybı (1) ile hastaneye başvurdu. Laboratuvar sonuçlarında yüksek CRP düzeyleri (11/18), lenfositopeni (10/18) ve artmış nötrofil yüzdesini (14/18) görüldü. Bilgisayarlı tomografi incelemelerinde sekiz hastanın üçünde yaygın tutulum bulguları (buzlu cam opasiteleri - GGO) ve beşinde hafif fibrotik değişiklikler olarak bildirilmiştir. Dokuz hasta sezaryen ile doğurtuldu. Dört ayaktan takip edilen hastaya tromboprofilaksi uygulanmadı, ancak yatan hastaların 9/14'üne uygulandı. Ortalama ilaç kullanım süresi 7.1 gündür (1–14). Ortalama hastanede kalış süresi 3.3 gündür (2–16). Hastaların tedavisinde düşük molekül ağırlıklı heparin (LMWH) - enoksoparin tercih edildi. Tercih edilen doz 40 mg 1x1/gündür. Pulmoner emboli olduğundan şüphelenilen bir hastada 60 mg 2x1/gün enoksoparin kullanıldı. Maternal, fetal ve hemorajik komplikasyon gözlenmedi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Gebelikte hiper pıhtılaşma eğilimi olduğundan, tromboembolik olaylar daha yaygındır. Bu nedenle, Covid-19 enfeksiyonu ilerlemeden önce LMWH tedavisine başlamak, ölümcül olabilen tromboembolik komplikasyonları önlemek için yararlı olabilir.

INTRODUCTION: Serious Covid-19 disease is often complicated by coagulopathy. Most of Covid-19-related deaths have been shown to be caused by extensive intravascular coagulation disorders. Our aim in this study is to examine the importance of thromboprophylaxis in Covid-19 positive pregnant women.
METHODS: Pregnant women diagnosed with Covid-19 with the polymerase chain reaction test were retrospectively analyzed and treatment processes were evaluated.
RESULTS: A total of 18 pregnant women were followed up with the diagnosis of Covid-19. The mean age of the patients was 28.90±5.26 (18–41). Laboratory results revealed high CRP levels (11/18), lymphocytopenia (10/18) and increased neutrophil percentage (14/18). CT examinations were reported as widespread involvement findings (ground glass opacities - GGO) in 3 of 8 patients and mild fibrotic changes in 5 of the patients. Thromboprophylaxis was not applied in 4 outpatients however applied in 9/14 of the hospitalized patients. The average duration of drug use is 7.1 days (1–14). Average hospital stay is 3.3 days (2–16). The preferred dose is 40 mg 1x1/day. In a patient with suspected pulmonary embolism, 60 mg of 2x1/day enoxaparin was used. Maternal, fetal, and hemorrhagic complications were not observed.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Since there is a tendency to hypercoagulation in pregnancy, thromboembolic events are more common. Therefore, starting LMWH treatment before Covid-19 infection progresses could be beneficial for preventing embolic complications that may be fatal.

EDITÖRE MEKTUP
18.
Sodyum Glukoz Ko-transporter 2 İnhibitörüne Bağlı Gelişen Diyabetik Ketoasidozda Yoğun Bakım Yönetimi: Olgu Sunumu
Critical Care Management of Diabetic Ketoacidosis Caused by Sodium-Glucose Co-Transporter 2 Inhibitor: A Case Report
Elif Bombacı, Banu Çevik, Hakan Haydarlar, Kemal Tolga Saracoğlu, Recep Demirhan
doi: 10.14744/scie.2020.54872  Sayfalar 287 - 288
Makale Özeti |Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
19.
Masif Fekal İmpaksiyona Bağlı Gelişen Megarektum: Olgu Sunumu
Massive Fecal Impaction with Megarectum Formation: A Case Report
Osman Erdoğan, Zafer Teke, Murat Aba, İsmail Cem Eray
doi: 10.14744/scie.2019.96720  Sayfalar 289 - 294
Fekal impaksiyon, kolon ve rektumda birikip normal peristaltik aktivite ile boşaltılamayan sertleşmiş fekal muhteviyat nedeniyle oluşur. Fekal impaksiyon, huzurevi sakinleri, nörolojik bozukluğu olan hastalar, psikiyatri hastaları veya kronik böbrek yetersizliği olan hastalar arasında sık görülür. Fekal impaksiyon, genellikle parmakla boşaltma, lavman ve müshillerle tedavi edilir. Laparotomi sadece komplikasyonlar ortaya çıkınca gereklidir. Biz burada kalın bağırsak obstrüksiyonu bulgularıyla başvuran 62 yaşında bir kadın hastada megarektuma sebep olan masif fekal impaksiyon olgusunu sunuyoruz. Bu çalışmanın amacı, bu klinik durumu kısaca gözden geçirmek ve bu olguların tedavi seçeneklerini irdelemektir.
Fecal impaction occurs because of hardened fecal matter retained in the colorectum which cannot be evacuated by peristaltic activity. Fecal impaction commonly occurs among nursing home residents, patients with neurological deficit, psychiatric disease or renal failure. Fecal impaction is usually treated by manual disimpaction, enemas and laxatives. Laparotomy is required only in the presence of complications. We herein report a case of a massive fecal impaction with megarectum in a 62-year-old woman who presented with large bowel obstruction. The aim of this report is to give a brief review of this entity and discuss the treatment options for these cases.

DERLEME
20.
COVID-19 Hastalığının Anne ve Yenidoğan Sağlığı Üzerine Etkilerine Güncel Bakış; Derleme
Current Overview on the Effects of COVID-19 Disease on Maternal and Neonatal Health; Narrative Review
İlke Özer Aslan, Mustafa Törehan Aslan, Öner Özdemir
doi: 10.14744/scie.2020.25582  Sayfalar 295 - 300
2019'un sonlarında Çin'in Wuhan bölgesinde ortaya çıkan yeni koronavirüs enfeksiyonu (SARS-CoV-2 enfeksiyonu) kısa sürede hızla yayıldı. Birkaç ay sonra, DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından salgın olarak kabul edildi ve halk sağlığı için önemli bir tehdit haline geldi. Çin'de meydana gelen vakalarda ölüm oranı% 2 civarındaydı. COVID-19 hastalığı sırasında gebeliğin bir risk faktörü olmadığı düşünülse de, genellikle vakaların üçüncü trimesterde idi. Bu enfekte vakaların geç gebelik dönemindeki anne ve yenidoğan etkilerinin oldukça iyi olması dikkat çekicidir. Uzun dönem sonuçlarını belirlemek ve vertikal geçiş riskini açıklığa kavuşturmak için birinci ve ikinci trimesterde daha fazla vakayı inceleyen daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
The novel coronavirus infection (SARS-CoV-2 infection), which appeared in the Wuhan region of China in late 2019, spread rapidly in a short time. A few months later, it was accepted as pandemic by the WHO (World Health Organization) and became an important threat to public health. The death rate in cases occurring in China was around 2%. Although it is thought that pregnancy is not a risk factor in the course of COVID-19 disease, it is often seen in which the cases were in the third trimester. It is striking that the maternal and neonatal implications of these infected cases during the late pregnancy period were quite good. Further studies examining more cases in the first and second trimesters, in order to determine long-term results and to clarify the risk of vertical transmission are needed.

21.
Günümüz ve Gelecekte Herediter Anjiyoödem Tedavisi
Current and Future Therapy of Hereditary Angioedema
Öner Özdemir
doi: 10.14744/scie.2020.01886  Sayfalar 301 - 307
Çoğunlukla C1 esteraz inhibitör (C1-INH) eksikliğine bağlı meydana gelen herediter anjiyoödem (HAÖ) cilt, bağırsak submukozası ve üst solunum yolunu tutan; kaşıntı ve ürtikerle birlikte olmadan tekrarlayan anjiyoödem ataklarıyla seyreden otozomal dominant bir hastalıktır. Herediter anjiyoödem atakları epinefrin, glukokortikoit veya antihistaminik tedavisine cevapsızdır. Herediter anjioödem hastaları önceden anabolik androjen ve antifibrinolitikler gibi birkaç tedavi seçeneğine sahipti. Günümüzde birçok ülkede HAÖ tedavisinde son 20 yıldır belirgin ilerleme olmuş ve klinikte etkinliği kanıtlanmış atak ve profilaktik tedavide kullanılan ilaçlar piyasaya sunulmuştur. Atak tedavisinde alternatifler plazmadan üretilen iki C1-INH konsantresini, rekombinan C1-INH ürününü, kallikrein inhibitörü ve bradikinin β2 reseptör antagonistini içerir. Profilaksi tedavi seçenekleri plazmadan üretilen iki plazma kaynaklı C1-INH konsantresi dışında, subkutan C1-INH replasmanını ve en yeni subkutan plazma kallikrein inhibitörü Lanadelumab’ı içerir. Bu gelişmelere rağmen, HAÖ hastaları hasta ve toplum için önemli derecede maliyetle ilişkili ve yıkıcı anjioödem ataklarına yol açan bu zorlu hastalığın hala bazı ciddi sorunlarıyla karşılaşmaktadır. Hastalarının daha iyi eğitimi ve gereğinde tedavi için kendi kendine tedavi stratejisinin yerleşmesi hastaların yaşam kalitesi ve hastalığın negatif etkilerini düzeltir. Bu yazıda, HAÖ tedavisinde mevcut olan ve ümit vaat eden tedavi seçenekleri gözden geçirildi.
Hereditary angioedema (HAE) is an autosomal dominant disorder, mostly due to C1 esterase inhibitor (C1-INH) deficiency, known by recurring angioedema attacks that are nonpruritic, not accompanying with urticaria, and involve the dermis, intestinal submucosa, and upper respiratory system. The angioedema attacks are not responsive to epinephrine, glucocorticoids, or antihistamine treatments. Whereas HAE patients formerly had a few therapeutic options accessible such as anabolic androgens and antifibrinolytics. Nowadays in many parts of the world there has been remarkable progress in HAE treatment for the last two decades and clinically confirmed medications are presented for prophylactic and attack treatment. Alternatives in attack therapy contain two plasma-derived C1-INH concentrates, a recombinant C1-INH product, a kallikrein inhibitor, and a bradykinin β2 receptor antagonist. Options in prophylactic therapy include other than two plasma-derived C1-INH concentrates, subcutaneous C1-INH replacement and newest subcutaneous plasma kallikrein inhibitor Lanadelumab. In spite of these progresses, HAE patients still run into some challenges of an arduous disorder that can yield to devastating angioedema attacks related with important expenses for patients and the public. Better education of HAE patients and implementation of the self-management policy for “on-demand” therapy will recuperate patients’ life quality and negative effects of the disease. Herein the existing and promising therapeutic options are reviewed in the HAE management.

LookUs & Online Makale