E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 12 (2)
Cilt: 12  Sayı: 2 - 2001
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
YÜZEYEL MESANE TÜMÖRLERİNDE İNTRAKAVİTER BCG VE MİTOMYCİN-C ETKİNLİĞİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
THE COMPARISON OF INTRACAVITARY INSTILLATIONS OF BCG AND MITOMYCIN-C IN SUPERFICIAL BLADDER CARCINOMAS
A Alper Sayharman, Fatih Tarhan, Bilal Eryıldırım, Aydın Özgül, Uğur Kuyumcuoğlu
Sayfalar 43 - 46
Bu prospektif randomize çalışmada, yüzeyel değişici epitel hücreli mesane kanserlerinde, transüretral rezeksiyon sonrası profilaktik intravezikal BCG ve Mitomycin-C tedavi etkinliğinin karşılaştırılması amaçlandı. Haziran 1996-Aralık 1999 tarihleri arasında kliniğimizde stage Ta, T1 yüzeyel değişici epitel hücreli mesane kanseri tanısı konulan 47 olgu çalışmaya alındı. BCG grubunda 22, Mitomycin-C grubunda ise 25 olgu vardı. Yaş, cinsiyet ve tümör özellikleri yönünden iki grup arasında anlamlı bir fark yoktu. Transüretral rezeksiyonu izleyen ikinci haftadan itibaren 6 hafta boyunca haftada bir, BCG grubuna 81mg BCG, Mitomycın-C grubuna ise 40mg Mitomycin-C intravezikal uygulandı. Olgular üç ayda bir sistoskopi ve random mukozal biopsi yapılarak ortalama 21.3 ay izlendiler. Sistoskopik ve/veya patolojik olarak tümör gözlenen olgular rekürrens kabul edildiler. Takipte BCG grubunda %27.3, Mitomycin-C grubunda ise %32 tümör rekürrensi gözlendi (p>0.05). Rekürrense kadar geçen ortalama süre sırasıyla 8.0±1.5 ay ile 7.3±1.2 ay idi (p>0.05). BCG grubundaki olguların bir kısmında irritabl mesane semptomları görülürken, Mitomycin-C grubundaki olgularda ciddi bir yan etki gözlenmedi. Sonuç olarak, yaptığımız çalışmada BCG ve Mitomycin-C grupları arasında etkinlik açısından fark saptanmamış olup BCG uygulamasında daha fazla yan etki görülürken, maliyet açısından Mitomycin-C'nin dezavantajlı olduğu saptanmıştır. Yüzeyel değişici epitel kanseri tedavisinde her iki ilaç da benzer etkiye sahip olduğundan tercih edilebilir.
In this prospective randomized study, efficacy of the intravesical BCG and Mitomycin-C treatment after transurethral resection of superficial bladder cell cancers were analyzed. In our clinic between June 1996 and December 1999, 47 patients with the diagnosis of superficial bladder cell cancer stage Ta, T1 were included in this study. There were 22 patients in BCG group and 25 in Mitomycin-C group. There was no statistical difference according to the age, sex and tumour characteristics between the two groups. After two weeks of transurethral resection, 81 mg. BCG or 40 mg. Mitomycin-C were given transurethrally once a week for 6 weeks according to the their groups included. Mean follow up was 21,3 months. During follow up period, systoscopy and random mucosal biopsy were performed in every 3 months. In cases detected tumour cystoscopically and/or pathologically were accepted as recurrence. Tumour recurrence rate was 27,3% for BCG group and 32% for Mitomycin-C group (p>0.05). Mean time from resection to recurrence was 8,0±1,5 months for BCG group and 7,3±1,2 months for Mitomycin-C group (p>0.05). Irritable bladder symptoms were observed in some of the BCG group patients, while the other group has no side effects. As a result, efficacy of the BCG and Mitomycin-C treatments were not different statistically in our study. BCG group have more side effects than Mitomycin-C group. Higher cost of Mitomycin-C may be a disadvantage. Both drugs have same efficacy and may be preferred for the treatment of superficial bladder cell cancers.

2.
KARTAL ANA ÇOCUK SAĞLIĞI VE AİLE PLANLAMASI MERKEZİNDE 1996-1999 YILLARI ARASINDA VERİLEN AİLE PLANLAMASI HİZMETLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
EVALUATION OF THE FAMILY PLANNING SERVICE GIVEN BY THE KARTAL MOTHER AND CHILD CARE AND FAMILY PLANNING CENTER BETWEEN 1996-1999
İlknur Aköz, Ülkü Irvalı
Sayfalar 47 - 49
Bu çalışma, Kartal Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezi'nde, 1996-1999 yılları arasında aile planlaması hizmeti verilen 5197 kadının, dosya kayıtlarının incelenmesiyle yapıldı. Kadınların %85.5'i 20-34 ya? grubundaydı. %65.4'ü ilkokul ve altında, %34.6'sı ortaokul ve üzerinde öğrenim düzeyine sahipti. Kadınların %51.1'i Rahim İçi Araç (RİA), %25.4'ü kondom, %19.8'i Oral Kontraseptif (OKS), %3.7'si Enjekte Edilen Kontraseptif (EEK) kullanmaktaydı. Bütün öğrenim düzeylerinde birinci tercihin RİA, en az tercih edilenin ise EEK olduğu, öğrenim düzeyi yüksek olanlarda ikinci tercihin OKS, düşük olanlarda ise kondom olduğu saptandı. Bütün yaş gruplarında RİA en çok, EEK en az kullanılan yöntemdi. 15-30 yaş grubunda OKS, 35-45 yaş grubunda ise kondom ikinci sırada kullanılmaktaydı. Bu kadınların son gebelikleri %73.9'unda doğum, %15.4'ünde istemli düşük, %10.7'sinde istemsiz düşük ile sonlanmıştı.
This study was performed on 5197 women's file registration who had given family planning service by Kartal Mother and Child Care and Family Planning Center between 1996-1999. Eighty five percent of these women were between 20 and 34 of age. According to the level of education, 65.4% of them were graduated from primary school and nonschool attendance. Thirty five percent of them were graduated from secondary education and high school. The women examined in this study used intrauterin device 51.1%, condom 25.4%, oral contraceptive 19.8%, injectable contraceptive 3.7%. First preference for all educated levels was an intrauterin device (IUD). The least preference was an injectable contraceptive. The second preferance for high level educated women was oral contraceptive and it was condom for low level educated women. IUD was the most preferred contraceptive way for all ages. The least one was injectable contraceptive. Their last pregnancy was ended with delivery 73.9%, voluntary abortion 15.4% and spontaneous abortion 0.7%.

3.
JUVENİL NASOFARENGEAL ANJİOFİBROM İLE İLGİLİ DÖRT YILLIK SONUÇLARIMIZ
THE RESULTS OF JUVENILE NASOPHARYNGEAL ANGIOFIBROMA IN FOUR YEARS
Arif Şanlı, Mehmet Eken, Ozan Sezen, Şeref Ünver
Sayfalar 50 - 53
Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kulak Burun Boğaz Kliniğinde Anlık 1996-Ağustos 2000 tarihleri arasında 6 vakaya juvenil nasofarengeal anjiofibrom (JNA) tanısı, konmuş ve cerrahi tedavi uygulanmıştır. Cerrahi prosedür olarak 2 hastaya transpalatal yaklaşım 2 hastaya transpalatal-lateral rinotomi prosedürü, 1 hastaya da sadece lateral rinotomi prosedürü uygulandı. İntrakranial yayılım, olan hastaya subtemporal-preaurikuler fossa yaklaşımıyla transmaksiller yaklaşım kombine olarak kullanıldı. İki vaka nüks nedeniyle ikinci kez opere edildi. İntrakranial yayılımı olan hastada postoperatif fasial paralizi gelişti. İki vakaya antiandrojen tedavi uygulandı, ancak istenilen sonuç alınamadı. İntrakranial yayılımı olan hastaya preoperatif embolizasyon uygulanmasına rağmen fazla miktarda kanama görüldü. Sonuçlarınızı literatürle karşılaştırdığımızda anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Gelişen tıbbi tedavi yöntemleri sayesinde JNA ile mücadelede daha başarılı sonuçlar alınacağı kanısındayız.
Between December 1996-August 2000, six cases of juvenile nasopharyngeal angiofibroma determined and underwent to surgery at Kartal Training and Research Hospital in the department of Ear Nose Throat and Head and Neck Surgery. The surgery procedures were; transpalatal approach to two patients, transpalatal and lateral rhinotomy combined approach to two patients and only lateral rhinotomy approach to one patient. Subtemporal preauriculer fossa approach combined with transmaxiller approach applied to the patient who had intracranial spreading. Two cases operated twice for the recurrens. The patient who had intracranial spreading had fasial paralysis at the end of the operation. Antiandrogen management applied to two patients but we had no result. Although preoperative embolization applied to the patient who had intracranial spreading bleeded too much. When we compare the results of this study with the literature, there is not expressive difference between them. We believe in that science will get successful results towards JNA in future.

4.
İYOTLU KONTRAST MADDELERE BAĞLI AKUT BÖBREK YETMEZLİĞİ VAKALARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
EVALUATION OF CASES OF ACUTE RENAL FAILURE DEPENDING ON IODIED CONTRAST MATERIALS
Mehmet Çobanoğlu, Mustafa Tekçe, Haluk Sargın, Mesut Şeker, Ali Yayla
Sayfalar 54 - 55
2000-2001 yıllarında hastanemiz kliniklerinde 10 vakaya kontrast nefropatiye bağlı akut böbrek yetmezliği (ABY) tanısı konulmuştur. 1 vaka hemodiyalize alınmış, 9 vakaya konservatif tedavi uygulanmıştır.
Ten patients were diagnosed as acute renal failure because of contrast nephropathy at departments of Kartal Training and Research Hospital in 2000-2001. 9 patients were followed by conservative treatment but the other one was treated with hemodialysis.

5.
AKUT KOLESİSTİTLİ HASTALARDA PREOPERATİF ULTRASONOGRAFİNİN DEĞERLİLİĞİ
THE EFFICACY OF PREOPERATIVE ULTRASONOGRAPHY FOR ACUTE CHOLECYSTITIS
Fazlı C Gezen, Mustafa Öncel, Gülay Dalkılıç, Ayhan Erdemir, Erdal Akgün, Mehmet Aydınlı, Necmi Kurt, Selahattin Vural, Ergin Olcay
Sayfalar 56 - 58
Safra kesesi hastalıklarında ultrasonografi (USG) oldukça değerli bir tanı aracıdır. USG'nin akut kolesistitte safra kesesinde ve dışındaki değişikliklerden hangilerinin tanısında daha etkin olduğunun peroperatuar bulgularla kıyaslanarak saptanması daha önce irdelenmemiştir. 1.1.1999 ve 1.1.2001 tarihleri arasında kliniğimizde akut kolesistit nedeniyle opere edilen 43 ardışık hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalara preoperatif olarak yapılan USG'lerindeki safra kesesinde saptanan değişikliklerden safra kesesinde tek, multiple taş veya sludge varlığı, safra kesesi duvar kalınlaşması veya ödemi ve safra kesesi hidropsu; safra kesesi dışındaki değişikliklerden ekstrahepatik kanal genişliği, koledokta taş varlığı, perikolesistik sıvı ve pankreatit mevcudiyeti araştırıldı. Bu sonuçlar hasta dosyalarında kaydedilmiş olan operasyon notlarındaki peroperatuar bulgularla karşılaştırıldı. Araştırılan tüm bulgularda USG ile peroperatif bulgular istatistiki olarak anlamlı derecede benzerlik gösteriyordu (p<0.05). Safra kesesi ile ilgili değişikliklerde yüksek sensitivite ve spesifite saptandı. Safra kesesi dışındaki değişikliklerde ise olgu sayıları azdı, ancak peroperatuar bulgularla uyum devam ediyordu (p<0.05). Yine bu grupta yüksek sensitivite ve spesifite saptandı. Akut kolesistite eşlik eden pankreatit varlığı sadece bir olguda saptandığı için USG'nin bu bulguyu ortaya koymadaki etkinliği istatistiki olarak değerlendirilemedi. Sonuç olarak; USG akut kolesistitli hastalarda safra kesesi ve safra kesesi dışındaki değişikliklerin belirlenmesinde oldukça etkin bir tanı aracı olup, cerraha operasyonun şekli ve zorluğu hakkında ameliyat öncesinde bir fikir verebilir.
Ultrasonography (USG) is a very valuable diagnostic tool in disease of gallbladder. Intraluminal and extraluminal changes in gallbladder diseases are not studied by meaning USG with peroperative findings before. Forty-three patients, who were operated for acute cholecystitis between 1.1.1999 and 1.1.2001, are studied. Patients were examined with USG for solitary calculus, multiple calculus, and sludge in gallbladder, enlargement of extrahepatic duct, choledocholithiasis, pericholecystic fluid and pancreatitis. All results are compared with peroperative findings. There was a statistical similarity between preoperative USG and peroperative findings (p<0.05). The USG was highly specific and sensitive for detecting intraluminal changings of gallbladder. The number of patients were limited to assess the statistical value of extraluminal changings, but again USG was highly valuable for detecting these changes (p<0.05). There was only one patient in pancreatitis group, so it was impossible to use statistics for this patient. We conclude that USG is a reliable method for detecting intraluminal and extraluminal changings in patients with acute cholecystitis and helps the clinician for the decision of operative method and prediction of difficulties during the surgery.

6.
GENEL ANESTEZİ İLE YAPILAN SEZARYEN OPERASYONLARINDA İNDÜKSİYONDA REMİFENTANİL KULLANIMININ MATERNAL VE NEONATAL ETKİLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
A COMPARISION OF THE MATERNAL AND NEONATAL EFFECTS OF REMIFENTANIL USED DURING INDUCTION FOR GENERAL ANAESTHESIA
İbrahim Büyükkömürcü, Gülten Aslan, Mehmet Otuzbir, Özlem Karakaya, Ayşenur Boztepe, Zuhal Arıkan
Sayfalar 59 - 63
Genel anestezi altında elektif sezaryen operasyonu geçirecek olgulara anestezi indüksiyonunda remifentanil uygulayarak indüksiyon-insizyon süresi, indüksiyon-umblikal klemp süresi, maternal hemodinamik parametreler, plazma kortizol düzeyi, neonatal umblikal ve kapiller kan gazı değerleri ve Apgar skorunu plasebo kontrollü olarak karşılaştırmayı amaçladık. ASA I-II grubuna giren, yaşları 19-40 arasında değişen termde 50 gebe, her grupta 25 olgu bulunacak şekilde rasgele 2 gruba ayrıldı. Grup I'e 1 mcg/kg remifentanil, 2 mg/kg propofol, 0.6 mg/kg rokuronyum, grup II'ye 2 mg/kg propofol, 0.6 mg/kg rokuronyum ile indüksiyona başlandı. 90 sn. sonunda aynı çalışmacı tarafından orotrakeal entübasyon gerçekleştirildi. Anestezi idamesi %50 O2, %50 N2 O ve %1 sevofluran ile sağlandı. Spontan solunum başladıktan sonra dekürarizasyon sağlanarak hastalar ekstübe edildi. İndüksiyon-insizyon, indüksiyon-umblikal klemp süresi, indüksiyon öncesi, entübasyon ve insizyon sonrası, indüksiyon sonrası 15. ve 30. dk KAH, SAB, DAB, OAB, SpO2, EtCO2, indüksiyon öncesi ve insizyon sonrası maternal plazma kortizol düzeyleri, neonatal umblikal arter ve kapiller kan gazı değerleri ve 1. ve 5. dk Apgar skorları çalışmadan haberi olmayan pediatrisi veya anestezisi tarafından kaydedildi. Anestezikler kesildikten sonra postoperatif analjezi için iv 1.5 mg/kg tramodol uygulandı. Çalışmamızda elde ettiğimiz bulgulara göre, indüksiyon-insizyon ve indüksiyon-umblikal klemp süresi açısından gruplar arasında anlamlı bir fark saplanmadı (p>0.05). Grup II'de indüksiyon öncesine göre entübasyon ve insizyon sonrası dönemde KAH, SAB, DAB, OAB değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı yükselmeler gözlendi. SpCO2 değerleri indüksiyon öncesine göre, EtCO2 değerleri entübasyon sonrasına göre karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark belirlenmedi (p>0.05). Neonatal grupların kan gazları değerleri ve 1. ve 5. dk Apgar skorları açısından ise gruplar arasında anlamlı bir fark belirlenmedi (p>0.05). Sonuç olarak sezaryen operasyonlarında indüksiyonda remifentanil kullanımının maternal ve neonatal stabilizasyonu bozmadan diğer narkotiklere göre daha güvenle kullanabileceği kanısına varıldı.
Remifentanil was used during induction for parturients whom planned to undergo elective cesarean section under general anesthesia; induction incision period, induction-umbilical clamp period, maternal hemodynamic parameters, plasma cortisol levels, neonatal umbilical capillary blood gases and APGAR scores were compared with control group. Fifty term parturients of ASA I-II status, aged 19-40 years, were randomly allocated into 2 equal groups. During induction, group I was administered 1 mcg/kg remifentanil, 2 mg/kg propofol, 0.6 mg rocuronium; group II was administered 2mg/kg propofol, 0.6mg/kg rocuronium. After 90 sec., the same anesthetist orotracheally intubaled the patient. Anesthesia was maintained with 50% N2O in O2 and 1% sevoflurane. Time from induction to incision and induction to umbilical clamp application, and heart rate (HR), systolic blood pressure (SBP), diastolic blood pressure (DBF), mean arterial pressure (MAP), oxygen saturation (SpO2), end-tidal CO2 (EtCO2) values were recorded before induction, after intubation, after incision, 15 and 30 min. after induction; maternal plasma cortisol levels, neonatal umbilical artery and capillary blood gas values were recorded before induction and after incision and 1 and 5 min. APGAR scores were recorded by an anesthetist or pediatrician blinded to the study groups. After the procedure, upon resumption of spontaneous respiration, neuromuscular blockade was reversed and the patients were extubaled. No difference was found between the groups according to times from induction to incision and from induction lo umbilical clamp application (p>0.05). HR, SBP, DBP and MAP values for group II showed statistically significant increases from induction to intubation and after incision. SpO2 and EtCO2 values did not show any statistically significant change from those before induction and after intubation, respectfully (p>0.05). Neonatal blood gas values and 1 and 5 min. APGAR scores did not show any statistically significant change (p>0.05). In conclusion, remifentanil, in comparison with other opioids may be used more safely during induction for cesarean section operations without endangering maternal and neonatal stability.

7.
DR.LÜTFİ KIRDAR KARTAL EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİNDE 2001 YILINDA KARŞILAŞILAN CİSPLATİNE BAĞLI TOKSİK NEFROPATİLER
CISPLATINE RELATED TOXIC NEPHROPATHY CASES TREATED AT DR. LÜTFI KIRDAR KARTAL TRAINING AND RESEARCH HOSPITAL IN 2001
Mehmet Çobanoğlu, Mustafa Tekçe, Haluk Sargın, Taflan Salepçi, Ahmet Karabulut, Mesut Şeker, Ali Yayla
Sayfalar 64 - 65
Hastanemizde çeşitli solid tümörlerin tedavisinde kullanılan cisplatine bağlı 10 (4 erkek, 6 kadın) toksik nefropatili, yaş ortalaması 59,1 olan hasta tedavi altına alındı. Bir hastaya hemodiyaliz uygulandı. Dokuz hastaya sıvı ve diüretik tedavisinden oluşan konservatif tedavi yapıldı. Hastaların böbrek fonksiyonları düzeldi.
In our hospital,10 patients (4 male, 6 female), mean age 59.1 who had solid tumors, had cisplatine related toxic nephropathy were taken under treatment. Hemodialysis was performed in 1 patient, and in 9 patients conservative treatment were performed with fluid and diuretics. Then renal functions of patients were recovered.

8.
STRES ÜRİNER İNKONTİNANS OPERASYONLARININ BAŞARI ORANLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
THE EVALUATION OF SUCCESS RATES OF STRESS URINARY INCONTINENCE OPERATIONS
A Alper Sayharman, Gülşen Barçınlı, Sema Etiz Sayharman, Orhan Ünal, Uğur Kuyumcuoğlu
Sayfalar 66 - 69
Stress üriner inkontinanslı (SÜİ) hastaların cerrahi tedavisinde çeşitli yöntemler uygulanmaktadır. Bu çalışmada, SÜİ'lı hastalardaki ek patolojiler gözönüne alınarak, ürodinamik tetkikler sonucunda yapılacak cerrahi operasyonların başarılarının karşılaştırılması amaçlandı. Üroloji ile kadın hastalıkları ve doğum kliniklerinde muayene edilen 94 hastanın cerrahi basan sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Anamnez, muayene ve ürodinami sonucunda SÜİ tespit edilen olgularda; abdominal jinekolojik operasyon planladıklarımıza Burch, pelvik relaksasyon olan vakalara da Kelly plikasyonu uyguladık. Hastaların yaş ortalaması 54 (22-71), ortalama doğum sayısı 4,8 (1-13), ortalama inkontinans şikayet süresi 56 ay (6-192) idi. 8 vakamız jinekolojik nedenlerle abdominal operasyon geçirmiş olup 92'si primer SÜİ'lı, 2 tanesi ise sekonder SÜİ'lı vakalardı. Burch uyguladığımız 56 operasyonda birlikte 40 hastaya total abdominal histerektomi uyguladık. Burch uyguladığımız vakaların ürodinami sonucunda, 50'si anatomik SÜİ. 6'sı da İSD vakası idi. Sırasıyla başarı sonuçları %86 ve %67 oranında olup, ortalama %83.9 idi. Kelly plikasyonu uyguladığımız 40 operasyonda, birlikte 25 hastaya vajinal histerektomi uyguladık. Ürodinami sonucunda 40 tanesi anatomik SÜİ olup, İSD vakası yoktu. Kelly plikasyonu uygulanan anatomik SÜİ'lı 40 vakadaki başarı sonucu %70 idi. Çalışmamızda yapmış olduğumuz Burch ve Kelly plikasyon operasyonları arasındaki basan oranlarında istatistiksel olarak fark bulunamadı (p>0.05). Başarılarımızın literatürlerle karşılaştırıldığında daha yüksek olmasının sebebi çalışmamızın kısa dönem sonuçlarına bağlıdır.
Some treatment methods have been performed for patients with stress urinary incontinence (SUI). In this study, success of the surgical procedures which performed according to the urodynamic studies and concomitant pathologies for SUI patients was compared. Retrospective analysis of the surgical success results of 94 patients examined in urology and gynecology clinics was evaluated. SUI was diagnosed according to the patient history, physical examination and urodynamic studies. We performed Burch operation for patients planned abdominal gynecologic procedures and Kelly operation for patients with pelvic relaxation. Mean age of the patients was 54 (range: 22 to 71). Mean number of delivery was 4,8 (range: 1 to 13). Mean duration of incontinence was 56 months (range 6 to 192 months). 8 patients had previous abdominal operation. 92 patients had primary SUI while other 2 had secondary SUI. We performed total abdominal hysterectomy in 40 cases together with 56 Burch procedure. Results of the urodynamic studies for Burch operation were anatomic SUI in 50 cases and ISD in 6 cases. Rate of success were 86% and 67% respectively (mean 83,9%). We performed vaginal hysterectomy concomitantly in 25 patients performed Kelly plication. Urodynamic results demonstrated that all 40 patients had anatomic SUI. Rate of success for these patients was 70%. Rate of success of the Burch and Kelly plication operations were not different statistically (p>0.05) in our study. The reason of our high success rate compared to the literature may be due to the early results of our study.

9.
BRONŞİAL ASTIM ETYOPATOGENEZİNDE SİGARA DUMANININ ROLÜ
ROLE OF CIGARETTE SMOKE IN THE ETIOPATHOGENESIS OF BRONCHIAL ASTHMA
Asuman Kıral, Aydın Yücel, Şemsa Göğcü, Serpil Yavrucu, Ahmet Özgüner
Sayfalar 70 - 71
Çocukluk çağının en sık kronik hastalığı olan bronşial astımın etyopatogenezinde sigara dumanının rolünü araştırmak için, 113 astımlı ve 26 sağlam çocuk incelendi. Astmatik çocukların 74'ünün (%67) ailesinde sigara içiliyordu. Otuzbir olguda ise ailede sigara içme öyküsünün yanı sıra cilt testleri pozitifti ve serum IgE düzeyleri yüksekti. Bu olguların 14'ünün (%45.1) ailesinde günde 10'dan fazla sigara içiliyordu. Sigara içme oranı astımlı ve atopik çocuklarda yüksek olarak bulundu. Pasif sigara içiminin astımın ortaya çıkmasını kolaylaştırdığı görüşündeyiz.
In order to show passive smoking may be an important factor in the etiopathogenesis of asthma, we evaluated 113 asthmatic and 26 healthy children by a questionnaire about their parents' smoking attitude. The parents of 74 asthmatic children (67%) were smoking. Parents of 31 asthmatic children who had all positive skin tests and high levels of IgE were smoking. Among this group, 14 cases (45.1%) had parents who were smoking more than ten cigarettes per day. Passive smoking was much more common in atopic asthmatic group. As a result, in our opinion passive smoking may cause asthma and increase the hyper reactivity of airways.

10.
TİP 2 DİYABETLİ VE/VEYA HİPERTANSİF VAKALARDA RUHSAL İYİLİK HALİNİ ETKİLEYEN FAKTÖRLERİN İNCELENMESİ
EVALUATION OF FACTORS THAT AFFECT THE EMOTIONAL WELL-BEING STATUS IN TYPE 2 DIABETIC AND/OR HYPERTENSIVE PATIENTS
Mehmet Sargın, Haluk Sargın, Ahmet M Şengül, Ömer Hezer, Gülnur Aydın, Ali Yayla
Sayfalar 72 - 75
Bu çalışmada, Tip 2 diyabetik ve hipertansif hastaların ruhsal iyilik halleri ve yaşam kalitelerinin belirlenmesi ve buna etki eden olası faktörlerin tespit edilmesini amaçladık. Dr. Lütfı Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi diyabet ve dahiliye polikliniklerinde Tip 2 diyabet ve/veya hipertansiyon tanısı ile takip edilmekte olan vakalardan yaş, cinsiyet dağılımı ve VKİ yönünden benzer olan 40'ar kişilik 3 grup oluşturduk. Grup I normotansif diyabetik, grup 2 nondiyabetik hipertansif ve grup 3 ise hipertansif diyabetik vakaları kapsamaktaydı. Sonraki aşamada WHO-22 Soruluk İyilik Hali Anketi ile bu vakaların iyilik hallerini tespit ettik. Daha sonra iyilik hali ile metabolik parametreler ve kronik komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi irdeledik. Bulguları incelediğimizde, diyabetik (grup 1) ve hipertansif diyabetik (grup 3) vakaların genel iyilik halleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık olmadığını (p>0.05), fakat hipertansif (grup 2) ve hipertansif diyabetik vakaların genel iyilik halleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğunu (p<0.05) tespit ettik. Depresyon skalasında, grup 1'deki vakaların grup 2 ve 3'dekiler kadar depresif olmadıklarını bulduk (p<0.05, p<0.01). Anksiyete yönünden de grup 1 'deki hastalar, grup 2 ve 3'tekilere göre daha iyi idiler (p<0.05, p<0.01). Grupların hiç birinde metabolik kontrol parametreler, cinsiyet, yaş, komplikasyonlar ve hastalık süresi ile genel iyilik hali ve alt skalaları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmadı (p<0.05). Diabetes Mellitus ve hipertansiyon gibi kronik hastalığı olan insanlarda yalnızca yaşam süresinin değil, hastaların psikolojik iyilik hallerinin de önemli olduğu göz önünde bulundurularak tüm kronik hastaların bu yönden de monitörize edilmesi gerektiğine inanıyoruz.
We aimed to determine emotional well-being status and quality of life in type 2 diabetic and/or hypertensive patients; and also to detect possible impact factors. We formed three groups from the patients who were diagnosed as type 2 diabetic and/or hypertensive, and under control of diabetes and internal medicine outpatient clinics; each grup was containing 40 patients who were similar to the other groups according to the age, gender and body mass index. Group 1, 2 and 3 contained diabetic, nondiabetic hypertensive and hypertensive-diabetic patients; respectively. After that, we determined the emotional well-being of the patients by performing WHO Well Being Questionnaire. Later, we detected the relationship between well-being with metabolic parametres and chronic complications. When we evaluated the results, we determined that there wasn't statistically significant difference between the well-being status of diabetic patients (group 1) and hypertensive-diabetic patients (group 3) (p>0.05); but there was a statistically significant difference between hypertensive (group 2) and hypertensive-diabetic patients (p<0.05). We found that patients in group I were not as depressive as the patients in group 2 and 3 in the depression scale (p<0.05, p<0.01). According to anxiety, the patients in group 1 were better than the patients in group 2 and 3 (p<0.05, p< 0.01). We didn't found any statistically significant relation between well being status and its lower scales with metabolic parameters, gender, age, complications and duration of disease in any group. In patients who have chronic diseases like Diabetes Mellitus and hypertension, not only duration of life but also the importance of emotional well being status of them should be realized and all chronic patients must be moniterized according these point.

OLGU SUNUMU
11.
KOLESTEROL EMBOLİZMİNE BAĞLI MULTİORGAN YETMEZLİKLİ BİR OLGU
A CASE WITH MULTIORGAN FAILURE AS A RESULT OF CHOLESTEROL EMBOLISM
Süleyman Aktürk, Didem Aydın, Hasan Kılıç, Nagehan Özdemir, Birsel Kavaklı
Sayfalar 76 - 78
Kolesterol embolizmi nadir görülen bir multisistem hastalıktır. Spesifik bir tedavisi bulunmamaktadır. Agresif risk faktör modifikasyonu tedavinin temelini oluşturmaktadır. Biz bu vakada düşük doz kortikosteroid tedavisinden yarar gördük.
Cholesterol embolism is a multisystem disease which is seen rarely. In literature, it is explained that there is no spesific treatment and the modification of agressive risk factors is the basis of treatment. We saw beneficial effect from low dose corticosteroid therapy in this patient.

12.
AKUT BÖBREK YETMEZLİĞİ İLE GELEN VE HEMODİYALİZE ALINAN HENOCH SCHONLEİN PURPURALI BİR OLGU SUNUMU
REPORT OF A HENOCH SCHONLEIN PURPURA CASE THAT WAS PRESENTED WITH ACUTE RENAL FAILURE AND WAS PERFORMED HEMODIALYSIS
Mehmet Çobanoğlu, Mustafa Tekçe, Haluk Sargın, Mesut Şeker, Hasan Kılıç, Ali Yayla
Sayfalar 79 - 80
Henoch Schonlein Purpurasına (HSP) bağlı akut böbrek yetmezliği (ABY) gelişen hastaya, iki kez hemodiyaliz uygulandı. Hastaya hemen pulse steroid ve daha sonra pulse Endoxan ve oral steroidden oluşan immunsupresif tedavi yapıldı. Hastanın böbrek fonksiyonları tamamen normale döndü ve immunsupresif tedaviye son verildi.
Two times hemodialysis were performed on patient who had acute renal failure depending on Henoch Schonlein Purpura (HSP). An immunosupresive treatment which consisted of pulse IV steroid immediately, then pulse Endoxan and oral steroid. Renal functions of patient returned to normal levels, then immunosupressive treatment was stopped.

13.
KRONİK EPSTEİN BARR VİRUS ENFEKSİYONU: OLGU SUNUMU
CHRONIC INFECTION OF EBSTEIN BARR VIRUS: A CASE REPORT
Müferret Ergüven, Suar Çakı, Çetin Timur, Filiz Çizmecioğlu, Neslihan Sağlam, Sevil Özçay
Sayfalar 81 - 82
Enfeksiyöz mononukleoz tipik olarak diğer yönlerden sağlıklı konaklarda görülen primer Epstein Barr Virus (EBV) enfeksiyonudur. Nadiren hastalar EBV ile kronik olarak enfekte olurlar. Bu hastalar uzun dönemde ağır relapslarla seyreder ve genellikle fatal gidişlidir.
Infectious mononukleosis is the typical, symptomatic, primary EBV infection seen in the otherwise healthy host. Rarely, patients have a true chronic active infection with EBV. These patients have prolonged, severe relapsing courses, occasionally with a fatal outcome.

14.
NON-WILSONIEN HEPATOSEREBRAL DEJENERASYON
ACQUIRED NON-WILSON HEPATOCEREBRAL DEGENERATION
Güneş Pay, Filiz Yıldırım, Cevdet Bilge, Ülkü Türk
Sayfalar 83 - 84
Kazanılmış non-Wilsonien hepatoserebral dejenerasyon kronik karaciğer hastalığı sonucu toksinlere maruz kalmakla oluşan enseralopati tablosudur. Klinik bulgular nonspesifik olmakla birlikte kraniyal MRI'da kendine özgü görüntülerle karşımıza çıkmaktadır. Bu makalede akut gelişen ensefalopati tablosu ile gelen, 57 yaşında erkek hasta sunulmuştur. Kraniyal MRI'ında bilateral globus palliduslarda Tide hiperintens, proton ve T2'de izohipointens lezyon izlenen hasta tartışılmıştır.
Acquired (non-Wilson) hepatocerebral degeneration is a form of encephalopathy caused by exposure to toxins which are produced by chronic liver disease. However, its clinical findings are non-specific. It has specific MRI findings. In this case report, a male, 57 years old patient come with acute encefalopathy symptoms is presented. The patient showing characteristic changes in bilateral globus pallidus on MRI scan, that is increased signal intensity in T1 weighted MRI and no signal change or decreased signal intensity in proton and T2 weighted MRI, is discussed.

LookUs & Online Makale