ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 25 (1)
Volume: 25  Issue: 1 - 2014
1.Cover
Keah 2014–1
Page I

RESEARCH ARTICLE
2.Impact of Oocyte Morphological Components on Fertilization
Zehra Sema Özkan, Mustafa Ekinci, Hüseyin Timurkan, Ekrem Sapmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.69862  Pages 1 - 4
AMAÇ: Polar cisimcik (PB) büyüklüğü, zona pellusida (ZP) kalınlığı ve oosit sitoplazma (OS) çapının fertilizasyon üzerine etkisi olup olmadığını araştırmak.

YÖNTEMLER: Bu ileriye yönelik randomize çalışmaya tubal faktör etiyolojisi ile intrasitoplazmik sperm injeksiyonu (ICSI) uygulanan 224 matür oosit dahil edildi. ICSI esnasında mikroskop altında PB’nin yatay ve dikey çapları (mikrometre), ZP’nin saat 3-6-9-12 hizalarındaki kalınlıkları (mikrometre) ve oosit sitoplazmasının yatay ve dikey çapları (mm) ölçülüp aritmetik ortalamaları hesaplandı. ICSI’dan 24 saat sonra pronükleus oluşumuna gore fertilizasyon kontrolü yapıldı.

BULGULAR: Çalışmadaki olguların ortalama yaş, vücut kitle indeksi, antral folikül sayısı, matür oosit sayısı ve stimülasyon süresi sırasıyla 31.5±4.2 yıl, 26.5±4.7 kg/m2, 12.9±4.5, 13±3.8 ve 8.1±0.9 gün idi. Ortalama PB çapı, ZP kalınlığı ve OS çapı sırasıyla 6.1±1.1 mcm, 6.4±0.5 mcm and 36.7±1.9 mm idi. ROC analizinde ZP kalınlığı için AUC= 0.47, LR+= 2.4 ve 7.275 mcm cut-off kabul edildiğinde fertilizasyon %93.7 spesifite ve %6 sensitivite ile öngürebilir. Regresyon analizinde sadece ZP kalınlığı (RR: 5.3, %95 GA: 1.85-15.19, p=0.002) fertilizasyon oranı üzerine etkili bulundu.
SONUÇ: Oosit morfolojik komponentlerinden ZP kalınlığının fertilizasyon oranı üzerine etkisi olduğunu gözledik.
OBJECTIVE: To investigate the impact of polar body size, zona pellucida thickness, and oocyte cytoplasm diameter on fertilization rate.

METHODS: This prospective randomized study was conducted with a total of 244 mature oocyte picked up from tubal factor infertility. The size of polar body (two dimensions, micrometer), thickness of zona pellucida (four dimensions at direction of clock 3-6-9-12, micrometer) and diameter of oocyte cytoplasm (two dimensions, mm) were measured during intracytoplasmic sperm injection (ICSI) procedure. Twenty-four hours later, two pronucleus formation was controlled.
RESULTS: The mean age, body mass index, antral follicle count, number of mature oocytes, and stimulation duration of cases were respectively 31.5±4.2 years, 26.5±4.7 kg/m2, 12.9±4.5, 13±3.8 ve 8.1±0.9 days. The mean size of polar body, thickness of zona pellucida, and diameter of oocyte cytoplasm were respectively 6.1±1.1 mcm, 6.4±0.5 mcm and 36.7±1.9 mm. In ROC analysis, AUC for zona pellucida thickness was 0.47 LR+=2.4 and 7.275 mcm cut-off value predicts fertilization with 93.7% specificity and 6% sensitivity. In regression analysis, only zona pellucida thickness showed influence on fertilization rate (RR: 5.3, 95%CI: 1.85- 15.19, p=0.002).

CONCLUSION: We observed that thickness of zona pellucida has an impact on fertilization rate.


3.The Role of Hypertension and Diabetes in Delayed Operations and Surgery Preparation at the Internal Medicine Polyclinic
Seydahmet Akın, Ercan Ergin, Muhammet Emin Erdem, Sinan Kazan, Semih Keçici, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.59454  Pages 5 - 8
AMAÇ: Ameliyat hazırlık polikliniğine başvuran hastalarda diyabet ve hipertansiyon sıklığını saptamak, bu hastalıklara bağlı operasyona verilme gecikmelerini değerlendirmek.

YÖNTEMLER: Ocak-Haziran 2011 tarihleri arasında hastanemiz iç hastalıkları ameliyat hazırlık polikliniğine başvuran hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Rastgele seçilen hastalardaki diyabet ve hipertansiyon sıklığı, operasyona verilme açısından uygunluk durumu değerlendirilerek gecikme nedenleri değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmaya 492 kadın, 438 erkek, toplam 930 hasta alındı. Hastaların 401’inde (%43) hipertansiyon saptandı. Hastaların 142’si (%15) hipertansif olduklarının farkında değildiler. Tedavi alan 259 hastanın 158’i (%61) hedef değerlerde değildi. 60 kadın, 42 erkek, toplam 102 hastada diyabet mevcut idi. 99 (%10) hastanın kontrolsüz hipertansiyon, 24 (%2) hastanın kontrolsüz diyabet nedeniyle ameliyata girişi gecikti.
SONUÇ: Diyabet ve hipertansiyon, ameliyat gecikme sebeplerinin başında gelmektedir. Hasta gurubunda hipertansiyon en sık ameliyat erteleme nedeni olarak öne çıkmıştır. Diyabetiklerin %25’inin kötü glisemik kontrol nedeniyle ameliyata verilememesi çalışmanın diğer bir önemli sonucudur. Bu sonuçlar bize hipertansiyon ve diyabetin ameliyat hazırlığı yapılan hastalarda oldukça sık saptandığını göstermektedir.
OBJECTIVE: To determine the prevalence of diabetes and hypertension in patients in the preoperative preparation polyclinic and to evaluate reasons for delays to surgery.

METHODS: Patients admitted to internal medicine preoperative preparation polyclinic between January and June 2008 were retrospectively and randomly reviewed. The frequency of diabetes, hypertension and availability for operation were checked and the number of delayed operations were evaluated.
RESULTS: A total of 930 patients (492 female and 438 male) were included in the study. Of these, 401 patients (43%) had hypertension, 142 patients (15%) were unaware that they were hypertensive, 158 patients who received treatment (total: 259; 61%) were not the target patients, 60 women and 42 men were diabetic, 99 patients (10%) had uncontrolled hypertension, and 24 patients (2%) had delayed surgery due to uncontrolled diabetes.
CONCLUSION: Diabetes and hypertension are common reasons for delays in surgical procedures. In the patient group, hypertension was the most prevalent in patients whose surgeries were delayed. We also found that 25% of diabetics in the study could not undergo surgery due to poor glycemic control. The results indicated that diabetes and hypertension are frequently-detected causes for delays in surgical procedures.

4.The Efficacy of Intraincisional Local Anesthesia on Postoperative Pain in Varicocelectomy
Utku Sari, Salih Budak, Evrim Emre Aksoy, Şükrü Kumsar, Adil Emrah Sonbahar, Tuğba Sonbahar, Fikret Bayer, Öztuğ Adsan
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.72621  Pages 9 - 12
AMAÇ: Çalışmamızda varikoselektomi sonrası yara yerine uygulanan lokal anestezinin ameliyat sonrası ağrı ve analjezik ihtiyacı üzerine olan etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Ocak 2011-Aralık 2012 tarihleri arasında varikoselektomi ameliyatı uygulanan 80 hasta çalışmaya dahil edildi. Bilinen nörolojik hastalık, diyabet tanısı olanlar ve anesteziye bağlı idrar retansiyonu gelişenler çalışma dışı bırakıldı. Kırk kişiden oluşan birinci gruba ameliyat sonrası lokal anestezi uygulandı. Diğer 40 kişiden oluşan ikinci gruba lokal anestezi uygulanmadı. Ameliyat sonrası 2, 4, 6, 8, 12 ve 24. saatlerde görsel ağrı skalası (VAS) yardımıyla hastaların ağrı durumları incelendi.
BULGULAR: Yara yeri lokal anestezi (bupivakain) uygulanan grupta 2, 4, 6 ve 8. saatlerde VAS skoru ve ameliyat sonrası analjezik gereksinimleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha az tespit edildi (p<0.05). Ameliyat sonrası 12. ve 24. saat ağrı skorları yönünden gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı.
SONUÇ: Çalışmamıza göre varikoselektomi ameliyatında yara yerine lokal anestezi uygulanması ameliyat sonrası dönemde ağrı şiddetini ve analjezik tüketimini azaltan etkili bir yöntemdir.
OBJECTIVE: In this study we aimed to evaluate the effect of the local anesthesia applied to the wound after varicocelectomy.

METHODS: Eighty patients who were applied varicocelectomy in between January 2011 and December 2012 included in the study. Patients with neurological diseases, diabetes mellitus and urinary retention due to anesthesia were excluded from the study. Local anesthesia applied to first group that consist of 40 patients postoperatively and not applied to second group that consist of 40 patients. Patient pain conditions were examined postoperatively at 2, 4, 6, 8, 12, and 24 hours with visual pain scale.
RESULTS: At time intervals of 2, 4, 6, and 8 hours, the VAS score and postoperative analgesic requirement of the group who had applied wound local anesthesia were lower than the control group (p<0.05). In terms of postoperative examination, the 12 and 24 hour pain scores demonstrated no significant difference between the two groups.
CONCLUSION: In our study, intraincisional local anesthesia at varicocelectomy surgery can be an effective method for reducing postoperative wound pain intensity and analgesic consumption.


5.Which Treatment Reaches Glycemic Goals in Type-2 Diabetic Patients?
Ercan Ergin, Seydahmet Akın, Ersin Efetürk, Muhammet Emin Erdem, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.27122  Pages 13 - 18
AMAÇ: Bu çalışmada hastanemiz dahiliye polikliniğine başvuran tip 2 diyabetli hastalarında glisemik hedeflere ulaşma oranları ve glisemik hedefe ulaşanların ilaç kullanım profilleri incelenmiştir.
YÖNTEMLER: Mart 2011-Mayıs 2011 arasında üç ay boyunca hastanemiz İç Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran 375 tip 2 diyabet tanılı hastanın HbA1c değerlerine bakıldı, hastalık yaşı ve ilaç kullanımı sorgulandı. HbA1c ≤%7 olan hastaların (iyi kontrol grubu) ilaç profilleri incelendi.

BULGULAR: Üç yüz yetmiş beş hastanın hastalık yaşı dikkate alınmadan değerlendirildiğinde %66’sı (n=248) iyi kontrol grubunda idi. Glisemik hedefe ulaşmış bu hastaların %81’i oral antidiyabetik (OAD) (n=203), %15’i OAD + insülin (n=36), %4’ü sadece insülin (n=9) kullanmaktaydı. Hastalık yaşı beş yıl ve üzeri olan hastaları incelendiğimizde (n=169) ise 169 hastanın %36’sı iyi kontrol grubunda idi (n=61). Glisemik hedefe ulaşmış bu hastaların %98’i OAD (n=60), %2’si OAD + insülin (n=1) kullanmaktaydı.

Hastalık yaşı 5 yıl ve üzeri olan hastaları incelendiğimizde (169 kişi) ise 169 hastanın % 36’sı iyi kontrol grubunda idi (61 kişi). Glisemik hedefe ulaşmış bu hastaların % 98’i OAD (60 kişi), %2’si OAD+ insülin (1 kişi) kullanmaktaydı.
SONUÇ: Diyabetik popülasyonda hastalık yaşı ilerledikçe iyi kontrol grubu oranı azalmaktadır. İyi kontrol grubunda hastalık yaşı ilerledikçe insülin kullanımının artması beklenirken çalışmamızda oral antidiyabetik kullanan hastaların daha fazla olduğunu tespit ettik.

OBJECTIVE: This study evaluates the rate of reaching glycemic goals in patients with type-2 diabetes admitted to outpatient clinic of our internal medicine department and their medication profile.

METHODS: A total of 375 diabetic patients visited the outpatient clinic of Internal Medicine Department within 3 months between March 2011 and May 2011. HbA1c levels, age of the patients, and medication were investigated. Medication profiles of the patients with HbA1c levels of ≤7% (good glycemic control group) were evaluated.

RESULTS: Regardless of age, 66% of all patients (n=248) were in good glycemic control group. In patients that reached glycemic goal, 81% of them were using oral antidiabetics (OADs) (n=203); 15% of them (n=36) were using OADs and insulin; and only 4% of them (n=9) were using insulin. There were 169 patients who had diabetes 5 years or longer; in these patients, good glycemic control was seen in 36% of them (n=36). In these patients, 98% of them (n=61) were using OADs, and only 1 patient (2%) was using insulin and OADs.
169 patients had diabetes 5 years or longer; in these patients, good glycemic control were seen in 36% of them (n=36). In these patients, 98% of them (60/61) were using OADs, and only one patient (2%) was using insulin+OADs.
CONCLUSION: In the diabetic population, increased disease duration is correlated with decreased glycemic control. In good glycemic control group, we unexpectedly observed that there were more patients under OAD medication than patients under insulin therapy.


6.Carcinoid Tumor of the Appendix Detected Incidentally
Fatih Başak, Mustafa Hasbahçeci, Tolga Canbak, Aylin Acar, Gürhan Baş, Orhan Alimoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.69772  Pages 19 - 22
AMAÇ: Bu çalışmada karsinoid tümör saptanan hastalar değerlendirildi ve literatür eşliğinde apendiks karsinoid tümör tedavi yaklaşımı incelendi.

YÖNTEMLER: Ocak 2009-Aralık 2011 yılları arasında 1071 apendektomi olgusunun histopatolojik incelemesinde karsinoid tümör olarak rapor edilen olgular, klinik bulgu, ameliyat bulgusu, histopatoloji ve takipleri yönünden geriye dönük olarak incelendi.


BULGULAR: Çalışmaya, apendiks histopatolojik incelemesinde karsinoid tümör saptanan altı (%0.6) olgu alındı. Yaş ortalaması 28 (dağılım 23-31 yıl) idi. Hastaların beşi erkek ve biri kadındı. Ameliyat sırasında hiçbir olguda tümöral bir oluşum düşünülmedi, tüm olgular insidental karsinoid tümör olarak değerlendirildi. Ortalama tümör boyutu 0.5 cm (dağılım 0.1-1.2 cm) idi. Ki-67, dört hastada incelendi ve tüm hastalarda %2’nin altında idi. Yatış süreleri ortalama 2.3 gündü. Tüm hastalar sorunsuz taburcu edildi. Hastaların ortalama takip süresi 19 (dağılım 12-33 ay) aydı. Tüm olguların takipleri sorunsuz seyretti.


SONUÇ: Apendiks karsinoid tümörleri sıklıkla apendektomi ile insidental saptanmaktadır. Kolorektal neoplazm gelişme olasılığı unutulmamalıdır.

OBJECTIVE: In this study, we aimed to present the evaluation of patients with carcinoid tumors and the therapeutic approach of appendiceal carcinoid tumors.

METHODS: Between January 2009 and December 2011, 1071 appendectomy cases were evaluated. Patients with histopathological examinations detecting carcinoid tumors were analyzed retrospectively in terms of clinical signs, surgical signs, histopathology, and follow-up.

RESULTS: Six patients (0.6%) whose histopathological examinations detected carcinoid tumors were included in the study. Mean age was 28 (range 23 to 31 years). Five patients were male and one patient was female. It was not considered as tumoral formation during surgery in any case. All cases were evaluated as incidental carcinoid tumor. Mean tumor size was 0.5 cm (0.1-1.2 cm). Ki 67 was examined in 4 patients, and was under 2% in all 4 patients. Mean hospitalization time was 2.3 days. All patients were discharged without incidence. Mean follow-up time was 19 (range 12 to 33 months) months. The follow-ups were uneventful in all patients.

CONCLUSION: Appendix carcinoid tumors are frequently found as incidental during appendectomy. The possibility of colorectal neoplasm should not be forgotten.


7.Tear Function Test Results in Patients with Meibomian Gland Dysfunction
Işıl Bahar Sayman Muslubaş, Alev Kahya, Yusuf Özertürk
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.51422  Pages 23 - 26
AMAÇ: Meibomius bezi disfonksiyonu (MBD) olan hastalarla kontrol grubu hastaların Oküler Yüzey Hasar İndeksi (OSDI, Allergan Inc., [Irvine, Calif]) anketi, Schirmer testi ve gözyaşı kırılma zamanı (GKZ) sonuçlarını karşılaştırmak.

YÖNTEMLER: MBD olan 16 hastanın 32 gözü (Grup A) ve kontrol grubu olarak 16 hastanın 32 gözü (Grup B) çalışmaya alındı. Tüm hastaların görme keskinliği muayenesi ve ayrıntılı oftalmolojik incelemesi yapıldıktan sonra OSDI anketi ile semptomları sorgulandı. Kuru göz tanısı için anestezisiz Schirmer testi ve GKZ testleri uygulandı.

BULGULAR: Grup A’da yaş ortalaması 26.9±4.9 (10 kadın, 6 erkek) iken, B grubunda yaş ortalaması 27.3±5.1 yaş (9 kadın, 7 erkek) idi. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından anlamlı olarak fark yoktu (p=0.65; p=0.78). Tüm hastaların en iyi düzeltilmiş görme keskinliği Snellen eşeli ile 10/10 idi. OSDI skoru ortalaması Grup A’da 45.5±15.1 iken, B grubunda 9.4±3.7 idi ve iki grup arasında ileri derecede anlamlı fark bulundu (p<0.001). Schirmer testi ortalaması her iki grupta da normal sınırlardaydı (Grup A; 19.1±5.7 mm, Grup B; 17.3±4.4 mm) ve iki grup arasında anlamlı fark yoktu (p=0.72). GKZ ortalaması ise Grup A’da 4.5±1.1 sn iken Grup B’de 14.3±2.2 bulundu ve iki grup arasındaki istatiksel fark yine ileri derecede anlamlıydı (p<0.001).

SONUÇ: MBD olan hastalarda buharlaşma artışına bağlı kuru göz sendromu oluşabilmektedir. Schirmer test ölçümleri azalmadan OSDI anketinde skor yüksek ve GKZ kısa olarak ölçülmektedir. Bu nedenle bu tür olgularda kuru göz varlığını saptamak için GKZ ve OSDI anketi yapılması uygun olacaktır.

OBJECTIVE: To compare Ocular Surface Disease Index [OSDI, Allergan Inc., (Irvine, Calif)] survey, Schirmer test and tear break-up time (TBUT) results in eyes with meibomian gland dysfunction (MGD) and without.

METHODS: Thirty two eyes of 16 patients with MGD (Group A) and 32 eyes of 16 healthy subjects (Group B) were evaluated. After performing visual acuity and detailed ophthalmic examination, OSDI survey was performed in all patients. Schirmer test without anesthesia and TBUT measurement were applied to all patients.

RESULTS: The mean age of Group A was 26.9±4.9 years (10 female, 6 male) and Group B was 27.3±5.1 years (9 female, 7 male). There was no statistical difference in age and sex between the two groups (p=0,65; p=0,78). Monocular best-corrected visual acuity with Snellen chart was 10/10 in all patients. The mean OSDI survey scoring was 45.5±15 in Group A and 9.4±37 in Group B, and there was a statistically significant difference between two groups (p<0.001). Schirmer test results were in normal ranges in both groups (Group A: 19.1±5.7 mm; Group B: 17.8±4.4 mm) and there was no statistical difference between two groups (p=0.72). The mean TBUT was 4.5±1.1 seconds in Group A and 14.3±2.2 seconds in Group B, and there was a statistically significant difference between the two groups (p<0.001).

CONCLUSION: In patients with MGD, dry eye syndrome can occur due to increased evaporation. Accordingly, OSDI survey score is high and TBUT is lower, while Schirmer test results are within normal limits. For this reason, in patients with MGD, TBUT and OSDI surveys must be performed to diagnose dry eye.


8.Treatment Choices in Spontaneous Pneumothorax
Ayşen Taslak Şengül, Yasemin Bilgin Büyükkarabacak, Tülin Durgun Yetim, Burçin Çelik, Pelin Sürücü, Ahmet Başoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.55476  Pages 27 - 33
AMAÇ: Bu çalışmada, 2000-2011 yılları arasında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniği’nde tedavi edilmiş spontan pnömotorakslı hastaları geriye dönük olarak değerlendirmek amaçlandı.


YÖNTEMLER: Spontan pnömotoraks tanısı ile takip ve tedavi edilmiş 160 hasta yaş, cinsiyet, sigara kullanımı, etiyoloji, tanı yöntemleri, tedavi şekillerine göre geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 144’ü erkek, 16’sı kadındı. 86 hastada primer spontan pnömotoraks (PSP), 74 hastada sekonder spontan pnömotoraks (SSP) tespit edildi. SSP’li hastalarda en sık etiyolojik nedenler kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) ve tüberkülozdu. Hastaların 149’una kapalı su altı drenajı, 53’üne cerrahi tedavi, 20’sine plörodezis, 18’ine nazal oksijen tedavisi uygulandı. Cerrahi tedavi ve plörodezis uygulanan hastalarda nüks izlenmezken, nazal oksijen tedavisi alan hastaların beşinde, tüp torakostomi uygulanan hastaların 21’inde nüks tespit edildi. Ortlama hastanede kalış 10 gün, mortalite oranı %1.8 idi.

SONUÇ: Spontan pnömotorakslı hastalarda tüp torakostominin yetersiz kaldığı durumlarda video yardımlı toraks cerrahisi ya da torakotomi ile cerrahi tedavi altın standarttır. Cerrahi tedavi seçeneklerinin kullanılamadığı hastalarda, nüksü önlemek için plörodezis akılda bulundurulmalıdır.

OBJECTIVE: In this study we retrospectively evaluated patients with spontaneous pneumothorax diagnosis in Ondokuz Mayıs University, Faculty of Medicine, Department of Thoracic Surgery between 2000-2011.

METHODS: We retrospectively evaluated 160 patients diagnosed with spontaneous pneumothorax on the basis of age, gender, smoking habits, etiology, methods of diagnosis, and treatment.



RESULTS: Patients included 144 males and 16 females. There were 86 primary SP and 74 secondary SP patients. COPD and tuberculosis were the most common cause in secondary SP patients. In 149 patients, lung expansion was provided with tube thoracostomy. Fifty-three patients were operated on. In 20 patients, chemical pleurodesis was performed. Eighteen patients were treated with nasal oxygen therapy. No recurrence was determined in the groups of surgical treatment and pleurodesis. The 5 patients who received nasal oxygen therapy and 21 patients treated with tube thoracostomy had symptoms reoccur. Mean hospital stay was 10 days and mortality rate was 1.8%.

CONCLUSION: In patients with spontaneous pneumothorax, video-assisted thoracoscopic surgery or surgical treatment with thoracotomy is the gold standard when tube thoracostomy has failed. To prevent recurrence, pleurodesis should be considered for patients in whom no surgical treatment choices can be used.


9.Evaluation of Children With Hand-Foot-Mouth Disease in a Two-Year Period
Meltem Uğraş, Öznur Küçük, Suat Biçer, Defne Çöl, Tuba Giray, Gülay Çiler Erdağ, Zerrin Yalvaç, Burcu Yüce, Ayça Vitrinel
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.48568  Pages 34 - 38
AMAÇ: El-ayak-ağız hastalığı, ateş ve el, ayak ve ağızda veziküler lezyonlarla seyreden bir hastalıktır. Döküntü şikayeti ile başvuran çocuk hastalarda son dönemde artış gösteren el-ayak-ağız hastalığına dikkat çekmeyi amaçladık.

YÖNTEMLER: Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü’ne Ocak 2011-Ocak 2013 tarihleri arasında başvurup el-ayak-ağız hastalığı tanısı alan 127 çocuk hastanın geriye dönük olarak demografik veriler, şikayetler ve fizik muayene bulguları değerlendirildi.

BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 3.32±2.58 yaş (9 ay-15 yaş) olup %65.3’ü (n=83) erkek ve %34.7’si (n=44) kız idi. Hastaların %19.7’si (n=25) 2011 yılında ve %80.3’ü (n=102) 2012 yılında başvurmuş olup en sık başvurunun Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında olduğu (%61.2) görüldü. En sık başvuru şikayeti döküntü (%64.5) ve ateş (%61.4) idi. Ölçülen vücut ısısı 36.0-40.0°C arasında değişmekte idi. Fizik muayenede tüm hastalarda (%100.0) avuç içi ve ayak tabanında döküntü saptanırken 94 hastada (%74.0) enantem tespit edildi. Kan incelemesi yapılan 20 hastanın ortalama lökosit değeri 10.424±3.770/mm3 (4.800-18.890), ortalama C-reaktif protein değeri 19.1±24.65 (2.8-115.0) ve ortalama eritrosit sedimentasyon hızı 28.45±12.97 mm/saat (13-57) olarak bulundu. Hastaların yedisi (%5.5) ateş, oral alım azlığı ve dehidratasyon nedeniyle yatırılarak tedavi edildi.

SONUÇ: 2012 yılında el-ayak-ağız hastalığında artış olmuştur.Hastalık üç yaşta daha sık görülmüş olup en sık bulguları ateş, döküntü ve enantem idi. Döküntü şikayeti ile başvuran hastada el-ayak-ağız hastalığı düşünülmelidir.

OBJECTIVE: Hand, foot and mouth disease (HFMD) is a common childhood illness characterized by fever and vesicular eruptions on the hands, feet, and mouth. We aimed to evaluate the clinical presentation of our patients with the disease.

METHODS: Hospital records of children admitted from January 2011 to January 2013 to Yeditepe University Hospital, Department of Pediatrics were evaluated retrospectively. Demographic data, complaints, and physical examination findings were evaluated.

RESULTS: There were 127 children with a mean age of 3.32±2.58 years (9 months-15 years), 65.3% were (n=83) boys, and 34.7% girls (n=44). Admissions according to years were as follows: 19.7% (n=25) 2011 and 80.3% (n=102) in 2012. The admissions were more common in June, July, and August (61.2%). The most common complaint was eruption (64.5%) and fever (61.4%). Body temperature varied between 36.0-40.00 ºC. Physical examination revealed eruptions on the hands and feet among all patients (100.0%) and the enanthem in oral mucosa in 94 patients (74.0%). Blood test was performed in 20 patients, mean WBC count was 10.424±3.770/mm3 (4.800 -18.890), mean CRP was 19.1±24.65 (2.8-115.0) and mean ESR was 28.45±12.97 mm/hour (13-57). Seven patients were hospitalized (5.5%) due to fever, loss of oral intake, and dehydration.

CONCLUSION: Our results show that HFMD increased in 2012. The disease was commonly seen among children aged 3 years, while the most common findings were fever, eruption, and enanthem. HFMD should be kept in mind among preschool children with fever and eruptions.


10.Factors Affecting Mortality in Multitraumatized Patients with Pelvic Fractures
Adnan Özpek, Metin Yücel, İbrahim Atak, Necdet Sağlam, Gürhan Baş, Orhan Alimoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.60938  Pages 39 - 45
AMAÇ: Pelvis kırıkları, yüksek enerjili künt travmalar sonucu oluşur ve yüksek mortaliteyle seyreder. Bu yazıda, künt travmaya bağlı pelvis kırıklarında mortaliteye etki eden faktörler araştırıldı.

YÖNTEMLER: Aralık 2008 ile Aralık 2012 tarihleri arasında künt travma sonucu yaralanıp, yatırılarak tedavi edilen 49 pelvis kırıklı hastada (30 erkek, 19 kadın; ortalama yaş 39.8±17; dağılım 13-79 yıl) geriye dönük olarak; yaş, cinsiyet, travma mekanizması, kırığın instabilitesi, eşlik eden yaralanmalar, Yaralanma Şiddet Skoru (ISS), Revize Edilmiş Travma Skoru (RTS) ve transfüzyon gereksiniminin mortalite üzerindeki etkisi araştırıldı.

BULGULAR: Toplam 42 hastada (%86) eşlik eden yaralanmalar vardı, en sık toraks (%51), ekstremiteler (%51) ve karın (%33) yaralanmaları bulunuyordu. Yirmi yedi stabil kırıklı hastanın 1’i (%4) ve 22 instabil kırıklı hastanın 10’u (%45) olmak üzere toplam 11 (%22) hasta hayatını kaybetti. Tüm hastalarda ortalama ISS 30, RTS 6.85, transfüzyon ihtiyacı 3.5 Ü, kaybedilenlerde ise aynı sırayla 51, 4.45 ve 9.3 Ü bulundu (p<0.05).

ekstremiteler (%51) ve abdomen (%33) yaralanmaları mevcut idi.Yirmi yedi stabil kırığın 1(%4)’i ve 22 instabil kırığın 10 (%45)’u olmak üzere toplam 11(%22) hasta eks oldu.
Tüm hastalarda ortalama ISS 30, RTS 6.85, transfüzyon ihtiyacı 3.5 Ü.; kaybedilenlerde ise aynı sırayla 51, 4.45 ve 9.3 Ü. bulundu (p<0.05).


SONUÇ: Multitravmalı hastalarda pelvis kırığının instabil olması, eşlik eden yaralanmaların şiddeti, yüksek ISS, düşük RTS değeri ve artmış transfüzyon gereksiniminin mortaliteyi etkilediği belirlendi.

OBJECTIVE: Pelvic injuries are caused by high-energy blunt traumas and are associated with high mortality. In this article, we investigated the factors affecting mortality in pelvic fractures caused by blunt trauma.

METHODS: Between December 2008 and December 2012, age, gender, trauma mechanism, instability of the fracture, associated injuries, Injury Severity Score (ISS), Revised Trauma Score (RTS) and transfusion requirement on mortality were retrospectively investigated in 49 patients (30 males, 19 females; mean age 39.8 ±17; range 13 to 79 years) managed due to pelvic fractures caused by blunt trauma injuries.

RESULTS: A total of 42 (86%) patients had associated injuries. The distribution and proportion of these injuries were: chest (51%), extremities (51%) and abdomen (33%). One (4%) out of 27 patients with stable fractures and 10 (45%) out of 22 patients with unstable fractures died, totaling 11 (22%) deaths. The mean ISS, RTS and transfusion requirement of all patients were 30, 6.85 and 3.5 U respectively and these values were detected as 51, 4.45 and 9.3 U in patients who died (p<0.05).

CONCLUSION: Instability of the pelvic fracture, the severity of associated injuries, high ISS and low RTS values, and increased transfusion requirement affected mortality.


11.The Radiological and Clinical Results of Biological Fixation of Distal Tibia Metaphyseal and Diaphyseal Fractures
Asaf Bozkaya, Deniz Gülabi, Halil İbrahim Bekler, Gültekin Sıtkı Çeçen, Güven Bulut, Fevzi Saglam
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.14632  Pages 46 - 52
AMAÇ: Bu çalışmada distal tibia metafizer ve diyafizer kırıklarının minimal invazif perkütan kilitli plakla osteosentez (MİPPO) tekniği uygulanarak tedavisinin klinik ve radyolojik sonuçlarının araştırılıp literatürle kıyaslanması amaçlandı.

YÖNTEMLER: Distal tibia diyafizer ve metafizer kırık nediyle ameliyat edilen ve çalışma kriterlerine uyan 30 hasta geriye dönük olarak analiz edildi. Ortalama yaşı 39.1 (18-62) olan hastaların 20’si (%66.6) erkek, 10’u (%33.3) kadın idi. Hastaların 25’inde (%83) kapalı, 5’inde (%17) açık kırık vardı. AO sınıflamasına göre kırıkların 15’i A1, 9’u A2, 5’i A3 ve 1’i C1 idi. Radyolojik olarak malunion, nonunion ve kaynama süresi; klinik olarak AOFAS (Amerikan Ortopedik Ayak ve Ayak Bileği Derneği) skoru, enfeksiyon ve ek cerrahi işlemler analiz edildi.

BULGULAR: İki hastamızda enfeksiyon görüldü. Kaynama ortalama 16.6 (8-20) haftada gerçekleşti. İki hastada kaynama geçikmesi, iki hastada da malunion gelişti. Hastaların ortalama takip süresi 15.3 ay (8-32) olup, ortalama AOFAS skoru 84 (60-92) idi.

SONUÇ: Distal tibia metafiz ve diyafiz kırıklarının tedavisinde MİPPO tekniği düşük komplikasyon oranıyla başarılı bir yöntemdir.

OBJECTIVE: In this study our aim is to evaluate the radiological and clinical results of MIPPO (minimally invasive percutanous plate osteosynthesis) of distal tibia fractures localized at metaphysis or diaphysis.

METHODS: Thirty tibia fractures of 30 patients operated with MIPPO for distal tibia fractures who have regular follow-up and who meet the study criteria are included in the study. The mean age of the patients is 39.1 (18-62), including 20 males (66.6%) and 10 females (33.3%). Twenty-five (83%) patients have closed and 5 (17%) have open fractures. Fracture types according to AO classification are 15 A1, 9 A2, 5 A3, and 1 C1. Radiological union time/duration, malunion, and nonunion, clinical infection rate, additional surgical procedures and AOFAS (American Orthopaedic Foot and Ankle Society) scores were evaluated.

RESULTS: In 2 cases infection was observed. The mean union duration was 16.6 (8-20) weeks. Delayed union was observed in 2 patients. Malunion was seen in 2 patients. The mean follow-up period of our cases was 15.3 months (8-32); mean AOFAS score was 84 (60-92).

CONCLUSION: In treatment of distal metaphysial and diaphysial fractures of tibia MIPPO technique is a successful procedure with low complication rates.


12.The Frequency of Incidentally-Detected Prostate Cancer in Patients Undergoing Radical Cystoprostatectomy for Urotelial Bladder Carcinoma
Ahmet Selimoğlu, Akif Türk, Mustafa Bilal Hamarat, Erkin Sağlam, Hasan Aslan, Fatih Tarhan
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.91886  Pages 53 - 57
AMAÇ: Bu çalışmada mesane ürotelyal kanseri nedeniyle radikal sistoprostatektomi yapılan hastalarda prostat adenokarsinom sıklığını araştırmayı ve prostat kanseri saptanan olguların histopatolojik özelliklerini ortaya koymayı amaçladık.

YÖNTEMLER: Ocak 2005 ile Haziran 2011 yılları arasında mesane ürotelyal kanseri nedeniyle radikal sistoprostatektomi yapılan ve ameliyat öncesi prostat kanseri tanısı olmayan 157 erkek hasta çalışmaya alındı. Hastaların patolojileri geriye dönük olarak değerlendirildi. Üriner diversiyon olarak 125 hastaya ileal konduit, 28 hastaya ortotopik ileal mesane ve dört hastaya üreterokütanostomi tekniği uygulandı.

BULGULAR: Radikal sistoprostatektomi uygulanan 157 hastanın 26’sında (%16.5) prostat kanseri saptandı. Prostat kanseri saptanan hastaları ortalama yaşı 67.3 yıl, saptanmayanların ise 61 yıl idi. Ortalama PSA değerleri prostat kanseri saptanan ve saptanmayan hastalarda sırası ile 2.9±0.35 ng/dl ve 2.7±0.41 ng/dl idi. Prostat kanseri saptanan hastaların Gleason skoru bir hastada 2+2, bir hastada 4+3 ve 24 hastada 3+3 olarak bulundu. Bu hastaların mesane kanseri patolojik evresi ise 10 hastada T4N2, bir hastada T4N1, dört hastada T3N1, sekiz hastada T2N0, bir hastada T1N0 ve iki hastada T0N0 olarak bulundu.

SONUÇ: Çalışmamızda radikal sistoprostatektomi uygulanan hastalarda rastlantısal prostat kanseri saptanma sıklığı %16.5 olarak bulunmuş olup bu nedenle hastaların patolojilerinin dikkatli ve detaylı değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

OBJECTIVE: The aim of this study is to evaluate the incidence of prostate adenocarcinoma in patients who underwent radical cystoprostatectomy for urotelial carcinoma, and present the histopathological features of these patients.

METHODS: A total of 157 male patients who underwent radical cystoprostatectomy for urotelial carcinoma between January 2005 and June 2011 were included in the study. The pathologies of patients were evaluated retrospectively. Ileal conduits were used in 125 patients as urinary diversion, orthotopic ileal neobladders were used in 28 patients, and ureterocutaneostomy was used in 4 patients.

RESULTS: Prostate adenocarcinoma was determined in 26 patients (16.5%) of the 157 who underwent radical cystoprostatectomy. The mean ages of patients with and without co-existing prostate adenocarcinoma were 67.3 and 61 years, respectively. The mean PSA levels of patients with and without co-existing prostate adenocarcinoma were 2.9±0.35 ng/dl and 2.7±0.41 ng/dl, respectively. Gleason score was 2+2 in 1 patient, 4+3 in 1 patient, and 3+3 in 24 patients. The pathological stages of these patients were found as T4N2 in 10, T4N1 in 1, T3N1 in 4, T2N0 in 8, T1N0 in 1, and T0N0 in 2 patients.

CONCLUSION: The incidence of prostate adenocarcinoma was found 16.5% in patients who underwent radical cystoprostatectomy in our study. In these groups of patients, pathology should be evaluated exhaustively and attentively.


CASE REPORT
13.Effectiveness of Doxazosin in Scorpion Stings; Child Case Report
Ali Karakuş, Murat Tutanç, Vefik Arıca, Murat Karcıoğlu, Kasım Tuzcu, Fatmagül Başarslan, Mehmet Duru
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.53824  Pages 58 - 60
Akrep sokması vakaları, özellikle çocuklarda kalp, solunum ve nörolojik sistemi etkileyen komplikasyonlar nedeniyle ölümcül olabilen acil hastalar grubundadır. Kalp etkilenimi, alfa reseptörlerinin uyarımı sonucunda görülebilmektedir. Bir alfa reseptör blokoru olan doksazosin kalp etkilenimi olan olguların tedavisinde kullanılabilmektedir. Biz de akciğer ödemi tablosunda olan ve doksazosin ile başarılı bir şekilde tedavi olan bir yaşındaki olguyu sunmayı hedefledik.
Cases of scorpion stings in emergency populations can be fatal, especially in children, due to complications affecting the heart, respiratory, and neurological systems. Heart influences can be seen as a result of stimulation of alpha receptors. An alpha receptor blocker, doxazosin, can be used for treatment of all cases with cardiac influences. We aimed to present a 1-year-old patient presenting with a scorpion sting with pulmonary edema who was successfully treated with doxazosin.

14.A Case of Subcutaneous Sacrococcygeal Myxopapillary Ependymoma Demonstrating Anaplastic Features
İlyas Sayar, İrfan Bayram, Mustafa Kösem, Nebi Yılmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.03880  Pages 61 - 64
Miksopapiller ependimomlar genellikle erişkinlerde görülen, ektopik ependimal kalıntılardan köken alan, çok seyrek olarak rastlanan gliomlardır. Yavaş büyüyen bu tümörler iyi prognozludur. Anaplastik varyantları bilinmemektedir. Bu yazıda, 46 yaşındaki erkek hastada subkutan sakrokoksigeal yerleşimli selüler anaplazi gösteren ve metastaz yapan bir miksopapiller ependimomun klinik, histopatolojik ve immünohistokimyasal bulguları sunuldu.
Subcutaneous sacrococcygeal myxopapillary ependymoma is an extremely rare type of gliomas which originates from ectopic ependymal rests and usually occurs in adults. These slowly growing tumors have a favorable prognosis. Anaplastic variants are virtually unknown. We present the clinical, histopathologic and immunohistochemical analytic findings of sacrococcygeal subcutaneous sited myxopapillary ependymoma with cellular anaplasia and metastases in a 46-year-old male patient.

15.Lens Particle Glaucoma After Penetrating Trauma: Case Report
Mehmet Özbaş, Muhammet Kazım Erol, İhsan Yılmaz, Leyla Yavuz, Murat Akbaba
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.20053  Pages 65 - 68
Sol gözünde şiddetli ağrı ve görme kaybı olan 40 yaşında bir erkek hasta sunuldu. On gün önce sol gözüne tel çarptığı öğrenildi. Sol gözde korneada sızdırmayan tam kat lameller bir kesi, korneada ödem, travmatik katarakt ve ön kamarada serbest halde dolaşan lens partikülleri olduğu görüldü. Sol göz içi basıncı 75 mmHg ölçülen hasta lens partikül glokomu tanısı aldı; medikal tedaviye başlandı. Ancak yüksek olan göz tansiyonu medikal tedavi ile kontrol altına alınamadı. Göz tansiyonu düşmemiş olmasına rağmen, devam eden yüksek göz içi basıncının retinal ganglion hücrelerine zarar vermemesi için cerrahi planlayarak genel anestezi altında kristalin lensi ekstrakte ederek göz içi lensi yerleştirildi. Penetran travmaya bağlı katarakt ve sonrasında lens partikül glokomu gelişen bir olgu sunuldu.
A forty-year-old man presented with severe pain and vision loss in his left eye. His medical history revealed that he was hit in the eye with a wire ten days before coming to our clinic. Full thickness, corneal cut without leakage, traumatic cataract, corneal edema, and free floating lens particles in anterior chamber was seen with biomicroscopic examination. Intraocular pressure was 75 mmHg, so we started medical treatment. However, we could not control IOP with medical treatment. We planned phacoemulsification and intraocular lens implantation surgery under general anesthesia to prevent retinal ganglion cell damage. We purposed to present our approach to patients with lens particle glaucoma after penetrating trauma in this article.

16.Attention Deficit Hyperactivity Disorder and the Safety and Efficacy of Methylphenidate in Muscular Dystrophies: Two Cases
Özalp Ekinci, Tanju Çelik, İbrahim Şilfeler, Fevziye Toros
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.69926  Pages 69 - 72
Batı toplumlarında yapılmış araştırmalar musküler distrofi tanılı çocuk ve ergenlerde, aralarında dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu’nun (DEHB) da bulunduğu, psikiyatrik bozuklukların sık olarak görüldüğüne işaret etmektedir. Bu olgu sunumunda, başka türlü adlandırılamayan musküler distrofisi olan iki çocuk hastada DEHB tanısı ve metilfenidat tedavisinin etkinlik ve güvenilirliği tartışıldı.
Studies from Western countries have indicated that psychiatric disorders, including Attention Deficit-Hyperactivity Disorder (ADHD), are commonly seen in children and adolescents with Muscular Dystrophies. In this case report, the diagnosis of ADHD and the use of methylphenidate in two children
with Muscular Dystrophy not otherwise specified will be
discussed.

17.Retrovesical Echinococcosis: A Rare Form of Pelvic Hydatid Cyst
Esra Boybek, Burcu Artunc
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.96630  Pages 73 - 75
Pelvik ekinokok hastalığı, endemik bölgelerde yaklaşık %0.2 ile %0.9 arasında insidansa sahip olup oldukça ender rastlanılan bir durumdur, doğru tanısı cerrahi öncesi zordur. Doğum yapmamış 31 yaşında retrovezikal yerleşimli kist hidatik olgusu sunuldu. Spesifik klinik semptomları olmadığından, hastalıktan şüphelenmek tanıdaki anahtar noktadır, pelvik kitlelerin ayırıcı tanısında göz önünde bulundurulmalıdır.
Pelvic echinococcosis is a very rare condition with an incidence between 0.2% and 0.9% in selected regions, and accurate diagnosis is tough before surgery. We report a case of a 31-year-old nulliparous woman with a retrovesical hydatic cyst. Due to nonspecific symptoms, suspicion is the key in diagnosis and should be kept in mind in differential diagnosis of pelvic masses.

18.Etiopathogenesis of Sirenomelia on the Framework of a Case Report
İbrahim Şilfeler, İbrahim Cansaran Tanidir, Ahmet Yağmur Baş
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.86619  Pages 76 - 78
Kaudal regresyon sendromu grubu içinde değerlendirilen sirenomeli nadir görülen bir anomalidir. Birçok organda ciddi malformasyonla beraberlik gösterir. Bu yazıda daha önce tıbbi yazında bildirilmemiş olan sirenomeli ile 13 kaburga ve torakal vertebranın birlikteliği sunuldu. Olgumuzu, etiyopatogenezle ilgili yeni yorumlara ışık tutabileceği düşüncesiyle sunduk.
Sirenomelia is a rare anomaly evaluated in the group of caudal regression syndrome. It is associated with serious malformation in many organs. In this article, we present a sirenomelia case with coexistence in 13 ribs and thoracic vertebrae. We reported our case to shed light on new comments with etiopathogenesis.

19.Subdural Hematoma Associated with Dural Metastasis of Breast Carcinoma: Case Report
Kemal Ekici, Alpaslan Mayadağlı, Gökhan Yaprak, Arif Cihangir Yılmaz, Mustafa Erdoğan, Dilek Yavuzer
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.09825  Pages 79 - 81
Subdural hematom ile ilişkili dura metastazı olan 36 yaşındaki kadın hasta kliniğimize başvurdu. Hastada yaygın kemik metastazı mevcuttu ve öncesinde meme kanseri nedeniyle tedavi almıştı. Akut spontan subdural hematoma bağlı ilerleyici güçsüzlük ve bulanık görme gelişti. Kapsamlı araştırmalar sonucunda, subdural hematom nedeni primer meme kanserine ikincil dural metastazlar olarak tespit edildi. Subdural hematom etiyolojisinde genellikle travma bulunmaktadır. Subdural hematom travma dışı durumlarda nadirdir ve nadiren dura içeren metastaz nedeniyle olabilir.
A 36-year-old female presented to our clinic with subdural hematoma associated with dural metastasis. The patient had been treated for breast cancer with disseminated bone metastasis. Patient had progressive weakness and blurred vision due to acute spontaneous subdural hematoma. After extensive investigation, the cause was identified to be secondary dural metastases from a primary breast carcinoma. Subdural hematomas (SDH) are usually traumatic in etiology. Non-traumatic instances of SDH are uncommon, and can rarely be due to metastases involving the dura.

20.Video Mediastinoscopy; University First Experience
Tülin Durgun Yetim, Celalettin Karatepe, Ramazan Davran
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.32704  Pages 82 - 84
Göğüs cerrahisi pratiğinde mediastinoskopi vazgeçilmezdir. Bu sebeple uzmanlık eğitiminde önemli bir yer tutar. Bizde kliniğimizde ilk kez videomedastinoskopiyi kullandık. Videomediastinoskopi sırasında işlemin bütün cerrahi ekip tarafından izlenmesinin yanı sıra arter ven yapılarının daha net ayırt edilmesi avantaj sağlamıştır. Bu açıdan özellikle asistan eğitimi veren hastaneler için videomediastinoskopi önerilebilir.
Mediastinoscopy is indispensable in the practice of thoracic surgery and thus it plays an important role in training specialists. We used videomediastinoscopy for the first time in our clinic. All surgical teams could watch the process; videomediastinoscopy provided an advantage in distinguishing the artery and vein structures. In this aspect, videomediastinoscopy is particularly recommended for assistant training hospitals.

REVIEW
21.Transfusion-Dependent Graft-Versus-Host Disease: A Role of Blood Irradiation in Its Prevention
Ahmet Fatih Oruç, Şule Karabulut Gül, Alpaslan Mayadağlı
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.04809  Pages 85 - 88
Kan ve kan bileşenlerinin transfüzyonu birçok insanın hayatının kurtulmasına vesile olurken aynı zamanda ölümcül Graft-Versus-Host Hastalığı’na da sebep olabilmektedir. Vericinin T-lenfositlerinin çoğalarak alıcının hedef organlarına ölümcül zararlar vermesiyle kendini gösteren bu hastalıktan korunmanın tek yöntemi kan ve kan bileşenlerinin X ve gama ışınları ile ışınlanmasıdır. Bu işlem ile verici T-lenfositlerinde DNA hasarı oluşturarak proliferasyonları önlenmiş olur. Genel olarak kabul gören uygulama dozu 25-30 Gy’dir ve bu doz hücresel elemanların inaktivasyonu için yeterlidir.
The transfusion of blood and blood constituents saves lives of many people; however, it can induce fatal Graft-Versus-Host disease. The only way to prevent this disease, which is characterized by an increase in the damage of donor’s T-lymphocytes that target organs of the receiver, is the radiation of the blood and blood constituents with X and gamma rays. With this process, DNA damage is formed in donor’s T-lymphocytes and hence proliferation is prevented. In general, the application dose of 25-30 Gy is well accepted and this dose is enough for the inactivation of the cellular elements.

LookUs & Online Makale