ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 15 (1)
Volume: 15  Issue: 1 - 2004
RESEARCH ARTICLE
1.OUR APPROACH TO SPLENIC TRAUMAS ACCORDING TO YEARS
Cengiz Menteş, Ayhan ErdemÎr, Erhan Tuncay, Cem F Gezen, Feyyaz Onuray, Selahattin Vural
Pages 1 - 4
Kliniğimize 1998-2003 yılları arasında 230 dalak travmalı hasta başvurmuştur. Hastaların 168'i (%73) erkek, 62'si (%27) kadındır. Hastaların yaş ortalaması 29'dur. Hastalardaki dalak yaralanması 191 (%83) tanesinde kunt, 43 (%18) tanesinde penetran karın yaralanmasına bağlı idi. Dalak travmalı hastaların 135'ine splenektomi, 47'sıne splenorafi, 20'sine kısmi splenektomi yapıldı. Yirmisekiz hastaya konservatif yaklaşım uygulandı. Hastaların 152'sinde (%66) yandaş organ yaralanmaları mevcuttu. Ameliyat sonrası komplikasyon oranı splenektomilerde %17, dalak koruyucu girişimlerde %5, konservatif kalınanlarda %3.5'tur. Toplam 20 hasta kaybedilmiştir (%8,7) ve bunların hepsi değiştirilmiş travma skoru (RTS) 2'nin altında splenektomize hastalardır, izole dalak travmalı hastalardan splenektomi yapılanların ortalama hastanede kalış süreleri 6 gündür. Dalak koruyucu işlem yapılanlarda bu süre 7. l gündür. Dalak ile birlikte yandaş organ yaralanması olanların hastanede kalış süreleri ortalama 14 gündür. Konservatif tedavi edilenlerde bu süre 10 gündür.
Two hundred and thirty patients were admitted to our clinic with splenic injuries, between 1998 and 2003. 168 (73%) patients were male, 62 (27%) patients were female. The average age of patents were 29 years. There were 191 (83%) blunt and 43 (18%) penetrating injuries. The management of our cases involved splenectomy in 135, splenoraphy in 47 and partial splenectomy in 20 and 28 patients were treated conservatively. There were concomitant organ injuries in 152 (66%) patients. Complication rate after splenectomy was 17%, after splenoraphy 5% and in conservatively treated cases it was 3,5%. Mortality was 8,7% (20 patients) and they were all splenectomized patients having RTS less than 2. Splenectomized patients having isolated spleen injury were hospitalized 6 days, patients treated by splenoraphy this is about 7,1 days. Patients having concomitant organ injury were hospitalized approximately 14 days. In conservatively treated patients average hospitalization was 10 days.

2.DORSAL LUMBOTOMY: A MINIMALLY INVASIVE INCISION
Cemal Göktaş, Önder Cangüven, Rahim Horuz, Selami Albayrak
Pages 5 - 7
Minimal invaziv yöntemlerin popularize olmasından sonra üst üriner sistem hastalıklarında açık cerrahi tekniklerin önceliği kaybolmuş ve daha az tercih edilir hale gelmişlerdir. Buna rağmen hala bazı durumlarda açık cerrahi teknikleri uygulama zorunluluğu doğabilmektedir. Ancak açık cerrahi tekniklerin de hasta memnuniyeti açısından minimal invazivlik noktasından hareketle uygulanması gerekir. Üst üriner sistemin çeşitli hastalıklarını kapsayan endikasyonlarla açık cerrahi uyguladığımız 43 hastada tercih ettiğimiz dorsal lumbotomi insizyonunu operasyon süresine katkısı, postoperatif ağrı, hastanede kalış süresi, cerrahi yara komplikasyonları ve hasta memnuniyeti yönünden inceledik. Çalışmamızda eşdeğer operasyonlarda flank insizyona göre operasyon süresinin 19 dakika, hastanede kalış süresinin 1,8 gün daha kısa ve postoperatif ilk 24 saatte oluşan ağrı için kullanılan analjezik (diklofenak sodyum) miktarının 75 mg. daha az olduğunu tespit ettik. Bu bulgular doğrultusunda lumbodorsal insizyonu açık cerrahi zorunluluğu olan üst üriner sistem hastalıklarının insizyon seçenekleri arasında en minimal invaziv insizyon olarak tanımlayabiliriz.
After popularization of minimally invasive methods, open surgical procedures have been less commonly preferred in surgical treatment of upper urinary tract pathologies. However, it may still be necessary to perform open surgical techniques in some certain circumstances. But with regard to the patient-satisfaction, less invasive open surgical procedures should be preferred when possible. We evaluated the results of dorsal lumbotomy incision performed for different kinds of pathologies of upper urinary tract in 43 patients and analyzed the advantages of this incision in operation time, postoperative pain, hospitalization time, surgical complications and patient-satisfaction. In this study we found that the dorsal lumbotomy incision was superior to the flank incision when compared between identical operations with a 19-minute shorter operation time and 1.8-day shorter hospitalization time. In addition, the postoperative first 24-hour analgesic medication (diclophenac, im) need of patients who had been operated via dorsal lumbotomy incision was 75 mg less. In the lights of this result, lumbodorsal incision could be classified as least invasive one among the incisions used for upper urinary tract pathologies in which open surgery is a necessity.

3.EVALUATION OF CLINICAL DATAS AND TREATMENT RESULTS OF PATIENTS WITH NON-HODGKIN LYMPHOMA
Hülya Karaoğlu, Mahmut Gümüş, Haluk Sargın, Yener Koç, Şenol Güler, Aslıhan Topal, Mustafa Tekçe, Taflan Salepçi, Ali Yayla
Pages 8 - 10
Çalışmamızda hastanemizde izlenen "high grade" Hodgkin dışı lenfoma (HDL) hastalarının klinik ve patolojik özelliklerini, tedavi sonuçlarını ve sağkalım sürelerini değerlendirdik. 1997-2000 yıllan arasında onkoloji polikliniğimizde izlenen 26 (kadın/erkek: 16/10) HDL hastasını retrospektif olarak değerlendirdik. Median izlem süresi 22 ay idi. Median yaş, 60.5 (15-79) yıldı. Hastalarımızın 10'u (%38.5) evre I, 10'u (%38.5) evre II, 3'ü (%11.5) evre III, 3'ü (%11.5) ise evre IV idi. Hastalara 6 kür CHOP (siklofosfamid, adriyamisin, vinkristin, prednizolon) kemoterapisi uygulandı. 14 (%53.8) hastaya ek olarak radyoterapi (RT) verildi. Tedavi sonrası objektif yanıt oranı 73.1 (19 olgu) idi. Yanıtsız veya daha sonrasında progresyon gösteren 7 hastaya 2. seri kemoterapi (KT) uygulandı. İzlem süresince 8 (%38.8) hasta öldü. 18 (%69.2) hasta izlenmeye devam edilmektedir. Survi analizinde median hastalıksız yaşam süresi 43 ay, 3 yıllık hastalıksız yaşam % 60.1, median genel sağ kalım süresi 52 ay, 3 yıllık genel sağkalım ise %66.4 olarak bulundu. Hastalar "International Prognostic Index" (IPI)'e göre sınıflandırıldığında, IPI ile hastalıksız sağkalım ve genel sağkalım arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p=0.002, p=0.003, log-rank test). HDL tanısıyla takip edilen hastaların 3 yıllık verileri değerlendirildiğinde literatürle uyumlu bulundu.
We studied the clinical and pathological data, staging, treatment and survival of patients with high-grade non-Hodgkin's lymphoma. We studied 26 high-grade non-Hodgkin's lymphoma patients who were followed by oncology outpatient clinic of the internal medicine clinic between the years 1997-2002. Median follow-up was 22 months. Median age was 60.5 (15-79) years. Ten (38.5%) patients were stage I, 10 (38.5%) were stage II, 3 (11.5%) were stage III, 3 (11.5%) were stage IV. Six cycles of CHOP (cyclophosphamide, adriamycin, vincristine, prednisolone) regimen was applied to the patients. In addition to CHOP chemotherapy, radiotherapy was applied for 14 (53.8%) cases. After the treatment, objective response was observed in 19 (73.1%) cases. For 7 patients who did not respond or who showed progression, second line chemotherapy was applied. In the follow up, 8 (38.8%) cases were died. Eighteen (69.2%) patients are still followed up. The median disease-free survival is 43 months. Three years disease free survival rate is 63.1%. Median overall survival is 52 months. Three-year overall survival rate is 66.4%. When the cases were classified according to IPI (International Prognostic Index), there was a significant relationship between disease-free survival and overall survival rates (p=0.002, p=0.003, long-rank test). The data obtained from patients that were diagnosed and followed up, as high-grade lymphoma in our hospital is similar to the data in the existing literature.

4.THE ROLE OF ENDOSCOPIC THIRD VENTRICULOSTOMY IN DANDY-WALKER MALFORMATION
Burak O Boran, Adnan Dağçınar, M Memet Özek
Pages 11 - 13
Günümüzde endoskopik 111. ventrikülostomi, non-kommünike hidrosefalide ilk tedavi seçeneği olarak kabul edilmektedir. Hekimlerin hastalarına şanttan bağımsız bir hayat sunabilme arzusu, bu tekniğin diğer hasta gruplarında da uygulanmaya başlamasını sağlamıştır. Bu çalışmada amaç, endoskopik 111. ventrikülostomi uygulanan 9 Dandy-Walker malformasyonlu hastayı geriye dönük olarak gözden geçirerek, başarı ve komplikasyon oranlarını sunmaktır. Hastaların 5'i erkek, 4'ü kızdı. Yaş ortalaması 13 aydı. Endoskopik 111. ventrikülostomi sonrası şant gerektirmeyen tüm olgular başarılı olarak kabul edildi. Ortalama takip süresi 25 aydı. Hastaların %78'inde başarı sağlandı. Bir olguda geçici 3. sinir parezisi gözlendi. Sonuç olarak endoskopik 111. ventrikülostomi, Dandy-Walker tanısı olan hastalara, şanttan bağımsız bir hayat sürme şansını sunabilir.
Currently, endoscopic third ventriculostomy is considered as the first choice in the treatment of non-communicating hydrocephalus. But the urge of the physician, to provide a shunt-free survival for his patients, leads to performing the procedure in a diverse group of patients. The aim of this study was to review 9 cases of endoscopic third ventriculostomy -performed in patients with Dandy-Walker malformation- retrospectively, to report the rates of success and complications. Five of the patients were male and 4 were female. The average age of the patients was 13 months. All the cases, who did not required a shunt surgery following endoscopic third ventriculostomy, was considered as successful!. Average follow-up period was 25 months. The rate of success was 78%. A transient 3 nerve paresis was observed in one of the patients. As a conclusion, endoscopic third ventriculostomy can provide a shunt-free survival for the patients with Dandy-Walker malformation.

5.THE IMPORTANCE OF ENDOSCOPIC BIOPSY TO DETERMINE MALIGNANCY IN PATIENTS WITH CHRONIC EPIGASTRIC PAIN AND DYSPEPTIC COMPLAINTS
Selahattin Vural, Samettin Çil, Tank Gandi Cincin, Ayhan Erdemir, Nimet Süslü, Feyyaz Onuray
Pages 14 - 17
Bu çalışmada amaç, kronik epigastrik ağrı ve dispepsi yalanması olan hastalarda erken dönem maligniteyi yakalama açısından endoskopik biyopsinin önemini ortaya koymaktır. Hastanemiz Genel Cerrahi ve Dahiliye Poliklinikleri'ne 1.1.2001-31.12.2001 tarihleri arasında kronik epigastrik ağrı ve dispepsi şikayetleriyle gelen 164 hastaya yaş sınırlandırılması yapılmaksızın gastroskopik inceleme yapılmıştır. Çalışmamıza katılan 164 hastanın 33"ünde (%19.8) malign dönüşüm potansiyeli olan kronik atrofik gastrit, intestinal metaplazi, Barret özefagusu, 4 (%2.4) hastada da malignite tespit ettik. Yaşlı dispeptik hastalarda ve dispeptik şikayetleri 6 aydan uzun süren, tedaviye dirençli, genç hastalarda endoskopik tetkik mutlaka yapılması gerekir. Bu sayede kanserin kesin tanısıyla birlikte erken dönemde yakalanması ve premalign patolojilerin tespiti, takip ve tedavilerinin yapılması sağlanacak; erken mide kanseri daha yüksek oranda tespit edilerek bu hastalarda küratif tedavi sağlanacaktır.
In this study, we aimed to focus on the importance of endoscopic biopsy for gastric malignancy in patients with chronic epigastric pain and dyspeptic complaints. One hundred and sixty-four patients with chronic epigastric pain and dyspeptic complaints, applied to our hospital's general surgery and internal medicine outpatient clinics between 1.1.2001-31.12.2001, were evaluated prospectively. Thirty-three patients (19.8%) had chronic atrophic gastritis, intestinal metaplasia and Barret's esophagus, which are premalignant lesions, and 4 (2.4%) patients had malignant lesions. Endoscopic examination should be done to old patients with dyspeptic complaints and to young patients having persistent complaints more than 6 months although medical therapy. By that way we can make pathologic diagnosis and also catch early phase carcinomas. This situation gives us effective and curative therapy chance.

6.PEDIATRIC EYE SURGERY: RETROSPECTIVE EVALUATION OF LARYNGEAL MASK INSERTION IN 575 CASES
Hakan Erkal, Yaman Özyurt, Güften Arslan, Tamer Kuzucuoğlu, Feriha Temizel, Zuhal Arıkan
Pages 18 - 20
Ocak 2001-Ocak 2004 tarihleri arasında, Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Merkez Ameliyathanesi'nde, Göz Kliniği tarafından elektif olarak öpere edilen pediatrik göz olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Üç yıllık süre boyunca 912 olguya genel anestezi uygulandığı, 575 (%63) olguya hava yolu sağlanması amacıyla laringeal maske (LM) uygulandığı saptandı. Olguların 271 'inin (%47.1) erkek, 304'ünıin (%52.9) kız olduğu saptandı. Yaş aralığının l ay-12 yıl (ortalama 6.2 yıl) arasında değiştiği, vücut ağırlığının 2.5-42 (ortalama 11) kg olduğu saptandı. LM yerleştirme başarımız %98.8 olarak bulundu. LM'nin 490 (%85.2) olguda ilk denemede, 51 (%8.9) olguda ikinci denemede ve 27 (%4.7) olguda üçüncü denemede yerleştirildiği saptandı. Yedi olguda (% 1.2), üç denemeye rağmen LM'nin yerleştirilemediği ve trakeal entübasyon gerçekleştirildiği saptandı. Hava yolu ile ilgili olarak gelişen komplikasyonların incelenmesi sonucunda 12 (%29.3) olguda öksürük, 8 (%19.5) olguda mide havalanması, 8 (%19.5) olguda nefes tutma, 5 (%12.9) olguda laringospazm, 5 (%12.9) olguda katlanma ve 3 (%7.3) olguda hıçkırık geliştiği saptandı. LM'nin, uygun pediatrik göz cerrahisi olgularında hava yolu idamesinde güvenli ve minimal komplikasyon ile kullanılabileceği sonucuna vardık.
This study was performed to investigate airway complications related to laryngeal mask (LM) use in a selected group of pediatric patients undergoing ophthalmic surgery. Five hundred seventy five pediatric patients were enrolled during 3-year period, of the 912 patients who underwent general anesthesia, 575 patient (63%) airways were managed with the LM. There were 271 males and 304 females. The age ranges was 1 month to 12 years (average 6.2 years), they weighted between 2.5 kg and 42 kg (mean 11 kg). The LM was easily inserted in 568 patients (98.8%), on the first attempt in 490 (85.2%) and on the second attempt in 51 (8.9%) patients. In 27 patients (4.7%) LM was successfully inserted on the third attempt. In seven patients (1.2%) LM could not be inserted with three attempts and tracheal intubation was performed. A total of 41 critical incidents were related to airway management. Laryngospasm was recorded in 5 (12.9%) patients, bucking occurred in 5 (12.9%) patients. Breath-holding in 8 (19.5%) patients and coughing in 12 (29.3%) patients were noted. LM can be regarded as a safe product for airway maintenance during pediatric ophthalmic surgeries with a stable circulation and few complications.

7.EVALUATION OF RESULTS OF TRANSPEDICULAR FIXATION WITH POSTERIOR INSTRUMENTATION AND FUSION IN THORACOLUMBAR REGION VERTEBRA FRACTURES
Gültekin S Çeçen, H Yener Erken, Muzaffer Yıldız, Erman Yanık, Güven Bulut
Pages 21 - 24
Bu çalışmada torakolomber bölgenin anstabil vertebra kırıkları posterior enstrumantasyon ve füzyon yöntemi ile kliniğimizde cerrahi olarak tedavi edilip, radyolojik ve klinik sonuçları takip edilen hastalar sunulmuştur. 1991-2003 yılları arasında Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği'ne başvuran ve klinik, nörolojik ya da radyolojik değerlendirmeyle cerrahi tedavisi planlanarak uygulanan 49 hasta çalışmaya dahil edildi. Olguların %94'ü T11-L4 seviyesinde olup %86'sı burst tipi kırıktı. Postoperatif kanal darlığında %45 oranında iyileşme sağlanırken, sagittal indeksler seviyelerin gerektirdiği oranlarda düzeltildi. Nörolojik olarak kötüleşme gözlenmeyen olguların %12'si çok iyi, %26'sı iyi olarak değerlendirildi.
In this study, the radiological and clinical results of patients surgically treated with posterior instrumentation and fusion technique in unstable vertebrae fractures in thoracolumbar region is presented. Between 1991-2003, 49 patients admitted to Dr. Lütfi Kırdar Kartal Research and Training Hospital 2 Orthopaedics and Traumatology Clinic, in which as a result of neurological and radiological evaluation surgery was planned are included in this study. 94% of the cases were at levels Tl 1-L4 vertebrae and 86% were burst type fractures. Postoperative spinal canal stenosis was improved by 45% while sagittal index levels were corrected as indicated. Among the cases in which neurological worsening is not observed 12% was evaluated as very good, 26% as good.

8.AN EFFECTIVE METHOD FOR PAIN CONTROL AFTER CIRCUMCISION: TOPICAL LIDOCAIN GEL
Cemal Göktaş, Önder Cangüven, Rahim Horuz, Selami Albayrak
Pages 25 - 27
Sirkumsizyon pediatrik üroloji pratiğinde en çok yapılan operasyondur. Bu, tıbbi sebepler yanında dini sebeplerle de yapılıyor olmasından kaynaklanır. Sirkumsizyon uygulananların tamamına yakını çocukluk çağında olduklarından, bu hastalarda postoperatif ağrı ciddi bir sorundur. Postoperatif ağrı kontrolü için çoğunlukla parenteral, oral veya rektal analjezikler kullanılmaktadır. Biz özellikle postoperatif erken dönemdeki ağrının kontrolü için uyguladığımız, glansa ve Sirkumsizyon hattına %2 lidokain jel damlatılması ile ilgili 98 hastadaki prospektif çalışmamızın sonuçlarını yayınlıyoruz. Hastalarımızın %31'inde ek bir analjezik tedavi gerektirmemiş olması ve ek analjezik tedavisi gereksinimi duyulan hastalarda analjezik dozu ve sıklığında azalma sağlaması nedeniyle, lidokain jel damlatılmasını yararlı bir uygulama olarak önermekteyiz.
Circumcision is the most commonly performed operation in pediatric urology because it is performed not only for medical but also for religious purposes. Since nearly all of the patients undergoing circumcision are children, postoperative pain is a serious problem in this population. In order to control postoperative pain, analgesic agents are used most commonly via oral, parenteral or rectal route. We present the findings of a prospective study of 98 patients in which a 2% lidocain gel was applied to the glans and circurhcision site to control early postoperative pain. We recommend topical application of lidocain gel as a helpful method for control of pain after circumcision, because when topical lidocain was applied to our patients, there had been no need for any additional analgesic agent in 31 % of the patients and it had decreased the dose and frequency of analgesic medication in the remainings.

9.FOUR RETRORECTAL TUMOR CASES OPERATED VIA POSTERIOR APPROACH
Ayhan Erdemir, Cengiz Menteş, Feyyaz Onuray, Cem Gezen, Mustafa Öncel, Selahattin Vural
Pages 28 - 30
Retrorektal tümörler çeşitli tanı araçlarıyla teşhis edilen ancak tedavisi genellikle güç, ender görülen malignitelerdir. Kendilerini perianal sinüs olarak da ortaya koyan bu tümörler tamda gecikmelere neden olmaktadır. Kliniğimizde Ocak 1992-Ocak 2002 tarihleri arasında öpere edilen tüm kanserli hastalar retrospektif olarak incelendi. Tarama sonuçlarında ortaya konulan retrorektal tümörlü hastalarda kullanılan tanı araçları, semptomatoloji, yapılan operasyonlar ve patolojik tanılar irdelendi. Çalışmamızdaki 4 olguda (üçü kadın) ortanca yaş 28'di (24-32). Ağrı en sık semptomdu. Bir hasta pilonidal sinüs tanısı ile başka bir hastanede öpere edilmişti. Hastaların hepsinde posterior yaklaşımla kitle eksizyonu ve koksiksektomi uygulandı. Patolojik tanıları nörojenik tümör (n=2), konjenital tümör (n=1), enflamatuar tümör (n=1) olarak tespit edildi. Perianal sinüs olarak da klinik bulgu verebilen bu tümörler daima akılda bulundurulmalı, şüpheli olgularda ayırıcı tam için diğer tanısal yöntemlerden faydalanılmalıdır. Koksiksin çıkarılması ile beraber yapılacak olan posterior yaklaşımla kitle eksizyonu bu tümörlerde yeterli ve güvenli bir tedavi yöntemidir. Bu çalışmada, kliniğimizde öpere edilmiş olan bu 4 olgu eşliğinde, seyrek görülen retrorektal tümörlerin tanısı ve tedavisini tartışmak amaçlanmıştır.
Retrorectal tumors are rarely seen, can be diagnosed with various techniques and often the treatment is troublesome. The diagnosis can be delayed when these tumors behave as perianal sinuses. All cancer patients, were treated between January 1992-January 2002 in our department, were retrospectively evaluated. The diagnostic tools, operations and pathological results were assessed in patients with retrorectal tumors. There were 4 patients (3 female) with a mean age of 28 (24-32) in our study. Pain was the most common compliant. One patient was misdiagnosed and mistreated in another institution. The excisions of the tumors were performed with coccyxectomy via a posterior approach in all cases. The pathological results were neurogenic tumor (n=2), congenital tumor (n=l) and inflammatory tumor (n=l). Retrorectal tumors should be kept in mind as a diagnosis for the recurrent perianal sinuses. The local excision of the tumor with coccyxectomy may be an appropriate surgical technique for the treatment of these tumors. To analyze the diagnosis and treatment of retrorectal tumors, with our experience of 4 patients operated in our department, was aimed in this study.

10.REPEAT ENDOSCOPIC THIRD VENTRICULOSTOMY
Burak O Boran, Adnan Dağçınar, M Memet Özek
Pages 31 - 32
Endoskopik 111. ventrikülostomi %90'lara varan başarı oranlarına rağmen, hastaların yaklaşık %20'sinde ilk bir sene içerisinde etkinliğini yitirmektedir. Bu tip durumlarda genel eğilim tekrar endoskopik 111. ventrikülostomi uygulamak yerine, ventriküloperitoneal şant takmak yönündedir. Bu çalışmada amaç, tekrar endoskopik 111. ventrikülostomi uygulanan 6 hastayı geriye dönük olarak gözden geçirerek edinilen tecrübeyi sunmaktır. Hastaların 4'ükız, 2'si erkekti. Yaş ortalaması 6 yaştı. İlk endoskopik girişim ile tekrar endoskopik girişim arasında geçen süre ortalama 11 aydı. Tekrar endoskopik 111. ventrikülostomi esnasında 4 hastada deliğin skar dokusu ile kapandığı görüldü, 1 hastada deliğin ileri derecede küçüldüğü gözlendi ve 1 hastada da deliğin altında ikinci bir araknoid membran saptandı. Tekrar endoskopik 111. ventrikülostomi sonrası %83 oranında başarı sağlandı. Sonuç olarak tekrar endoskopik 111. ventrikülostomi başarı oranı yüksek, komplikasyon oranı düşük bir işlem olup seçilmiş hastalara şanttan bağımsız bir hayat sürme şansını tanıyabilir.
Endoscopic third ventriculostomy, despite success rates varying up to 90%, fails within the first year, in about 20% of the patients. If the primary ventriculostomy fails, general tendency is to insert a ventriculoperitoneal shunt, rather than to attempt a repeat endoscopic third ventriculostomy. The aim of the study was to review 6 patients, who have undergone repeat endoscopic third ventriculostomy, retrospectively in order to present the experience gained. Four of the patients were female and two were male. The average age of the patients was 6 years. The average time interval between the first and repeat endoscopic procedures was 11 months. Intra-operative findings during the repeat endoscopic third ventriculostomy were as follows; the ostomy was closed by scar tissue in four of the patients, the ostomy was extremely diminished in size in one of the patients and a second arachnoid membrane was noted in one of the patients. The success rate of repeat endoscopic third ventriculostomy was 83%. As a conclusion, repeat endoscopic third ventriculostomy has a low complication and high success rate and in selected patients it may provide a chance for shunt free survival.

11.THE COMPARISON OF DESFLURAN AND SEVOFLURAN ON HEMODYNAMIC VARIABLES, POSTOPERATIF RECOVERY AND COGNITIVE FUNCTIONS IN GERIATRIC PATIENTS
Feriha Temizel, Deniz Doğu, Gülcan B Yıldırım, Gülten Arslan, Güneş S Çelik, Zuhal Arıkan
Pages 33 - 36
Bu çalışmada ortopedi operasyonu planlanan geriatrik hastalarda desfluran ve sevofluranın hemodinamik parametreler, derlenme süresi ve kognitif fonksiyonlar üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı. Altmış beş yaş ve üzerinde, ASA I-III 38 hasta çalışmaya alındı. Hastalara operasyon öncesi kısa kognitif muayene (KKM) testi uygulandı. Anestezi indüksiyonu fentanil, propofol ve vekuronyum ile sağlandı. Anestezi idamesi %50-50 N20-02 içinde I. gruba %3-6 konsantrasyonda desfluran ve II. gruba %l-2 konsantrasyonda sevofluran ile sağlandı. KAH (kalp atım hızı), OAB (ortalama arteriyel basınç) ve SpO2 değerleri indüksiyon öncesi ve sonrası, entübasyon sonrası 1, 5, 10, 15, 30. ve bu dakikadan sonra her 15 dakikada bir operasyon süresince kaydedildi. PAR skorları (Aldrete derlenme skoru) ve KKM çizelgeleri kontrolden 5, 10, 15, 30, 45 ve 60. dakikalarda tekrar değerlendirildi. Kan basıncı, KAH ve SpO2 değerlerinde gruplar arasında istatistiksel farklılık saptanmadı. Ekstübasyon zamanları, derlenme ve KKM değerleri açısından da her iki grup arasında istatistiksel farklılık saptanmadı. Sonuç olarak geriatrik hastalarda desfluran ve sevofluranın hemodinami, derlenme ve kognitif fonksiyonların geri dönüşü açısından benzer etkiye sahip olmaları nedeniyle güvenle kullanılabilecekleri kanısına varıldı.
In this study, we aimed to compare effects of sevoflurane and desflurane in terms of hemodynamic parameters, recovery time and cognitive function in geriatric patients. Thirty-eight patients over 65 years old, in ASA status I, II, III were included in the study. Before the operation short cognitive test (SCT) was applied to all patients. During induction fentanyl, propofol and vecuronium were given. In group I, anesthesia was maintained with 3-6% desflurane and in group II 1-2% sevoflurane in a mixture of 50% NO2 and 50% O2. Heart rate, mean arteriel pressure SpO2 values were recorded before and after induction, 1, 5, 10, 15, 30 minutes after intubation and recorded every 15 minutes during the operation. In the recovery room, post anesthesia recovery scores (PARS) and SCT scores of patients were recorded in the 5th, 10th, 15th, 30tn, 45th and 60th minutes. There was not any statistical difference between groups in terms of hemodynamic variables, SpO2 values, extubation time, SCT scores and PARS. We concluded that both agents could be used in geriatric patients.

12.FOURNIER GANGRENE: EVALUATION OF ELEVEN CASES
Cemal Göktaş, Önder Cangüven, Erkan Hirik, Selami Albayrak
Pages 37 - 38
Fournier gangreni genellikle lokal travma, operasyon veya immün sistemi etkileyen hastalıklara bağlı gelişen, gram pozitif mikroorganizmalar, enterik basiller ve anaeroblar tarafından oluşturulan skrotum, penis ve perineyi etkileyen akut enfektif bir gangrendir. Ekim 2001-Şubat 2003 tarihleri arasında kliniğimizde Fournier gangreni tanısı ile tedavi gören 11 olgu değerlendirmeye alınmıştır. Etyoloji 7 olguda ürogenital, 3 olguda anorektal ve l olguda deri kaynaklı idi. Ürogenital nedenler arasında 6 olguda periüretral abse, l olguda sürekli kateterizasyon vardı. Olgularımızda erken geniş rezeksiyon ve geniş spektrumlu antibiyotikler ile %100'lük başarı sağladık.
Fournier gangrene is an acute infective gangrene involving the scrotum, penis or perineum caused by gram-positive organisms, enteric bacilli and anaerobes, usually resulting from local trauma, operative procedures or urinary tract disease. Eleven cases diagnosed and treated as Fournier gangrene in our clinics, between October 2001-February 2003 were included for evaluation. Etiplogic origin of gangrene was ürogenital in 7 cases, anorectal in 3 cases and dermal in 1 case. There were periurethral abscess in 6 cases and continuous catheterization in one case among ürogenital causes. We achieved 100% success rate because of early wide resection and wide spectrum antibiotics.

13.INCIDENTAL MALIGNANCY RATES IN PATIENTS OPERATED DUE TO BENIGN THYROID NODULES
Selahattin Vural, Feyyaz Onuray, Cem Gezen, Nimet Süslü, Barış Tuzun, Cengiz Menteş, Erhan Tuncay
Pages 39 - 41
Bu çalışmada multinodüler guatr nedeniyle öpere ettiğimiz hastalardaki insidental olarak saptadığımız malignite oranlarımızı sunmayı amaçladık. Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Genel Cerrahi Kliniği'nde 1997-2003 yılları arasında multinodüler guatr nedeniyle öpere ettiğimiz hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların anamnez ve fizik muayeneleri sonrası tümüne ultrasonografi, sintigrafi ve ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) uygulanmıştı. İki cm'den büyük, sintigrafik olarak hipoaktif, İİAB'de benign kolloidal değişiklikler tespit edilen tiroid nodulu ya da nodülleri bulunan ve öpere edilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların operasyon sonrası patoloji sonuçları incelenerek tüm sonuçlar kayıt edildi. Aradığımız kriterlere uygun hasta sayısı toplam 354 idi. Hastalarımızın 307'si (%86.7) kadın, 47'si (%13.3) erkek idi. Olguların en genci 13, en yaşlısı 76 yaşındaydı. Hastaların yaş ortalaması 43.63±14.32 olarak bulundu. Hastaların patoloji sonuçları incelendiğinde 20 (%5.64) olguda malignite tespit edildi. Bu 20 hastanın 14'ünde (%70) papiller CA, 5'inde (%25) foliküler CA, l 'inde (%5) medüller CA tespit edildi. İİAB'si benign kolloidal nodul olan tüm olgularımızda malignite oranımız %5.64 olarak bulunmuştur. İnsidental malignite oranımız ve çeşitliliği diğer ülke literatürleriyle uyumlu olarak bulunmuştur. Sitologların deneyiminin artmasının, cerrahi endikasyonumuzun daralmasına ve çıkarılan nodüllerde kanser ile karşılaşma oranımızın da artmasına yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
In this study, we aimed to present our incidental malignancy rates in patients who were operated due to multinodular goiter (MNG). We retrospectively evaluated patients operated due to MNG in Dr. Lütfi Kırdar Kartal Training and Research Hospital 1st Surgery Clinic between 1997-2003. After taking history and physical examination all patients were examined with ultrasonography, thyroid scintigraphy and fine needle aspiration biopsy (FNAB) was applied to nodules. Patients having hypoactive nodules more than 2 cm in diameter with benign colloidal changes at FNAB were included in the study. Postoperative histopathological examination results were collected. There were 354 patients of which 307 were women (86.7%) and 47 were men (13.3%). The youngest of them was 13 years old and the oldest one was 76 with average age being 43.63±14.32. Postoperative histopathological examination results were malignant in 20 patients (5.64%); 14 of them (70%) were papillary carcinoma, 5 (25%) were follicular carcinoma and 1 (5%) was medullary carcinoma. Malignancy rate was 5.64% whose FNAB results were benign. Incidental malignancy rates and malignancy types of our study correlate with the literature. We think that with increased experience of cytologists, our indications of surgery will narrow and malignancy rates will increase.

CASE REPORT
14.TREATMENT OF CHRONIC CALCANEAL OSTEOMYELITIS IN A HEREDITARY SENSORY NEUROPATHIC CHILD: CASE REPORT
Güven Bulut, Erman Yanık, Gökçe Mık, Önder Ofluoğlu, Muzaffer Yıldız
Pages 42 - 44
Herediter sensoryal nöropati (HSN) tip 4 ağrıya duyarsızlık, mental retardasyon, bozulmuş termoregülasyon ve terlememe ile karakterize, otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Literatürde HSN tip 4 tanısı alan yaklaşık 40 hasta bildirilmiştir. Ayakta şişlik ve topukta akıntı şikayetiyle 6 aylıktan beri medikal tedavi gören, 4.5 yaşındaki erkek hastada ağrıya duyarsızlık, mental retardasyon, sıcağa intolerans, terlememe, ebeveynlerinde akraba evliliği, ateşlenme nedeni ile ölen kardeş hikayesi ve diğer 2 kardeşinde de benzer semptomlar saptanmıştır. Pediatrik nöroloji konsültasyonuyla kranial BT, EMG, periferik sinir biyopsisi, kromozom analizi yapılmış ve sonuçlar HSN tip 4 ile uyumlu bulunmuştur. Radyografik, MRG, hematolojik ve mikrobiyolojik tetkikler sonucunda kronik kalkaneus osteomiyeliti tanısı konmuştur. Hasta 7 ayda 3 kez öpere edilmiştir. İlk operasyonda debridman ve sekestrektomi uygulanmış, uygun antibiyoterapi ve yara bakımına rağmen akıntısı devam eden olguya, 3. ayda geniş debridman, fistülektomi ve vankomisin içeren antibiyotikli zincir uygulanmıştır. Hiperbarik oksijen tedavisi ile desteklenen olgunun, akıntısında azalma görülmemesi üzerine total kalkanektomi yapılmıştır. Alanlısı sonlanan ve laboratuar değerleri normale dönen olgu, bir ay sonra özel destekli bot ile yürütülmüştür. Dokuz aylık takibinde nüks görülmeyen hastanın yürüme fonksiyonu kalkanektomi öncesi ile aynı olarak değerlendirilmiş olup günlük aktivitelerini sürdürmektedir. Ağrıya duyarsızlığın eşlik ettiği sendromlarda gelişen kronik osteomiyelitin tedavisi güçtür. Erken tanı, uygun medikal ve cerrahi tedavi, aile ve çocuğun eğitimi tedavinin seyrinde oldukça önemlidir.
Hereditary sensory neuropathy (HSN) type 4 is a rare autosomal recessive disorder characterized clinically by disturbed thermoregulation, insensitivity to pain, mental retardation and systemic anhydrous. In the review of literature there have been fewer than 40 cases. A 4,5 year old boy of a consanguineous marriage referred to our institute with complaints of swelling and purulent wound at foot. He had symptoms of insensitivity to pain, mental retardation and anhydrous. The diagnosis of HSN type 4 had been established after detailed neurological examination, biopsy of sural nerve, chromosomal studies, cranial CT, EMG and consultation with pediatric neurology department. Radiographs, MRI, hematological and microbiological studies revealed chronic calcaneal osteomyelitis. The patient was operated three times in seven months. Initially debridement and secestrectomy were done and parenteral antibiotherapy was administered. Despite this procedure the wound has not healed after 3 months. Then the debridement was repeated, sinus tract excision was done and vancomysin impregnated PMMA beans were settled to the cavity. Additionally hyperbaric oxygen therapy was applied. Since the wound had not progressed satisfactorily, finally total calcanectomy was done. The wound healed properly. laboratory evaluation revealed normal white blood cell count, sedimentation rate and CRP. Patient was mobilized after one month postoperatively with a custom-made ankle foot orthosis. At 9 months follow-up, there was no evidence of recurrent infection and the patient maintained the same level of ambulation assessed before calcanectomy. The treatment of chronic calcaneal osteomyelitis in congenitally insensate patients raises difficulties. Early diagnosis, appropriate medical care and proper surgical interventions, education of children and family are the key factors to treating these patients.

15.CENTRAL GIANT CELL GRANULOMA INVOLVING BOTH MAXILLA AND MANDIBULA: CASE REPORT
Temel Coşkuner, Elif Yasul, Mahmut Özkırış, Süheyl Haytoğlu, Şeref Ünver
Pages 45 - 47
Santral dev hücreli granülom baş-boyun bölgesinde çok ender görülen, iyi huylu fakat çevresel kemik destrüksiyonu yapması nedeni ile agresif seyirli bir tümördür. Dört aydır maksilla ön duvarı ve mandibula ramusunda şişlik şikayeti ile başvuran, 10 yaşındaki erkek hastanın yapılan insizyonel biyopsi sonuçları iki farklı lokalizasyon için de santral dev hücreli granülom olarak bildirildi. Hastanın yaşı ve yüz iskeletinin büyüme özelliğinin devam ettiği göz önüne alınarak, mandibüler kitle intralezyonel steroid enjeksiyonu ile tedavi edilirken, belirgin fasiyal asimetriye neden olan maksiller lezyon ise primer küretajla temizlendi. Altıncı ayda çekilen kontrol tomografilerinde maksiller bölgede rezidü veya nükse ait bulguya, mandibüler bölgedeki lezyonda ise progresyona rastlanmadı.
Central giant cell granuloma is rare in head and neck region. Although it is a benign tumor, the ability of local bone destruction makes it agressive. Ten years old, male patient presented with a history of swelling in both maxilla and mandibula for 4 months. The results of insicional biopsies of the two different areas were as central giant cell granuloma. Because of the patient's age and growth pattern of the maxillofacial skeleton, the mandibular lesion was treated by intralesional steroid injection. The asymmetric view of the patient's face by the maxiller lesion allowed us to perform primary curretage of the lesion. Residual lesion or recurrence at the maxiller region and also progression of the lesion at the mandibular region were not seen in the control CT performed six months later.

16.SMALL BOWEL INJURY DUE TO BLUNT INGUINAL HERNIA TRAUMA: TWO CASES
Selahattin Vural, Barış Tuzun, Gülay Dalkılıç, Burak Demirca, Nimet Süslü, Atilla Kurt
Pages 48 - 49
Kunt karın travmalarında en önemli mekanik bariyer ön karın duvarıdır. Karın ön duvarında fıtığı olan hastalarda karın içi basıncın artması sonucu barsaklar fıtık kesesi içine doğru hareket eder ve travmalara daha açık hale gelirler. Biz de inguinal herni kesesi üzerine kunt travma sonrası akut karın nedeni ile yatırılan ve ince barsak yaralanması çıkan iki olgumuzu inceledik.
Abdominal wall remains a major mechanical barrier in blunt abdominal trauma. In patients suffering from abdominal wall hernia increase in bowel pressure and bulging of intestines into hernial sac becomes more vulnerable to traumas. We have presented two cases admitted as acute abdomen after a blunt trauma to inguinal hernia sac that caused small bowel injury.

17.NEGLECTED POSTEROLATERAL ELBOW DISLOCATION AND INTRAARTICULAR ENTRAPMENT OF MEDIAL EPICONDYLE: CASE REPORT
Güven Bulut, Davud Yasmin, Önder Ofluoglu, Sırrı Aksu, Muzaffer Yıldız
Pages 50 - 52
Çocuklarda erişkinlere oranla daha az görülen dirsek çıkıklarına en sık medial epikondil kırıkları eşlik eder. Redüksiyon sonrası dikkatli grafi kontrolleri yapılmazsa bazen eklem içinde tuzaklanan epikondil gözden kaçabilir. Bu çalışmada 10 haftalık nonredükte posterolateral dirsek çıkığı ile birlikte medial epikondilin eklem içinde tuzaklandığı 13 yaşındaki bir bayan olgu sunulmuştur. Hastanın dirseğine açık redüksiyon yapılmış, medial epikondil anatomik lokalizasyonuna fikse edilmiştir. Klinik sonuç Mayo dirsek performans skoru ile değerlendirildiğinde yeterli bulunmuştur.
Dislocation of the elbow occurs rarely in children than adults and usually associated with medial epicondyle fractures. The epicondyle fragment sometimes was entrapped into the joint space after reduction. If appropriate radiographic studies shouldn't made carefully, entrapment of epicondyle should be missed. We present a 13 years old female patient who had a neglected posterolateral elbow dislocation for 10 weeks and intraarticular entrapment of medial epicondyle. She underwent open reduction and internal fixation with anatomic reduction of the medial epicondyle. Elbow function evaluated with Mayo performance score and the result was found satisfactory.

18.VOMERONASAL PIT: CASE REPORT
Sedat Aydın, Arif Şanlı, Resul Öztürk, Özlem Çelebi
Pages 53 - 54
İnsanlardaki vomeronazal yapı tüm memelilerde bulunan vomeronazal organın bir artığıdır. Gelişen teknoloji ile birlikte rutin nazal endoskopi sırasında kuadrangüler septumun antero-inferior bölgesinde oyuk biçiminde vomeronazal organ artığına rastlayabiliriz. Muayenede daha önceleri, teknolojik imkansızlıklar sebebiyle farkına varamadığımız vomeronazal organa ait bu oyuğun güncelliğini, olgu sunumu biçiminde literatür bilgileri ışığında sunmayı uygun bulduk.
Vomeronasal pit is a remnant of the vomeronasal organ existing in all mammalians. With the development of technology, by using nasal endoscopies, we can often find the vomeronasal pit located at the base of the anterior part of the quadrangular septum. The aim of this case report is to introduce the vomeronasal organ with the help of the literature. Which would not be realized otherwise because of lacking technical support.

REVIEW
19.
VİTİLİGODA ETYOLOJİ, PATOGENEZ VE KLİNİK
Özer Arıcan
Pages 55 - 60
Abstract |Full Text PDF

20.
AĞRISIZ DOĞUM (PAIN RELIEF IN LABOR)
Tamer Kuzucuoğlu, Hakan Erkal, Yaman Özyurt, Erhan Çıplaklıgil, Zuhal Arıkan
Pages 61 - 64
Abstract |Full Text PDF

21.
MALİGN HASTALIKLARIN DEĞERLENDİRİLMESİNDE TC-99M MIBI SİNTİGRAFİSİ
Güzin Töre
Pages 65 - 68
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale