E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama




SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 34 (1)
Cilt: 34  Sayı: 1 - 2023
1.
Front Matter 2023-1
Front Matter 2023-1

Sayfalar I - VIII

ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Trakeal stenoz nedenli hastane başvurularının pandemi sırasında ve öncesinde karşılaştırılması
Comparison of Hospital Presentations Due to Tracheal Stenosis Before and During the COVID-19 Pandemic
Ummahan Dalkılınç Hökenek, Jülide Sayın Kart, Fatıh Dogu Geyik, Gülten Arslan, Kemal Saracoglu, Recep Demirhan
doi: 10.14744/scie.2023.25348  Sayfalar 1 - 7
GİRİŞ ve AMAÇ: Uzun süreli invaziv mekanik ventilasyon trakeal stenozun (TS) ana nedenidir. COVID-19 pandemisi boyunca uzun süreli invaziv mekanik ventilatör desteği altında tedavi gören hasta sayısı da artmıştır. Bu çalışmanın amacı pandemi dönemi öncesi ve sonrası TS nedenli hastane başvurlarının incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Ekim 2017–Ekim 2022 yılları arasındaki beş yıllık dönemde retrospektif, gözlemsel olarak tasarlanmıştır. Trakeal stenoz nedenli hastaneye başvuran tüm hastalar, hastane otomasyon sisteminden taranmıştır. Verisine ulaşılamayan, eksik ya da yanlış bilgi içeren, tedavi ve takip amaçlı başka hastaneye nakil edilen hastalar çalışmadan dışlandı. Hastalar pandeminin başladığı Mart 2020 öncesi ve sonrası olarak pandemi öncesi (PÖ) ve pandemi sonrası (PS) olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların yaşı, cinsiyeti, başvuru şekli, başvuru şikayeti, komorbiditeleri, trakeal stenoz etyolojisine dair bilgiler, yoğun bakım yatışı, mekanik ventilatör ile tedavi ihtiyacı, mekanik ventilatör ile tedavi süresi, trakeostomi varlığı, geçirilmiş cerrahi müdahale varlığı, tedavi şekli veri formuna kaydedildi. Tüm değişkenler pandemi öncesi ve sonrası şeklinde kıyaslandı. İstatistiksel analizler için SPSS version 25 istatistik paket programı kullanılmıştır. Yapılan tüm testler için anlamlılık düzeyi 0.05 olarak alınmıştır.
BULGULAR: Araştırmaya dahil edilen TS tanılı hasta sayısı 60 olup, 21’i PÖ, 39’u ise PS tedavi gören hastalardır. Hastaların 40’ı erkek, 20’si kadındır ve yaşları 3 ile 77 arasında değişmektedir. PÖ dönemde ortalama olarak 5.25 olan başvuru sayısı PS döneminde 13’e çıkmış ve sonuçta COVID-19 nedeniyle başvuru sayısı 2.47 kat artmıştır. Gruplar incelendiğinde PS dönemde ortalama yaş, diabetes mellitus ve hipertansiyon varlığı, stridor bulunması, dilatasyon ve stent uygulaması artmıştır (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımıza göre COVID-19 enfeksiyonu sebebiyle artmış invaziv mekanik ventilasyon ihtiyacı, trakeal stenoz görülme sıklığını da arttırmıştır. Bulgularımıza göre, hastaların COVID-19 enfeksiyonu ve invaziv mekanik ventilasyon öyküsü sorgulanarak potansiyel trakeal stenoz vakaları predikte edilebilir.
INTRODUCTION: Prolonged invasive mechanical ventilation (IMV) is the main cause of tracheal stenosis (TS). During the COVID-19 pandemic, the number of patients treated with long-term invasive mechanical ventilator support also increased. This study aimed to examine hospital presentations due to TS before and during the pandemic period.
METHODS: This retrospective observational study was planned over the 5-year period from October 2017 to October 2022. The data of all patients who presented to the hospital due to TS were screened through the hospital’s automation system. The age, gender, presentation unit and complaints, comorbidities, etiology of TS, intensive care admission, mechanical ventilation requirement and duration, the presence of a tracheostomy, the presence of previous surgical intervention, and treatment modalities were recorded in the data form. All variables were compared between the pre-pandemic and pandemic periods. SPSS version 25 statistical software package was used for statistical analyses. The significance level was taken as 0.05 for all tests.
RESULTS: The study included a total of 60 patients diagnosed with TS, of whom 21 presented to the hospital before and 39 during the pandemic. Forty of the patients were male and 20 were female, and their ages ranged from 3 to 77 years. The mean number of presentations was 5.25 before the pandemic and increased to 13 during the pandemic, indicating a 2.47-fold increase due to COVID-19. When the groups were examined, the mean age, the presence of diabetes mellitus and hypertension, the presence of stridor, tracheal dilatation, and stenting significantly increased during the pandemic period (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to our results, the increased requirement for IMV due to COVID-19 infection also increased the frequency of TS. Due to our findings, potential cases of TS can be predicted by inquiring about the patient’s history of COVID-19 infection and IMV.

3.
NonBilier Akut Pankreatit Nedeni ile Klinik Takibi Yapılan Hastaların Prognoz Değerlendirmesinde Ranson Kriteri ve HAPS Skorunun Karşılaştırılması
Comparison of Ranson Criteria and HAPS Score for Prognosis of Patients with Clinical Monitoring due to Non-biliary Acute Pancreatitis
Zeynep Koç, Seydahmet Akın, Banu Boyuk, Özcan Keskin
doi: 10.14744/scie.2022.03789  Sayfalar 8 - 11
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda non-bilier akut pankreatit (AP) olgularında HAPS skorunun güvenirliğinin; yaygın, sık kullanılan ve güvenilir bir skorlama sistemi olan Ranson skoru ile prognoz tahmini açısından karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2016–Haziran 2021 arasında klinik takibi yapılan yaş ortalaması 48 olan Non Bilier AP tanılı 73 hasta çalışmaya dahil edildi. Ranson ve HAPS skoru ile klinik seyirleri mukayese edildi. Klinik seyirde yatış süreleri, nihai son karar ve lokal ya da sistemik komplikasyon varlığı değerlendirildi.
BULGULAR: HAPS ve Ranson skorun mukayese edildiğinde hastaların prognoz tahmininde istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmemiştir (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Güvenirliği yüksek bir skorlama sistemi olan Ranson skorlama sistemi 48 saatte tamamlanmakta olup HAPS skoru ise hastanın ilk klinik kabulünde değerlendirilen 3 kriter ile hesaplanmaktadır. Kullanım kolaylığı olan HAPS skoru gerek hafif gerekse şiddetli olgularda prognoz tahmininde Ranson skoru kadar güvenilir tespit edilmiş olup Ranson skorunun kullanılmayacağı durumlarda NonBilier AP olgularında prognoz tahmininde güvenle kullanılabilir.
INTRODUCTION: In our study, we aimed to compare the reliability of the Harmless Acute Pancreatitis Score (HAPS) score with the widespread, commonly used and reliable scoring system of the Ranson score in terms of prognosis prediction for non-biliary acute pancreatitis (AP) cases.
METHODS: The study included 73 patients with diagnosis of non-biliary AP with mean age 48 years, admitted for clinical follow-up from January 2016 to June 2021. The Ranson and HAPS scores and clinical progression were compared. For clinical progression, duration of admission, final outcome, and presence of local or systemic complications were assessed.
RESULTS: When HAPS and Ranson scores are compared, there was no statistically significant difference identified in the prognosis predictions for patients (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The Ranson scoring system, a scoring system with high reliability, is completed in 48 h, while the HAPS score is calculated with three criteria assessed on the patient’s initial clinical admission. The HAPS score, with convenient use, was identified to be as reliable as the Ranson score for prognosis prediction of both mild and severe cases and may be safely used for prognosis of non-biliary AP cases in situations, where the Ranson score cannot be used.

4.
Palpe Edilemeyen Meme Lezyonlarının Eksizyonunda Tel ve Radyoaktif Madde ile İşaretleme Yöntemlerinin Karşılaştırılması
Comparison of Radio-guided Occult Lesion Localization (ROLL) and Wire-guided Localization in Non-palpable Breast Lesions
Fırat Mülküt, Mehmet Eser, Aytaç Emre Kocaoğlu, Mehmet Mustafa Altıntaş, Noyan ilhan, Cem Batuhan Ofluoğlu
doi: 10.14744/scie.2022.59489  Sayfalar 12 - 17
GİRİŞ ve AMAÇ: Memede erken zamanda yakalanan şüpheli malign lezyonların eksizyonunda uygulanan işaretleme yöntemlerinden radyo kılavuzlu (ROLL) ve Tel ile işaretlemenin karşılaştırılması ve varsa birbirlerine üstünlüklerinin bulunması.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 23 Eylül 2014 ile 02 Şubat 2017 tarihleri arasında hastanemizde tarama amaçlı yapılan mammografi ve ultrasonografide tespit edilen ancak muayenede palpe edilemeyen şüpheli malign lezyonu olan 79 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastaların 42 tanesine ROLL, 37 tanesine tel ile işaretleme uygulandı. Hastaların işaretlemeye bağlı komplikasyonları, piyes hacmi, operasyon süresi, son patoloji raporları ve rerezeksiyon ihtiyacı değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların tümü kadındı. Hastaların yaş ortalaması 53.2 ve vücut kitle indeksi ortalaması 28.7 olarak bulundu. Olguların son patoloji raporlarında 43’ünün (%54.5) malign, 9’unun (%11.4) premalign, 27’sinin (%34.2) benign olduğu görüldü. Piyes hacmi ROLL hastalarında ortalama 36.2cc±19.6, Tel hastalarında ise 40.8cc±22.8 olarak bulundu (p=0.34). Ameliyat süresi ROLL hastalarında ortalama 13.2 dk±4.2, Tel hastalarında ise 18.2 dk±6.7 olarak bulundu (p=<0.001). ROLL hastalarında toplam 8 hastaya rerezeksiyon gerekliliği oldu. Tel hastaların-da ise toplam 14 tanesinde rerezeksiyon yapıldı (p=0.07).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Non-palpabl meme lezyonlarının tanısal amaçlı veya küratif eksizyonlarında, ROLL ile yapılan ameliyatın süresi tele göre anlamlı de-recede kısa ve rerezeksiyon ihtiyacı daha azdır. ROLL yönteminde tele özgü komplikasyonlardan kaçınmak mümkündür.
INTRODUCTION: Breast cancer is the most commonly diagnosed malignancy and the second leading cause of cancer-related deaths in women. It is estimated that one in 11 women in developed societies, one in nine women in the UK, and one in eight women in the USA experience breast cancer at some point in their lives. Early diagnosis of breast cancer reduces mortality and morbidity. According that, in this retrospective study, the superiority of the radio-guided occult lesion localization (ROLL) method and the wire-guided localization(WGL) method to one another was investigated considering the data including lesion size, duration of surgical excision, surgical margin, and the need for re-resection in non-palpable lesions suspected of malignancy.
METHODS: The study included 79 female patients who had non-palpable breast lesions and suspicious findings for malignancy on mammography and breast ultrasonography. The mark-ing was made on the operation day at the radiology clinic for all patients. All surgeries were performed under general anesthesia.All surgical operations were performed by the same surgeon, all markings were made by the same radiologist, and the material was prepared for ROLL by the same nuclear medicine clinic.
RESULTS: The specimen volume was 36.2±19.6 cc in the ROLL group and 40.8±22.8 cc in the WGL group (p=0.34). The duration of surgical excision was 13.2±4.2 min in the ROLL group and 18.2±6.7 min in the WGL group (p<0.001). The closest distance to the lesion was 4.5±3.0 mm in the ROLL group and 4.0±3.1 mm in the WGL group (p=0.52). Eight patients in the ROLL group and 14 patients in the WGL group required re-resection (p=0.07). No significant difference was found between the groups except for the duration of surgical excision.
DISCUSSION AND CONCLUSION: n the ROLL method, the duration of the operation significantly shortens compared to WGL, and the re-resection rate is lower.

5.
Kritik COVID-19 Hastalarında Erken Mortalitenin Prediktörü Olarak Oksijenasyon İndikatörleri
Oxygenation Indicators as a Predictor of Early Mortality in Critically ill Patients with COVID-19
Yeliz Bilir, Gamze Cabakli, Fulya Ciyiltepe, Hakan Haydarlar, Ayten Saracoglu, Kemal Tolga Saracoglu
doi: 10.14744/scie.2022.10693  Sayfalar 18 - 24
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 takibinde, hastalığın şiddetli seyretmesi ve ölümle sonuçlanabilmesi nedeniyle, prognoz ve mortaliteyi öngören belirteçle-rinin ortaya konulması önem arz etmektedir.COVID-19 hastalarında erken mortalite belirteci olarak biyokimyasal parametrelerin kullanıldığı bilinmektedir ancak oksijen belirteçleri ile yapılan yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada yoğun bakım kabulü yapılan şiddetli COVID-19 hastalarında, mortalite üzerine etkisi olabilecek oksijenasyon indikatörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif olarak planlanan ve yerel etik kurul onayı alınan çalışmamıza (2021/514/200/33) üçüncü basamak yoğun bakım ünitesine, Nisan-Eylül 2021 tarihleri arasında kabulü yapılan COVID-19 bağlı Akut Respiratuvar Distres Sendromu (CARDS) tanılı 122 hasta dahil edildi. Ölüme neden olabilecek komorbiditesi, hematolojik hastalığı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastalar exitus ile sonuçlanan (Grup-E) ve taburcu-discharge edilen olarak (Grup-D) iki gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri, APACHI-II ve SOFA skoru, arteriyel kandaki kısmi oksijen basıncı (PaO2), oksijen satürasyonu (SpO2), arteriyel oksijen kontenti (CaO2), PaO2/FiO2 (P/F) oranı, SpO2/FiO2 (S/F) oranı, santral venöz oksijen satürasyonu (ScvO2), arteriyel oksijen indeksi (OI), oksijen satürasyon indexi (OSI), laktat, IL-6 ve ferritin, lenfosit düzeyi, ortalama arter basıncı, yoğun bakım gün sayısı, entübe gün sayısı, taburculuk ve mortalite durumları kaydedildi.
BULGULAR: Yatış anında ölçülen SPO2, PaO2, CaO2 değerleri açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu. OI, OSI, P/F, S/F, ScvO2, APACHEII ve SOFA skoru, entübe gün sayısı, laktat, ferritin, IL-6 parametreleri açısından iki grup arasında anlamlı ilişkili bulundu. Bu değişkenler için ROC ve lojistik regresyon analizi yapıldı, kesme noktaları hesaplandı. OI (>7, AUC: 0.798, p=0.001) ve OSI (>4.5, AUC: 0.805, p=0.001) indikatörlerinin mortalitenin en belirgin bağımsız değişkenleri olduğu tespit edildi. AyrıcaOI≥7 olması durumunda mortalitenin 23 kat, OSI ≥4.5 olması durumunda mortalitenin 40 kat artırdığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: CARDS tanısı ileyoğun bakım ünitesine yatışlarda mortaliteyi öngörmedeOI ve OSI’nin anlamlı bağımsız değişkenler olduğu görüldü. Aynı zamanda çalışmamızda bu non-invaziv bakılan parametrelerden S/F oranının; P/F kadar değerli, OI oranının; OSI kadar güçlü bir prediktör olduğu tespit edildi.
INTRODUCTION: In the follow-up of Coronavirus disease 2019 (COVID-19), the predictors of prognosis and mortality are important for early initiation of treatments to reduce the se-verity of disease and for preventing death. There are many biochemical parameters used as early mortality markers in COVID-19 patients. However, there is not a sufficient number of studies on the predictive role of oxygen markers.
METHODS: Prospectively designed study which was approved by the local ethics committee (2021/514/200/33) included 122 patients with COVID-19-associated acute respiratory dis-tress syndrome (CARDS). The patients were divided into two groups discharged (Group-D) and deceased (Group-E). Demographic data och oxygenation and biochemical values of the patients, length of stay in intensive care unit (ICU), intubation duration, the status of dis-charge and mortality were recorded for each patient.
RESULTS: There was no significant difference between the two groups in terms of the values of Oxygen saturation, partial pressure of oxygen, and arterial oxygen content first measured at the ICU. On the other hand, a significant difference was observed between the two groups in the parameters of oxygenation index (OI), oxygenation saturation index (OSI), P/F, S/F, ScvO2, and the APACHE II and SOFA scores, the number of intubated days, and lactate, ferritin, and IL-6 (p<0.05). ROC curve and logistic regression analyses were performed for these variables and cut-off points were calculated. The OI (>7, AUC: 0.798, p=0.001) and OSI (>4.5, AUC: 0.805, p=0.001) indicators were determined to be the strongest independent variables for mortality. It was observed that mortality increased 23 times when OI ≥7, and 40 times when OSI ≥4.5.
DISCUSSION AND CONCLUSION: OI and OSI were found to be significant independent variables in predicting mortality in ICU admissions with the diagnosis of CARDS. In addition, in our study, it was determined that among these noninvasively studied parameters, the S/F ratio was as valuable as P/F and OI was as a strong predictor as OSI.

6.
Anormal Uterin Kanamanın Tedavisinde Oral ve Vajinal Mikronize Progesteronların Etkinliklerinin Karşılaştırılması: Prospektif Randomize Kontrollü Çalışma
Efficacy of Vaginal Micronized Progesterone Versus Oral Micronized Progesterone in the Treatment of Abnormal Uterine Bleeding: A Prospective Randomized Controlled Trial
Pınar Yıldız, Esra Keles, Egemen Aydın, Gazi Yıldız, Emre Mat, Kazibe Koyuncu, Rezzan Berna Baki, Özgür Kartal, Alev Esercan, Pınar Birol, Ahmet Kale
doi: 10.14744/scie.2022.57255  Sayfalar 25 - 30
GİRİŞ ve AMAÇ: Anormal uterin kanaması olan hastalarda menstrüel siklusun düzenliliği, kan hemoglobin ve lipid seviyeleri, endometrial kalınlık açısından oral ve vajinal mikronize progesteronun etkisini karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Anormal uterin kanaması olan toplam 80 hasta iki gruba ayrıldı: oral mikronize progesteron grubu (n=40) ve vajinal mikronize progesteron grubu (n=40). Üç aylık tedaviden sonra hastaların tedaviye uyumu, tedaviden memnuniyeti (memnun-memnun değil), düzenli bir siklusu olup olmadığı ve tedavinin yan etkileri sorgulandı. Tedavi öncesi ve sonrası hastalar endometrial kalınlık, hematolojik ve biyokimyasal parametreler açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Toplam 66 hasta, birinci grup (oral progesteron) ve ikinci grup (vajinal progesteron) olarak ayrıldı. İki grup arasında yaş, parite ve vücut kitle indeksi (VKİ) açısından istatistiksel olarak belirgin fark yoktu. Her iki grupta da tedaviden sonra hemoglobin düzeylerinin önemli ölçüde arttığı bulundu (p=0.0001). Tedavi öncesi ve sonrası lipid değerleri açısından her iki grupta da istatistiksel olarak belirgin grup içi veya gruplar arası fark bulunmadı. Her iki grupta da tedaviden sonra endometriyal kalınlıkta anlamlı bir azalma oldu (p=0.0001). Tedavi sonrası oral progesteron grubunda 26 (%81.25) hastada, vajinal progesteron grubunda 30 (%88.23) hastada menstrüel siklus düzenli hale gelmesine rağmen gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. Birinci grupta (n=25/32) hastaların %78.12’si tedaviden memnun kalırken, ikinci grupta (n=28/34) %82.35’i tedaviden memnun kaldı ve gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Etkinliği ve güvenliği, kolay tolere edilmesi ve az yan etkisi göz önüne alındığında, vajinal mikronize progesteron, anormal uterin kanamanın tedavisinde oral preparatlara iyi bir alternatif olabilir.
INTRODUCTION: To compare the effect of oral and vaginal micronized progesterone in terms of regularity of menstrual cycle, blood hemoglobin and lipid levels, and endometrial thickness in patients with abnormal uterine bleeding (AUB).
METHODS: A total of 80 patients with AUB were randomized into two groups: the oral micronized progesterone group (n=40) and the vaginal micronized progesterone group (n=40). After 3 months of treatment, patients were inquired about compliance to treatment, treatment satisfaction (satisfied-unsatisfied), whether a regular cycle was present, and side effects. Pre- and posttreatment parameters were compared in terms of ultrasonographic endometrial thickness measurement, and hematologic and biochemical parameters.
RESULTS: Overall 66 patients, the first group (oral progesterone) and the second group (vaginal progesterone) were evaluated. There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, parity, and body mass index. In both groups, hemoglobin levels were found to be significantly increased after treatment (p=0.0001). No statistically significant intragroup or intergroup difference was found in either group in terms of lipid values before and after treatment. There was a significant decrease in endometrial thickness after treatment in both groups (p=0.0001). After treatment, in the oral progesterone group, the menstrual cycle became regular in 26 (81.25%) patients while in the vaginal progesterone group, it became regular in 30 (88.23%) patients, with no significant difference between groups. In the first group (n=25/32), 78.12% of patients were satisfied with the treatment, whereas in the second group (n=28/34) 82.35% were satisfied with the treatment, with no significant difference between groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Considering its efficacy and safety, easy toleration, and few side effects, vaginal micronized progesterone may be a good alternative to oral preparations in the treatment of AUB.

7.
Pulmoner Emboli Hastalarında Şok İndeksinin Mortalite Prediktörü Olarak Kullanımı
Using the Shock Index in Predicting Mortality in Patients with Pulmonary Embolism
İlkay Güler, İzzet Ustaalioğlu
doi: 10.14744/scie.2023.26096  Sayfalar 31 - 35
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, acil departmanında (AD) pulmoner emboli (PE) tanısı alan hastaların ilk başvuru anındaki şok indeksi (Şİ) değer-leri ile hastane içi mortalite arasındaki ilişkiyi incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İki yüz beş hastanın verileri retrospektif olarak analiz edildi. Şİ ile hastane içi mortalite arasındaki ilişkiyi incelemek için lojistik regresyon modeli kullanıldı. Alıcı çalışma karakteristik eğrisi kullanılarak Şİ’nin hastane içi mortaliteyi tahmindeki kestirim değeri hesaplandı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 67.1±16.6 olup bunların 114’ü (%55.6) kadın idi. Mortalite oranı %24.9 idi. Çok de-ğişkenli lojistik regresyon modelinde hastane içi mortaliteyi öngörmede Şİ’nin anlamlı-bağımsız etkisi gözlendi (p<0.05). Şİ’nin hastane içi mortaliteyi belirlemede kestirim değeri >0.87 olduğunda duyarlılığı %100.0, özgüllüğü %90,9, pozitif prediktif değeri %78.5 ve negatif prediktif değeri %100.0 bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Şok indeksi; kolay, hızlı ve ucuz olarak hesaplanabilir özelliklerine sahiptir. PE hastalarında SI kullanılarak prognozun daha doğru tayini ile hastalara daha hızlı ve doğru bir tedavi verilebilir ve böylece PE kaynaklı ölümlerin azalmasına katkı sağlanabilir.
INTRODUCTION: This study aimed to investigate the association between the shock index (SI) values at primary admission and inhospital mortality. Patients diagnosed with pulmonary embolism (PE) in the emergency department have been covering this study.
METHODS: Data of 205 patients were analyzed retrospectively. Logistic regression model was used to examine the relationship between SI and inhospital mortality. The predictive value of SI in estimating inhospital mortality was calculated using the receiver operating characteristic curve.
RESULTS: Patients’ mean age included in the study was 67.1±16.6, of which 114 (55.6%) were female. The mortality rate was 24.9%. A significant independent effect of SI was observed in predicting inhospital mortality during a multivariate logistic regression model (p<0.05). When the cutoff value of the SI in determining inhospital mortality is >0.87, the sensitivity of the score was found to be 100.0%, specificity 90.9%, negative predictive value 100.0%, and positive predictive value 78.5%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: SI; It has features that can be calculated easily, quickly, and cheaply. By using SI in PE patients, more accurate prognosis can be determined, and a faster and more accurate treatment can be given to patients, thus contributing to the reduction of PE-related deaths.

8.
Diyaliz Öncesi Kronik Böbrek Yetmezliği Hastalarında Hacim Yükünün Belirlenmesi İçin Diyastolik Disfonksiyon ve Nt-ProBNP Ölçümünün Önemi
Importance of Diastolic Dysfunction and Nt-ProBNP Measurement for Identification of Volume Load in Predialysis Chronic Renal Failure Patients
Osman Maviş, Sıla Öksüz, Banu Boyuk, Umit Bulut, Oguzhan Zengi, Korhan Kapucu
doi: 10.14744/scie.2023.70845  Sayfalar 36 - 41
GİRİŞ ve AMAÇ: KBH hastalarında hacim fazlalığı sıklıkla gözlenir ve zamanla diyastolik disfonksiyona ve bunun devamında kalp yetmezliğine neden olabilir. Bu çalışmada, sol ventrikül dolum basıncı ile ilişkili ve son zamanlarda kullanıma giren E/e’ oranı ile kalp yetmezliğinde önemli bir belirteç olan NT-proBNP arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya normal sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu olan ve kardiyovasküler hastalığı olmayan (25 kadın, 19 erkek) 44 övolemik KBH hastası ve 26 sağlıklı gönüllü (15 kadın, 11 erkek) dahil edildi. Plazma NT-proBNP seviyeleri ELISA yöntemiyle ölçüldü ve tüm katılımcılar, NT-proBNP seviyeleri ile tepe erken diyastolik mitral hız ile tepe erken diyastolik mitral anüler hız oranı arasındaki ilişkiyi araştırmak için transtorasik konvansiyonel doppler ve doku doppler ekokardiyografi ile değerlendirildi (E/ e').
BULGULAR: Hasta grubu 25 kadın (%56.8) ve 19 erkek (%43.2) olup, yaş ortalaması 59.36±9.26 yıl idi. Sağlıklı gönüllüler, yaş ortalaması 58.58±10.39 yıl olan 15 kadın (%57.7) ve 11 erkek (%4.23) oluşturmuştur. Hasta grubunda NT-proBNP düzeyleri ve E/e’ değerleri kontrol grubuna göre daha yüksek bulundu (p<0.001). NT-proBNP için 300 pg/mL cut-off değeri baz alındığında duyarlılık %53.66 ve özgüllük %100 olarak bulundu. E/e’ cut-off değeri 15 ile duyarlılık %86.36 ve özgüllük %73.08 olarak belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda NT-proBNP ve E/e’ değerlerinin klinik kalp yetmezliği bulgusu olmayan kronik böbrek yetmezliği hastalarında diyas-tolik disfonksiyonu öngörmede önemli parametreler olduğu belirlendi. Hem NT-proBNP’nin hem de E/e’ oranının klinik pratikteki yerini ve kullanışlılığını doğrulamak için bu konuyu araştıran daha geniş, kapsamlı ve ileriye dönük çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Volume excess is frequently observed in chronic kidney disease (CKD) patients and over time may induce diastolic dysfunction and its continuation of cardiac failure. It was aimed to identify the correlation between E/e’ ratio, entering use in recent times and asso-ciated with left ventricle filling pressure, and NT-proB-type natriuretic peptide (proBNP), a substantial indicator in heart failure.
METHODS: The study included 44 euvolemic CKD patients with preserved left ventricular ejection fraction and without cardiovascular disease (25 women, 19 men) and 26 healthy controls (15 women, 11 men). NT-proBNP levels were measured with the ELISA method and all participants were assessed with transthoracic conventional Doppler and tissue Dop-pler echocardiography to examine the relationship between NT-proBNP values with E/e’ ra-tio which is the peak early diastolic mitral rate to peak early diastolic mitral annular velocity.
RESULTS: The patient group comprised 25 women (56.8%) and 19 men (43.2%) and the mean age was 59.36±9.26 years. Healthy controls comprised 15 women (57.7%) and 11 men (4.23%) with mean age of 56.58±10.39 years. NT-proBNP measurements and E/e’ ratios were concluded to be higher in the patient group compared to the control group (p<0.001). Taking cutoff value of 300 pg/mL for NT-proBNP as the basis, the sensitivity was 53.66% and specificity was 100%. With E/e’ cut-off value of 15, the sensitivity was 86.36% and specificity was identified as 73.08%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, NT-proBNP and E/e’ values were identified to be important pa-rameters for the prediction of diastolic dysfunction in chronic renal failure patients without clinical findings of heart failure. Larger, extensive, comprehensive, and prospective studies investigating this issue are necessary to confirm the value and usefulness of both NT-proBNP and the E/e’ ratio in clinical practice.

9.
65 Yaş ve Üzeri Hastalarda Kırılganlık ve Kırık Riski Arasındaki İlişkinin Frax Kullanılarak Değerlendirilmesi
Evaluation of the Relationship between Frailty and Fracture Risk using Fracture Risk Assessment Tool in Patients 65 Years and Over
Berkay Demiriş, Sema Basat, Fatma Kurt, Berrin Aksakal, Okcan Basat
doi: 10.14744/scie.2022.66564  Sayfalar 42 - 48
GİRİŞ ve AMAÇ: Literatürde kırık riski ile kırılganlık arasındaki ilişkiyi değerlendiren veri bulunmamaktadır. Çalışmamızda FRAX adı verilen Kırık Riski Değerlendirme Aracı ile kırılganlık ve kırık riski arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek merkezli kesitsel bir çalışmadır. Çalışmaya 65 yaş ve üzeri toplam 120 hasta dahil edildi. Tüm hastalara kırılganlık-larını belirlemek için Kanada Sağlık ve Yaşlanma Çalışması (CHAS) Kriterleri uygulandı. Bu hastaların kırık riskleri, Kırık Riski Değerlendirme Aracı (FRAX) uygulanarak tespit edildi. Plazma kalsiyum, 25-hidroksi D vitamini, albümin ve parathormon düzeyleri ölçüldü.
BULGULAR: Yüz yirmi hastanın 78’i kadın (%65) ve 42’si erkek (%35) olarak değerlendirildi. Kırılganlık ile FRAX arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon saptandı (p<0.01). Kalça kırığı riski yüksek olan grupta kırılganlık riski 1.228 kat daha yüksekti (p=0.023). Majör osteoporotik kırık riski açısından yüksek risk altında olan grupta kırılganlık riski 2,755 kat daha yüksekti (p=0.027).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Altmış beş yaş ve üzeri bireylerde kırılganlık ile FRAX ile değerlendirilen kırık riski arasında pozitif bir ilişki vardır. Kırılganlık arttıkça majör osteoporotik kırık riski ve kalça kırığı riski de artmaktadır.
INTRODUCTION: There is no information in the literature examining the relationship between frailty and fracture risk. Our study used the fracture risk assessment tool (FRAX) to assess the link between frailty and fracture risk.
METHODS: A single-center cross-sectional study. There were 120 patients overall who were 65 years of age or older. We assessed each patient’s frailty using the Canadian Health and ag-ing study (CHAS) Criteria. By using the FRAX, these patients’ fracture risks were identified (FRAX). Measurements were made of the amounts of albumin, parathormone, 25-hydrox-yvitamin D, calcium, and plasma.
RESULTS: Forty-two men and 78 women out of 120 patients were evaluated. Frailty and FRAX showed a substantial positive connection (p=0.01). Frailty risk was 1.228 times greater (p=0.023) in the group with a high risk of hip fracture. The risk of frailty was 2,755 times higher in the group, which is a high risk for significant osteoporotic fracture risk (p=0.027).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is a positive relationship between frailty and risk of fracture evaluated by FRAX in individuals aged 65 years or older. Hip fracture risk and significant osteoporotic fracture risk both rise with increasing frailty.

10.
Monosemptomatik Enürezis ve Sünnet Arasındaki İlişki: Yararlı mı yoksa Travmatik mi? Randomize Bir Çalışma
The Relationship Between Monosymptomatic Enuresis and Circumcision: Is it Beneficial or Traumatic? A Randomized Study
Alper Coşkun, Kutluhan Erdem
doi: 10.14744/scie.2022.54771  Sayfalar 49 - 53
GİRİŞ ve AMAÇ: Sünnetin monosemptomatik enürezis üzerindeki etkisini incelemek. Faydalı mı yoksa travmatik mi sorunsalını göz önünde bulundurarak değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kültürel ve dini nedenlerle sünnet için başvuran 5-9 yaş arası toplam 130 erkek çocuk prospektif olarak incelendi ve dışlama kriterlerinden sonra 107 erkek çocuk anestezi altında sünnet edildi. Olgular enürezis negatif ve enürezis pozitif olarak ikiye ayrıldı. Enürezis varlığı ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası 3., 6. ve 9. aylarda değerlendirildi.
BULGULAR: Tüm olguların ortalama yaşı 6.7 idi ve gruplar arasında anlamlı bir yaş farkı yoktu. Enürezisi pozitif grubun sünnet sonrası enürezis durumu arasında anlamlı istatistiksel fark saptandı (p=0.001). Sünnetten öncesi haftalık yatak ıslatma sayısı ortalama 2.89 ve sünnet sonrası 9. ayda 1.93 idi. Enürezisi negatif grupta sünnet sonrası dönemde enürezis sıklığını artırdığına dair istatistiksel olarak anlamlı bir sonuç bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sünnet, enürezis için predispozan bir faktör değildir. Ayrıca, bu ameliyatın monosemptomatik enürezis üzerinde olumlu etkisi ve yatak ıslatma sıklığında azalma olması muhtemeldir.
INTRODUCTION: This study aims to examine the effect of circumcision on monosymptomatic enuresis and to evaluate by considering whether it is beneficial or traumatic.
METHODS: A total of 130 boys aged 5–9 years who applied for circumcision for cultural and religious reasons were prospectively analyzed and after exclusion criteria, 107 boys were circumcised under anesthesia. The cases were divided into enuresis negative and enuresis positive. The presence of enuresis was evaluated preoperatively and at the 3rd, 6th, and 9th months postoperatively.
RESULTS: The mean age of all cases was 6.7 years and there was no significant age difference between the groups. A statistically significant difference was found between the enuresis statuses of the enuresis-positive group after circumcision (p=0.001). The mean number of bedwetting before circumcision was 2.89 per week and 1.93 at the 9th month after circumcision. There was no statistically significant result that increased the frequency of enuresis in the enuresis-negative group in the post-circumcision period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Circumcision is not a predisposing factor for enuresis. Furthermore, this surgery is likely to positively affect monosymptomatic enuresis and a reduction in bedwetting frequency.

11.
Sağlıklı Term Bebeklerde Kord Kan Gazı Parametrelerinin Ciddi Hiperbilirubinemiyi Ön Görmedeki Yeri
The Role of Cord Blood Gas Parameters in Prediction of Significant Hyperbilirubinemia among Healthy Term Newborns
Enes Güneş, Didem Arman, Nursu Kara, Serdar Comert
doi: 10.14744/scie.2022.08931  Sayfalar 54 - 58
GİRİŞ ve AMAÇ: Hiperbilirubinemi geç preterm ve term bebeklerin en önemli sorunlarından biridir. Çalışmamızda kordon kanı bilirübin değerleri, kordon kan gazı asidoz belirteçleri ile tedavi gerektiren hiperbilirubinemi arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 812 bebek dahil edildi. Göbek kordonu kan örneğinde bilirubin ve kan gazı parametreleri çalışıldı. Bebekle-rin postnatal 0., 12., 24 ve 48. saatlerde transkutan (TcB) bilirubin düzeyleri ölçüldü. Transkutan bilirubin değeri 75% persantil üzerindekiler çalışma grubuna; altındakiler ise kontrol grubuna dahil edildi. Bebeklerin demografik doğum kayıtlarından elde edildi.
BULGULAR: Bebeklerin ortalama gestasyon haftaları 38.57±1.44 hafta, doğum tartıları ise 3265.99±482.14 gramdı. Bebeklerin ortalama pH, PCO2, HCO3, BE ve laktat ölçümleri sırasıyla 7.28±0.06, 49.26±8.04 mmHg, 22.45±2.46 mmol/L, −3.99±2.45 mmol/L ve 2.91±1.108 mmol/L olarak saptandı. Ortalama kordon bilirubin değeri 1.99±0.66 mg/dl idi. Postnatal 0., 12., 24. ve 48. saat transkutan bilirubin ölçümleri sırasıyla 1.92±0.85, 3.75±1.26, 6.01±1.91 ve 8.63±2.36 mg/dl olarak saptandı. PN 0. saat TcB ile kordon bilirübini arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Kordon bilirübin değeri ile 0. saat TcB arasında yüksek korelasyon (r=0.638; p<0.01), kordon bilirübin ile 12., 24. ve 48. saat TcB arasında ise orta düzeyde korelasyon bulundu (r=0.573; p<0.01), (r=0.559; p<0.01) ve (r=0.482; p<0.01). Ciddi hiperbilirubinemi gelişen ve gelişmeyen bebeklerin pH, PCO2, HCO3 ve laktat ölçümleri, istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermemekte iken (p>0.05), baz açığı ölçümleri hiperbilirubinemi gelişen grupta anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda 0. saat TcB ölçümü ile kord bilirübin ölçümleri arasında korelasyon olduğunu saptadık. Postnatal 0.saat TcB ölçümü ciddi hiperbilirübinemi gelişimini öngörmede kullanılabilir.Kan gazı baz açığı düzeyi ile ciddi hiperbilirubinemi gelişimi arasında da anlamlı bir ilişki saptadık. Kordon kanı baz açığı değeri hiperbilirübinemiyi öngörmede önemli olabilir.
INTRODUCTION: Hyperbilirubinemia is one of the most common problems of late preterm and term babies. The aim of our study was to evaluate the relation between cord blood bilirubin levels. blood gas parameters. and the development of significant hyperbilirubinemia.
METHODS: Our study included 812 babies who met the inclusion criteria. Umbilical cord blood bilirubin levels and blood gas analysis were determined. Transcutaneous bilirubin (TcB) values were recorded at postnatal 0, 12, 24, and 48 h. Babies with TcB levels above the 75% percentile were classified as severe hyperbilirubinemia; babies whose bilirubin level was below the 75% percentile were included in the control group. Demographic data were obtained from the birth records of babies.
RESULTS: The average birth weight and gestational age were 3265.99±482.14 g and 38.57±1.44 weeks. respectively. The mean pH, pCO2, HCO3, BE, and lactate levels were 7.28±0.06, 49.26±8.04, 22.45±2.46, −3.99±2.45, and 2.98±1.08, respectively. The mean cord bilirubin measurements were found to be 1.99±0.66 mg/dl. TcB levels at 0, 12, 24, and 48 h were found to be 1.92±0.85, 3.75±1.26, 6.01±1.91, and 8.63±2.36 mg/dl, respectively. We found a statistically significant correlation between PN 0 h TcB measurements and cord blood bilirubin levels. While cord blood bilirubin and PN 0 h TcB measurements were found to be highly correlated (r=0.638; p<0.01), cord blood bilirubin and 12, 24, and 48 h TcB measurements were moderately correlated (r=0.573; p<0.01), (r=0.559; p<0.01) (r=0.482; p<0.01). There was not any statistically significant difference regarding cord blood pH, PCO2, HCO3, and lactate levels between groups with or without significant hyperbilirubinemia (p>0.05). Only cord blood base access levels were found to be significantly higher in group with significant hyperbilirubinemia (p=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found a statistically significant correlation between PN 0 h TcB measurements and cord blood bilirubin levels. Postnatal 0 h TcB measurements may be used to screen significant hyperbilirubinemia. We also found a significant relation between cord blood base access levels and development of significant hyperbilirubinemia. Cord blood base access levels may help to screen significant hyperbilirubinemia.

12.
Çok Merkezli Çalışma: COVID-19 Pandemisinin Cerrahi Prosedürler Üzerine Etkisi
Multicenter Study: Impact of COVID-19 Pandemic on Surgical Procedures
Murat Alkan, Erhan Aysan, Metin Yeşiltaş, Sami Açar, Metin Kement, Okan Ok, Ufuk Oguz Idiz, Adnan Özpek, Selçuk Kaya, Hasan Fehmi Küçük, Ahmet Başkent
doi: 10.14744/scie.2022.29963  Sayfalar 59 - 64
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 pandemi periyodunun birinci pik dönemi ile bir önceki yılın aynı döneminde acil servislere başvuran ve acil cerrahi servi-sine konsulte edilen hasta sayılarını ve dağılımını karşılaştırılarak pandeminin etkisini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Türkiye’nin nüfusu en fazla ili olan İstanbul’dur. İstanbul’da üçüncü basamak düzeyinde hizmet veren beş hastanenin acil servisine başvuran hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Şubat-Haziran 2020 pandemi dönemi ve Şubat-Haziran 2019 pandemi öncesi dönemi olarak 2 gruba ayrıldı. Her iki dönemde de acil servisine başvuran hastalar ile genel cerrahiye konsulte edile hasta sayıları ve geliş nedenlerine göre dağılımları analiz edildi.
BULGULAR: 2020 yılındaki pandemi dönemindeki beş aylık dönem içinde acil servise başvuran toplam hasta sayısı pandemi dönemi ve 2019 yılındaki 5 aylık dönem de pandemi öncesi için sırasıyla 548509 ve 742064 idi. Acil genel cerrahiye başvuran veya konsulte edilen toplam hasta sayısı sırasıyla 21399 ve 30868 idi. Toplamda acil servise gelen hasta sayısında pandemi döneminde %26.1, acil genel cerrahiye konsulte edilen hasta sayısında %30.7 azalma (p<0.001) görüldü. Pandemi döneminde de Acil cerrahi servisinde yapılan toplam ameliyat sayılarında %23.9 (p=0.62), travmaya bağlı yapılan ameliyatlarda %11.9 (p=0.59) azalma görülmüştür. Travma dışı nedenlerle ameliyat edilen hasta sayıları pandemi döneminde %24.4 (p<0.004) azalırken, konservatif takip edilen travma dışı hasta sayısı ise %54.6 (p<0.0001) artmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İstanbul’da COVID-19 salgınının birinci pik döneminde üçüncü basamak hastanelerde acil servislere gelen hasta sayıları, acil cerrahi birimlerine başvuran ve ameliyat edilen hasta sayıları azalmıştır. Travma ve travma dışı nedeniyle acil cerrahi hasta ameliyat sayılarında azalma saptanmıştır. Travma dışı konservatif takip ve tedavi edilen acil cerrahi hasta sayılarındada artış izlenmiştir.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the effect of the pandemic by comparing the number and distribution of patients who applied to the emergency services and were consulted to the emergency surgery service in the first peak period of the COVID-19 pandemic period with the same period of the previous year.
METHODS: Istanbul is the province with the highest population in Turkey. Patients who applied to the emergency departments of five hospitals serving at tertiary level in Istanbul were evaluated retrospectively. It was divided into two groups as the February–June 2020 pandemic period and the February–June 2019 pre-pandemic period. In both periods, the number of patients admitted to the emergency department and the number of patients who were consulted to general surgery and their distribution according to the reasons for their visit were analyzed.
RESULTS: The total number of patients admitted to the emergency department in the 5-month period during the pandemic period in 2020 was 548,509 and 742,064 for the pandemic period and the 5-month period in 2019, respectively. The total number of patients admitted or consulted to emergency general surgery was 21,399 and 30,868, respectively. In total, there was a 26.1% decrease in the number of patients who came to the emergency department during the pandemic period, and a 30.7% decrease in the number of patients consulted to the emergency general surgery (p<0.001). During the pandemic period, there was a decrease of 23.9% (p=0.62) in the total number of surgeries performed in the emergency surgery service, and 11.9% (p=0.59) in the surgeries performed due to trauma. The number of patients operated for non-traumatic reasons was 24% during the pandemic period. 0.4 (p<0.004) decreased, while the number of conservatively followed non-traumatic patients increased by 54.6% (p<0.0001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the first peak period of the COVID-19 epidemic in Istanbul, the number of patients coming to the emergency services in tertiary hospitals and the number of patients admitted to emergency surgery units and operated on decreased. There was a decrease in the number of surgeries in emergency surgery patients due to trauma and non-traumatic. An increase was observed in the number of non-traumatic conservative follow-up and emergency surgery patients treated.

13.
Pandemi Sürecinde COVID-19 Korkusu ile Beslenme Alışkanlıklarının Karşılaştırılması
Comparison of COVID-19 Fear and Dietary Habits During the Pandemic
Muhammed Fatih Baran, Selma Pekgör, Mehmet Ali Eryılmaz
doi: 10.14744/scie.2022.46667  Sayfalar 65 - 72
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 salgını bireyleri sosyal, ekonomik ve ruhsal yönden etkilemektedir. Salgınla birlikte uygulanan kısıtlamalar ve karantina uygulamaları bireylerin yaşam tarzını ve beslenme alışkanlıklarını da değiştirmiştir. Bu çalışmanın amacı; COVID-19 pandemisinin oluşturduğu korku ve bu korkunun beslenme alışkanlıkları üzerine etkisini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu araştırma Sağlık Bilimleri Üniversitesi Konya Eğitim Araştırma Hastanesi 78 no’lu Eğitim Aile Sağlığı Merkezi’ne herhangi bir nedenle başvuran ve çalışmaya katılmayı kabul eden 622 kişi ile yapıldı. Çalışmaya dahil edilen tüm hastaların antropometrik ölçümleri kaydedildi. Katılımcılara sosyodemografik bilgi formu, Koronavirüs Fobisi Ölçeği ve Üç Faktörlü Beslenme Anketi doldurtuldu. Verilerin analizinde SPSS 22.0 programı kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 18–65 yaş arası katılımcıların %54.8’i (n=341) kadın, %45.2’si (n=281) erkekti. Katılımcıların yaş ortalaması 34.29±0.49 olarak bulundu. Koronavirüs Fobisi Ölçeği’nde psikolojik (p<0.001), somatik (p=0.002), sosyal (p=0.002), ekonomik (p=0.003) alt boyutlarda ve toplam puanda (p<0.001) kadınların puanları erkeklerden daha yüksek bulundu. Kronik hastalığı olanların Koronavirüs Fobisi Ölçeği’nin psikolojik (p=0.007), somatik (p<0.001), ekonomik alt boyutlarında (p=0.002) ve toplam (p=0.001) puanları daha yüksek bulun-du. COVID-19 testi pozitif olanların (p=0.013) ve sağlık çalışanlarının (p=0.001) duygusal yemek yeme seviyeleri daha yüksek bulundu. Üç Faktörlü Beslenme Anketi’nin toplam puanıyla Koronavirüs Fobisi Ölçeği’nin somatik (p<0.001), sosyal (p=0.004) ve ekonomik (p<0.001) alt boyutu arasında pozitif yönde korelasyon tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 korkusunun ileri yaşta, kadın cinsiyette, kronik hastalığı olanlarda, yakınlarında COVID-19 hastası olanlarda ve pandeminin ilk aylarında daha yüksek olduğu saptandı. COVID-19 fobisi yüksek olanlarda, 35 yaş altında, kadınlarda, sağlık çalışanlarında ve obezlerde duygusal yemek yeme seviyesi yüksek bulundu. COVID-19 pandemi döneminde riskli olan gruplarda psikiyatrik hastalıklar ve beslenme bozuklukları için önleyici tedbirler alınması önerilmektedir.
INTRODUCTION: Restrictions and quarantine practices imposed with the epidemic have also changed the lifestyle and food habits of individuals. The aim of this study is to examine the fear created by the coronavirus disease 2019 (COVID-19) pandemic and the effect of this fear on dietary habits.
METHODS: This research was conducted with 622 people who applied to the Health Sciences University Konya Training and Research Hospital Training Family Health Center No. 78 for any reason and agreed to participate in the study. Participants filled out the sociodemographic information form, Coronavirus Phobia Scale (C19P-S), and Three-Factor Eating Questionnaire (TFEQ). The SPSS 22.0 program was used for data analysis.
RESULTS: 54.8% (n=341) of the participants aged 18–65 included in the study were female and 45.2% (n=281) were male. In the C19P-S, scores of women in the subdimensions and their total score (p<0.005) were found to be higher than men. In the C19P-S, scores of those with chronic diseases in the psychological (p=0.007), somatic (p<0.001), and economic subdimensions (p=0.002) and their total score (p=0.001) were found to be higher. Emotional eating levels of those who test positive for COVID-19 (p=0.013) and health-care workers (p=0.001) were found to be higher. A positive correlation was detected between the total of the TFEQ and the somatic (p<0.001), social (p=0.004), and economic (p<0.001) subdimensions of the C19P-S.
DISCUSSION AND CONCLUSION: COVID-19 fear was found to be higher in the 1st month of the pandemic and in people who are older, female, who have chronic diseases, and COVID-19 patients nearby. Emotional eating levels were found to be high in those with high COVID-19 phobia, who are under 35 years old, women, health-care workers, and obese. During the COVID-19 pandemic period, it is recommended to take preventive measures for psychiatric diseases and nutrition disorders in risk groups.

14.
Ebeveynlerin Aşılama Konusundaki Tutumları
Parents’ Attitudes to Vaccination
Ayşe Karaaslan, Engin Ersin Şimşek, Ceren Çetin, Ebru Şenol, Yasemin Akın
doi: 10.14744/scie.2022.14890  Sayfalar 73 - 77
GİRİŞ ve AMAÇ: Bağışıklama çocukları çok ciddi hastalıklardan ve ölümden koruyan, bilinen en etkili koruyucu sağlık önlemidir. Ancak gerek gelişmiş gerek gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerde çeşitli nedenlerle ebeveynler çocuklarını aşılamaktan çekinebilmektedirler. Bu çalışma ile konumu itibariyle her sosyoekonomik ve kültür düzeyinden hastaların başvurduğu hastanemizde ebeveynlerin bu konudaki tutumlarını raporlamayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nisan 2016–Ekim 2016 tarihleri arasında 3.düzey eğitim araştırma hastanesinde çocuk polikliniklerine çeşitli nedenlerle başvuran yaşları 0–14 arasında değişen çocukların ebeveynlerine aşılama konusundaki bilgi düzeylerini ve tutumlarını değerlendirmek amacıyla bir anket uygulandı.
BULGULAR: Çalışmaya katılan ebeveynlerin %98.1’nin Sağlık Bakanlığı aşı takvimini uyguladıkları görülmüştür. Ebeveynlerin %29.5’i aşılama sonrası yan etki gördüklerini belirtmiştir. En sık görülen yan etkiler sırasıyla; ateş (%19), aşı bölgesinde hassasiyet (%3.8), ishal (%2.9), aşı böl-gesinde kızarıklık (%1.9) ve havale (%1.9) olarak belirlenmiştir. Ebeveynlerin %75.2’si aşılar ile ilgili olumsuz bir şey duymadıklarını belirtmiştir. Bildirilen olumsuz etkiler ise sırasıyla; ateş (%4.8), alerji (%4.8), kusma (%3.8), kısırlık (sterilite) (%3.8), felç (%2.9), havale (%1.9), otizm (%1), alüminyum içermesi (%1) ve hastalık yapması (%1) olarak belirtilmiştir. Ebeveynlerin %94.3’nün çocuklarına aşı yaptırmak istedikleri, %1.9’nun medyada çıkan olumsuz haberler nedeniyle, %1.9’nun doktorlar arasında farklı söylemler olması nedeniyle, %1.9’nin ise hastalıkları doğal yolla geçirmenin daha doğru olduğunu düşünmeleri nedeniyle aşı yaptırmak istemedikleri görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmamız ile ebeveynlerin çok büyük kısmının Sağlık Bakanlığı aşı takvimini uyguladıkları görülmüştür. Gerek bireysel gerek halk sağlığının korunması amacıyla aşılamanın önemini unutmamalı, bu konuda ebeveynlerin gereksiz ön yargılarını yok etmek için önlemler alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Immunization is the most effective preventive health measure known to protect children from serious diseases and death. However, in both developed and developing countries, parents may hesitate to vaccinate their children for various reasons. With this study, we aimed to report the attitudes of parents on this issue in our hospital, where patients from all socioeconomic and cultural levels applied due to its location.
METHODS: A questionnaire was applied to the parents of children aged 0–14 years, who applied to the pediatric outpatient clinics in the 3rd level education and research hospital between April 2016 and October 2016, to evaluate their knowledge and attitudes about vaccination.
RESULTS: It was observed that 98.1% of the parents participating in the study applied the Ministry of Health vaccination schedule. 29.5% of the parents stated that they experienced side effects after vaccination. The most common side effects are fever (19%), tenderness at the vaccination site (3.8%), diarrhea (2.9%), rash at the vaccination site (1.9%), and convulsion (1.9%), respectively. 75.2% of the parents stated that they did not hear anything negative about vaccines. The reported negative effects are fever (4.8%), allergy (4.8%), vomiting (3.8%), sterility (3.8%), paralysis (2.9%), seizure (1.9%), autism (1%), aluminum content (1%), and disease (1%), respectively. It was observed that 94.3% of the parents wanted their children to be vaccinated, 1.9% did not want to be vaccinated because of the negative news in the media, 1.9% because of different discourses among doctors, and 1.9% because they thought it would be better to pass the diseases naturally.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was seen that most of the parents applied the vaccination schedule of the Ministry of Health. We should not forget the importance of vaccination to protect both individual and public health, and measures should be taken to eliminate unnecessary prejudices of parents in this regard.

15.
Canlı Karaciğer Verici Adaylarında Bilgisayarlı Tomografi Karşılaştırması ile Klinik ve Laboratuvar Parametreleri Kullanılarak Hepatik Steatozun Değerlendirilmesi
Assessment of Hepatic Steatosis Using Clinical and Laboratory Parameters with Computed Tomography Comparison in Living Liver Donor Candidates
Talha Sarıgöz, Deniz Yavuz Baskiran
doi: 10.14744/scie.2022.54037  Sayfalar 78 - 84
GİRİŞ ve AMAÇ: Hepatik steatoz (HS), canlı karaciğer donör adaylarının değerlendirilmesinde kritik bir unsurdur. Bu çalışmada, bilgisayarlı tomografi (BT) tabanlı atenüasyon değerlendirmelerini canlı karaciğer donör adaylarının klinik parametreleriyle ilişkilendirirken karaciğer yağlanmasının öngörücülerini bulmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya toplam 524 canlı karaciğer donör adayı dahil edildi. Bunlardan 227’si BT ile tespit edilen HS nedeniyle redde-dildi ve 297’si başarılı bağış süreci geçirdi. Bu iki grup, HS’nin öngörücülerini bulmak için BT tabanlı karaciğer atenüasyon indeksleri, klinik ve laboratuvar parametreleri açısından istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Gruplar arasında düşük yoğunluklu lipoprotein, nötrofil sayısı, nötrofil/lenfosit oranı, trombosit dağılım genişliği, trombosit sayısı ve alfa fetoprotein dışındaki tüm laboratuvar parametreleri farklıydı (p<0.05). Kabul edilen vericilerde ortanca karaciğer atenüasyon değeri 64, reddedilen vericilerde ise 51’di (p<0.001). Vücut kitle indeksi (BMI), HS için en yüksek tanısal doğruluğa sahipti ve bunu alanin aminotransferaz (ALT) izledi. BMI (%72 duyarlılık) için cut-off değeri 26.3 kg/m2 ve ALT için 21 IU/L (%69 duyarlılık) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: BMI >26.3 ve ALT >21, HS ile iyi koreledir ve daha uygun donör adayı varsa bu denekler daha sonra değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: Hepatic steatosis (HS) is a critical element in evaluation of living liver donor candidates (LLDC). We aimed to find predictors of HS while correlating computed tomography (CT) based attenuation assessments with clinical parameters of LLDC.
METHODS: A total of 524 LLDC were included in the study. From those, 227 of them were declined due to HS detected by CT and 297 of them underwent successful donation process. These two groups were evaluated statistically in terms of CT based liver attenuation indices, clinical and laboratory parameters to find predictors of HS.
RESULTS: Other than low-density lipoprotein, neutrophil count, neutrophil/lymphocyte ratio, platelet distribution width, platelet count, and alpha fetoprotein, all of the laboratory parameters were different between the groups (p<0.05). The median liver attenuation value in accepted donors was 64 and in declined donors, it was 51 (p<0.001). Body mass index (BMI) had the highest diagnostic accuracy for HS followed by alanine aminotransferase (ALT). The cutoff value for BMI (72% sensitivity) was 26.3 kg/m2 and it was 21 IU/L for ALT (69% sensitivity).
DISCUSSION AND CONCLUSION: BMI>26.3 and ALT>21 correlate well with HS and those subjects should be evaluated later if more appropriate donor candidate is present.

16.
COVID-19 Pandemi Sürecinde Aile Hekimliği Uygulaması ve Yönetiminin Değerlendirilmesi: İki İl Örneği
Evaluation of the Practice and Management of Family Medicine During the COVID-19 Pandemic: Two Provinces Sample
Kazım Baş
doi: 10.14744/scie.2022.46504  Sayfalar 85 - 90
GİRİŞ ve AMAÇ: Salgın sürecinde koruyucu sağlık hizmetleri önemli hale gelerek, salgının önlenmesi ve kontrolünde aile hekimlerinin kilit rol oynadığı görülmektedir. Dolayısıyla bu çalışma, aile sağlığı merkezinde çalışan hekimlerin Covid-19 pandemisinde aile hekimliği uygulaması ve yönetimi ilişkin görüşlerini değerlendirmek amacıyla yürütülmüştür.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı ve kesitsel türden olan çalışma, Türkiye’nin doğusunda yer alan iki ilde Eylül-Kasım 2021 tarihlerinde, 204 aile hekimiyle yürütüldü. Araştırma verileri anket formu ile toplandı. Veriler SPSS Windows 24.0 paket programında, sayı ve yüzdelik ile analiz edildi.
BULGULAR: Aile hekimlerinin %69.6’sı salgında binanın fiziki yapısı ve donanımının yetersiz olduğunu, %68’i bireysel koruyucu ekipman temininde sorun yaşadığını, %59.3’ü personel sıkıntısı yaşadığını ve %96.6’sı salgın koşullarına bağlı hastaları evde ziyaret edemediğini belirtti. Covid-19 salgınıyla birlikte; %55.9’u etkin yönetimle birlikte nitelikli yöneticiye ihtiyaç olduğunu, %42.2’sı salgının yönetimi ve kontrolü için sahadan hekimlerin görüşünün alınması gerektiğini belirtti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aile hekimleri salgın sürecinde binaların fiziki yapısı ve donanımı, tıbbi-araç gereç temini, personel sayısı, evde hasta ziyaretleriyle ilgili bazı sorunlar yaşamıştır. Aile hekimleri salgın yönetiminde etkin hizmet sunumunda yeterli kaynak desteğinin sağlanmasını, iş yükünün azaltılmasını, personel desteğinin sağlanmasını, aile hekimliği politikalarının yeniden oluşturulmasını ve bu süreçte aile hekimlerinin görüşle-rinin alınmasını önermektedir.
INTRODUCTION: Preventive health services have become more important during the epidemics, and family physicians play a key role in the prevention and control of the epidemics. There-fore, this study was conducted to evaluate the opinions of physicians working at the family health centers on the practice and management of family medicine during the COVID-19 pandemic.
METHODS: The descriptive and cross-sectional study was conducted with 204 family physicians in two provinces in the east of Turkey between September and November 2021. The study data were collected using a questionnaire. The data were analyzed by number and percentage distributions.
RESULTS: The descriptive and cross-sectional study was conducted with 204 family physicians in two provinces in the east of Turkey between September and November 2021. The study data were collected using a questionnaire. The data were analyzed by number and percentage distributions.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There were some problems in the family health centers regarding the equipment and physical structure of buildings, the supply of personal and protective equipment, the number of staff, and home visits to patients during the COVID-19 pandemic. Furthermore, family physicians recommend providing adequate resource support in effective service delivery in epidemic management, reducing the workload, providing personnel support, re-forming family medicine policies, and taking the opinions of family physicians in this process.

17.
12 Yıllık Süreçte 37 Çocukta Trakeostomi Tecrübelerimiz: Retrospektif Çalışma
Tracheostomy Experiences in 37 Children during 12 Years: A Retrospective Study
Olga Devrim Ayvaz, Ayşenur Celayir, Muhammed Hamidullah Çakmak
doi: 10.14744/scie.2023.44452  Sayfalar 91 - 96
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuklarda trakeotomi için en önemli endikasyon kardiyopulmoner ve nörolojik hastalıklar nedeniyle uzun süreli entübasyondur. Pediatrik trakeostomi %10 ile %58 arasında değişen bir komplikasyon oranı ve %0 ile %3,6 arasında değişen bir ölüm oranı ortaya koymaktadır. 12 yıllık trakeostomi deneyimlerimizi anlatmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Türkiye’de Çocuk Cerrahisi Kliniğimizde 2009-2021 yılları arasında trakeostomi uygulanan çocuk hastaların tıbbi kayıtlarının retrospektif olarak incelenmesidir.
BULGULAR: Bölümümüzde 12 yıl boyunca 37 çocuğa trakeostomi açıldı. 17’si erkek (%45.9), 20’si kadın (%54.1) idi. Ortanca trakeostomi yaşı 5 aylıktı (min: 2ay-maks: 14yıl). Acil trakeostomi 8’inde (%21,6), planlanan trakeostomi 29’unda (%78,4) yapıldı. Ameliyat sırasında ve ame-liyat sonrası erken günlerde 34 hastada (%91,9) herhangi bir sorun yaşanmadı, trakeal atrezili 2 yenidoğan (%5,4) birinci ve ikinci günlerde kaybedildi. Bir hastada pansuman sırasında kanülün yanlış yerleştirilmesi nedeniyle desatüre (%2.7) oldu, kanül entübasyondan sonra tekrar güvenli bir şekilde yerleştirildi. Trakeostomi komplikasyonları olarak 2-kanül çıkması, 1-granülasyon, 2-kanül oklüzyonu (biri postoperatif 2.günde ve diğeri ise postoperatif 10.günde) görüldü. 23 olgu (%62.2) hayatta kaldı, 14 olgu (%37.8) kaybedildi. Hayatta kalan hastalardan 3 yıl sonra KDH’li bir erkek çocukta ve EA+Distal TEF+Şiddetli Trakeomalazi+Fallot Tetralojisi olan bir kız çocuğunda iki trakeostomi kapatıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pediatrik trakeotomi, uygun cerrahi teknik ve yeterli postoperatif bakım ile minimal komplikasyon oranları ile başarıyla gerçekleştirilebilir.
INTRODUCTION: The most important indication for tracheotomy in children is long-term intubation due to cardiopulmonary and neurological diseases. Pediatric tracheostomy is associated with varying complication (10–58%) and mortality (0–3.6%) rates. Herein, we aimed to pres-ent the results of our 12 years of pediatric tracheostomy experience.
METHODS: This was a retrospective study of medical records of pediatric patients who underwent tracheostomy in our pediatric surgery department from 2009 to 2021.
RESULTS: During 12 years, 37 tracheostomies were performed in 17 (45.9%) males and 20 (54.1%) female children, and the median age was 5 months (min: 2 months–14 years). Emergency tracheostomy was performed in 8 (21.6%), while planned tracheostomy in 29 (78.4%). During the operation and early postoperative days, any medical problem was detected in 34 (91.9%) patients, while 2 (5.4%) neonates with tracheal atresia were lost in the first and second postoperative days. One patient was desaturated (2.7%) due to decannulation during the tracheostomy dressing; however, tracheostomy cannula was safely inserted again after intratracheal intubation. Two cannulas were removed; granulation tissue was formed in 1 case, and occlusion of the cannula was observed in 2 cases (one on the post-operative 2nd day, and the second one on the post-operative 10th day) as complications of tracheostomy. Twenty-three patients (62.2%) survived, and 14 (37.8%) patients died. Among the surviving patients, two tracheostomies were closed in a boy (with congenital diaphragmatic hernia), and in a girl (with esophageal atresia, distal tracheoesophageal fistula, severe tracheomalacia, and Fallot tetralogy), 3 years postoperatively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Pediatric tracheotomy can be successfully performed with minimal complication rates through appropriate surgical technique and adequate postoperative care.

DERLEME
18.
Aşı Tereddüdü ve COVID-19
Vaccine Hesitancy and COVID-19
Muhammed Cihat Özata, Öner Özdemir
doi: 10.14744/scie.2022.62134  Sayfalar 97 - 102
Amaç: 19. yüzyıldan beri birçok hastalığa karşı çok etkili bir silah olmasına rağmen, aşılar dünya çapında birçok insan için tartışmalı olmuştur. Bu tereddütlü yaklaşım her zaman birey ve toplum sağlığını tehdit etmiştir. Bu çalışma, aşı tereddüdünü, tarihsel kökenini kapsamlı bir şekilde tanımlamayı ve COVID-19”un yanı sıra çocukluk çağı aşılarının yaygınlığını ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, aşı tereddüdü sorunlarına sürekli olarak tanıklık eden hekimler için faydalı olabilecek birkaç yöntem sunmayı amaçladık.

Gereç ve Yöntem: PubMed’de ve Google Akademik’de yayınlanan ‘aşı tereddüdü ve COVID-19’u kapsayan literatür verileri, yazarlar tarafından bağımsız ve toplu olarak gözden geçirildi. Veriler, son 20 yılda yayınlanan 28 çalışmadan Pubmed ve Google Akademik aracılığıyla toplanmıştır.

Bulgular: Bu derlemede, aşı tereddüdü ve bu fenomenin hikayesi, insanların bu fikri neden geniş kanıtlara rağmen benimsediği açıklanmakta-dır. Takipte, aşı tereddüdünün tüm dünyada yaygınlığı ve sağlık üzerindeki etkilerini azaltmak için neler yapılabileceği tartışılmaktadır.

Sonuç: Aşı tereddüdü günümüzde büyüyen, karmaşık ve toplumsal bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Aşı ile önlenebilir hastalıkların artması gibi halk sağlığı için uzun vadeli sonuçlara neden olabilir. Örneğin CASE (Corroborate, About me, Science, Explain) ve SAGE (Strategic Advisory Group of Experts)’den öneriler gibi geliştirilmiş bazı yöntemlerle ele alınabilir.
Objective: Despite being a very effective weapon against many diseases since the 19th century, vaccines have been controversial for many people across the world. This hesitant approach has always threatened individual and community health. This study aims to com-prehensively identify vaccine hesitancy, and its historical root and reveal the prevalence of hesitancy against COVID-19 vaccines as well as childhood vaccines. Furthermore, we aimed to offer several methods that can be beneficial for physicians who are consistently testifying to the problems of vaccine hesitancy.

Methods: Literature data published in PubMed and Google Scholar that covered “vaccine hesitancy and COVID-19” was reviewed by the authors independently and collectively. The data were collected from the 28 studies published in the past 20 years through Pubmed and Google Scholar.

Results: In this review, vaccine hesitancy and the story of this phenomenon are explained, along with why people embrace the idea despite ample evidence. Following up, the prevalence of vaccine hesitancy around the world and what can be done to diminish its effects on health are discussed.

Conclusion: Vaccine hesitancy has been a growing, complex and societal health-care problem nowadays. It may cause long-term consequences for public health, for example, the rise of vaccine-preventable diseases. It might be dealt with some methods that have been developed for instance Corroborate, About me, Science, Explain and recommendations from Strategic Advisory Group of Experts (SAGE).

LookUs & Online Makale