E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 33 (2)
Cilt: 33  Sayı: 2 - 2022
1.
Front Matter 2022-2
Front Matter 2022-2

Sayfalar I - VII

ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Bir Şehir Hastanesi Deneyimi: Ameliyat Öncesi İç Hastalıkları Değerlendirmesi Önemli midir?
A City Hospital Experience: Is Preoperative Internal Medicine Evaluation Important?
Arzu Cennet Işık, Seydahmet Akın, Banu Böyük, Müjgan Tuna, Şeyma Arslan, Özcan Keskin
doi: 10.14744/scie.2022.81594  Sayfalar 103 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda elektif, non-kardiyak cerrahi planlanan dahili görüş gerektiren hastaların ameliyat öncesi değerlendirilmesi ve demografik verileri, kronik hastalıkları, operasyon nedeni, obezite sıklığı, laboratuvar verileri ile sağkalım, yoğun bakım ünitesine gidiş ve mortalite oranları üzerine etkisini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kartal Dr. Lütfi Kırdar Şehir Hastanesinde 01 Haziran–01 Ekim 2020 tarihleri aralığında elektif, kardiyak olmayan operasyon planlanan 1345 hasta ileriye yönelik olarak değerlendirilerek altı aylık takipleri yapıldı. Hastaların ameliyat öncesi American Society of Anesthesiologists skorları (ASA), demografik bilgileri, operasyon nedeni ve yöntemi, kronik hastalıkları, boy, kilo, bel çevresi, vücut kitle indeksi, ameliyat sonrası yoğun bakım gerekliliği ve incelemeleri kaydedildi.
BULGULAR: Bu çalışmaya toplam 1230 hasta dahil edildi. Ortalama yaş 60.2±12.7 olup, hastaların %50.7’si (n=624) erkekti. Ameliyat öncesi ASA skorları, ASA-1, ASA-2, ASA-3 ve ASA-4 sırasıyla %16.3 (n=200), %49 (n=603), %32.9 (n=405) ve %1.8 (n=22) idi. Malignite nedeniyle ameliyat edilecek hastaların oranı %22.4 (n=276) idi. Göz ameliyatları en çok değerlendirilen hasta grubuydu (n=438) ve hipertansiyon, diabetes mellitus, koroner arter hastalığı en sık görülen hastalıklardı. Yoğun bakımda yatış oranı %5.2 (n=70), ölüm oranı %1.3 (n=18) idi. Bu grup içinde en yüksek mortalite oranı malignite tanısı olan (%18.5), yoğun bakım ünitesine kabul edilen (%10.9) ve vücut kitle indeksi değeri <18.5 kg/m2 ve ≥40 kg/m2 olan hastalarda görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda ameliyat öncesi dahili değerlendirmede en sık rastlanan hastalıklar olarak sırasıyla hipertansiyon, diabetes mellitus ve koroner arter hastalığı ilk üç sırada saptanmıştır. Maligniteye sahip ve vücut kitle indeksi çok düşük veya çok yüksek olan hastalar ameliyat sonrası dönemde anlamlı olarak daha fazla yoğun bakım gereksinimi ve mortalite gelişimi ile ilişkili bulunmuştur. Bu hasta gruplarının perioperatif ve ameliyat sonrası dönemde çok daha yakın takip edilmesinin sağkalım açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: We aimed to determine the effects of preoperative evaluation, demographic data including the presence of chronic diseases, surgery indication, obesity frequency, and laboratory data on survival, admission to intensive care unit (ICU), and mortality rate of patients requiring internal examination scheduled for elective, noncardiac surgery.
METHODS: A total of 1230 patients, for whom an elective, noncardiac surgery was planned between June 1, 2020, and October 1, 2020, in our hospital, were prospectively evaluated and their follow-up assessment was conducted at 6 months. Preoperative American Society of Anesthesiologists scores, demographic information, indication for surgery and surgical method, chronic diseases, height, weight, waist circumference, body mass index (BMI), requirement for postoperative intensive care, and laboratory results were recorded.
RESULTS: A total of 1230 patients were included in this study. The mean age was 60.2±12.7 years, and 51.0% (n=624) of the patients were men. Preoperative ASA scores were 16.3% (n=200), 49% (n=603), 32.9% (n=405), and 1.8% (n=22) for ASA-1, ASA-2, ASA-3, and ASA-4, respectively. Patients who would be operated on for malignancy constituted 22.4% (n=276). Ophthalmic surgeries were the most evaluated patient group (n=438) and hypertension (HT), diabetes mellitus (DM), and coronary artery disease (CAD) are the most common diseases. The hospitalization rate in the ICU was 5.7% (n=70) and the mortality rate was 1.5% (n=18). The highest rate of mortality among this group was seen in patients with malignancy diagnosis (18.5%), admission to ICU (10.9%), and BMI value <18.5 kg/m2 and ≥40 kg/m2.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The three most common diseases during internal medicine preoperative evaluation were HT, DM, and CAD. Patients with malignancy and very high or very low BMI were found to be significantly related to more requirements for ICU and mortality in the postoperative period. We think that close monitoring of these patient groups in the perioperative and postoperative periods is important for survival.

3.
Laringeal Nodüllerde Subepitelyal Fibrinöz Birikim ve İlişkili Epitelyal Proliferasyon
Subepithelial Fibrinous Accumulation and Associated Epithelial Proliferation in Laryngeal Nodules
Kayhan Başak, Ömer Günhan, Merve Çaputcu, Şule Sağlam Arda, Muharrem Atlı, Derya Demir, Serpil Oğuztüzün
doi: 10.14744/scie.2022.47154  Sayfalar 109 - 115
GİRİŞ ve AMAÇ: Larinkste fibrinoid madde birikimi ve zamanla subepitelyal kollajenöz bağ dokusunun artması aşırı büyüme ile sonuçlanır. Mukozal epitel, fibrinoid birikimini sınırlamak ve ortadan kaldırmak için subepitelyal alana doğru çoğalabilir. Bu çoğalma, invaziv kanser benzeri bir görüntüye neden olabilir. Bu çalışmada fibrinoid madde birikiminin patogenezi ve ilişkili skuamöz epitel proliferasyonunun gelişim mekanizmaları üzerinde durulmuştur.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Beş yüz yetmiş beş laringeal nodül yeniden incelendi ve değişen derecelerde düzensiz skuamöz epitel proliferasyonu gösteren 111 tanesi çalışmaya dahil edildi. İmmünhistokimyasal olarak CK5/6, CK17, CK14, kollajen tip I, kollajen tip III, kollajen tip IV ve fibrinojen için immünohistokimyasal boyama yapıldı. Kollajenin histokimyasal boyamasında modifiye Masson trikrom yöntemi kullanıldı.
BULGULAR: Akut lezyonların %18’inde ödem ve %42’sinde fibrin birikimi mevcuttu. Nispeten matür lezyonlar çoğunlukla yoğun kollajen lifleri içeriyordu. Kollajen tip III’ün yoğunluğu, fibrin birikimi miktarı ile ters orantılıydı. Kollajen tip IV epitelyal ve vasküler bazal membranlarda bulundu. Fibrin boyanma yoğunluğundaki azalma ve tip I ve tip III kolajen varlığı, fibrinin kolajen ile yer değiştirdiğini gösteriyordu. Bazal tip keratinler, epitelin rejenerasyon alanlarında daha belirgin boyama gösteriyordu. Laringeal subepitelyal fibrinoid madde birikimi kollajen ile yer değiştirdiği için lezyonun gerilemesi zorlaşmaktaydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düzensiz skuamöz epitel proliferasyonu lezyonun evresinden bağımsız olarak mevcuttur. Etiyolojisi farklı olmakla birlikte, oluşan lezyonlar histolojik olarak lignöz mukoza hastalığında görülenlere benzerdir
INTRODUCTION: Fibrinoid accumulation in the larynx and increase in the subepithelial collagenous connective tissue result in overgrowth. Mucosal epithelium may proliferate downward to organize and remove the fibrinoid accumulation. This downward proliferation may cause an invasive cancer-like image. This study focused on the pathogenesis of the accumulation of fibrinoid substance and the development mechanism of the associated squamous epithelium proliferation.
METHODS: Five hundred and seventy-five laryngeal nodules were reexamined and 111 of them with varying degrees of irregular downward squamous epithelial proliferation were included in the study. Immunohistochemical staining of CK5/6, CK17, CK14, collagen type I, collagen type III, collagen type IV, and fibrinogen was performed. A modified Masson’s trichrome method was used for the histochemical staining of collagen.
RESULTS: Edema was present in 18% of the acute lesions and fibrin deposition in 42%. Rela-tively mature lesions mostly contain dense collagen fibers. The intensity of collagen type III was inversely proportional to the amount of fibrin accumulation. Collagen type IV was found in the epithelial and vascular basement membranes. A decrease in fibrin staining intensity and the presence of collagen type I and type III indicated the replacement of fibrin with collagen. Basal-type keratins showed more pronounced staining in the regenerated areas of the epithelium. As the laryngeal subepithelial fibrinoid accumulation was replaced with collagen, regression of the lesion became difficult.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Irregular squamous epithelial proliferation occurs independent of the stage of the lesion. Although the etiology is different, the resulting lesions are histologically similar to those seen in the ligneous mucosal disease.

4.
Hafif ile Orta Akut Biliyer Pankreatit Tedavisinde Erken ve Geç Dönem Laparoskopik Kolesistektomi Sonuçlarının Karşılaştırılması
Comparison of Early and Late Laparoscopic Cholecystectomy Results in the Treatment of Mild and Moderate Acute Biliary Pancreatitis
Ahmet Başkent, Ebral Yiğit, Murat Alkan
doi: 10.14744/scie.2022.53496  Sayfalar 116 - 120
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut pankreatit; pankreas bezinin kendi enzimlerinin aktivasyonu ile interstisyel alana serbestlenmesi ve kendi dokusunu sindirmesi sonucunda oluşan nonbakteriyel enflamasyondur. Akut pankreatitin en sık sebebi safra taşlarıdır. Akut biliyer pankreatit (ABP) tedavisinde, komplikasyonları ve nüksleri önlemek için kolesistektomi altın standartdır. Kolesistektominin zamanlaması hala tartışmalıdır. Bu çalışma da hafif ve orta derecede ABP tanısı ile kliniğimizde yatırılarak laparoskopik kolesistektomi (LK) yapılan hastaların erken ve geç dönem sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ABP tanısı ile yatan ve LK uygulanan 45 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Hastalardan 35'i kadın (%77.8) ve 10'u erkek (%22.2) hastaydı. ABP tedavisi tamamlandıktan sonra LK yapılan 22 hasta Grup 1, ABP tedavisinden sonra iki aylık interval verilen ve daha sonra LK yapılan hastalar Grup 2 olarak adlandırıldı.
BULGULAR: Grup1; 22, Grup2 ise 23 olmak üzere toplam 45 hastadan oluşmaktaydı. Olguların ortalama yaşı 56 (26–93) yıl olup, hastaların yatış süreleri; Grup 1’de ortalama 13.18, Grup 2’de 8.3 gün idi. Grup 1 hastalarında LK süresi ortalama 57.8 dakika, Grup 2’de 45.7 dakika olup anlamlı fark bulundu (p<0.01). Grup 1’de 3 (%13.6), Grup 2'de iki (%8.7) hastada açığa geçildi. Ameliyat sonrası komplikasyon Grup 1’de dört (%18.1), Grup 2’de dört (%17.4) hastada görüldü. Grup 1'de bir (%4.5) hastada; Grup 2'de iki (%8.7) hastada yeniden akut pankreatit görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ABP tedavisinde; erken dönemde yapılan LC'nin süresi uzamış olmasına rağmen, ameliyat sonrası hastanede kalış süresi ve komplikasyonlarda fark saptanmadı. ABP ataklarından sonra gelişebilecek nüksleri ve komplikasyonları önlemek için erken LK yapılması gerektiği kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Acute pancreatitis is a nonbacterial inflammation that occurs as a result of the pancreatic gland being released into the interstitial area with the activation of its own enzymes and digesting its own tissue. Gallstones are the most common cause of acute pancreatitis. Cholecystectomy is the gold standard in the treatment of acute biliary pancreatitis (ABP) to prevent complications and recurrences. The timing of cholecystectomy is still controversial. In this study, we aimed to compare the early and late results of patients who were hospitalized in our clinic with the diagnosis of mild and moderate ABP and underwent laparoscopic cholecystectomy (LC).
METHODS: The files of 45 patients who were hospitalized with the diagnosis of ABP and underwent LC were reviewed retrospectively. Of the patients, 35 (77.8%) were females and 10 (22.2%) were males. Twenty-two patients who underwent LC after completion of ABP treatment were named Group 1, and patients who were given a 2-month interval after ABP treatment and underwent LC afterward were named Group 2.
RESULTS: There were 22 patients in Group 1 and 23 patients in Group 2, It consisted of a total of 45 patients. The average age of the patients was 56 (26–93) years. The average hospital length of stay was 13.18 days in Group 1 and 8.3 days in Group 2. The mean duration of LC was 57.8 min in Group 1 patients, 45.7 min in Group 2, and a significant difference was found (p<0.01). Postoperative complications were seen in 4 (18.2%) patients in Group 1 and 4 (17.4%) patients in Group 2. Acute pancreatitis was seen again in 1 (4.5%) patient in Group 1 and 2 (8.7%) patients in Group 2.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the treatment of ABP, although the duration of LC performed in the early period was prolonged, there was no difference in postoperative hospital stay and complications. We believe that early LC should be performed to prevent recurrences and complications that may develop after ABP attacks.

5.
Mesane Divertikülünün Alt Üriner Sistemin Depolama ve Boşaltım Fazlarına Etkileri: Ürodinamik ve Klinik Değerlendirme
Effects of Bladder Diverticulum on Storage and Emptying Phase of the Lower Urinary System: Urodynamic and Clinical Evaluation
Burcu Hancı Sevinç, Ahmet Halil Sevinç, Fatih Tarhan
doi: 10.14744/scie.2022.74429  Sayfalar 121 - 127
GİRİŞ ve AMAÇ: Mesane divertikülü uzun zamandır bilinen ve tedavi edilen bir hastalık olmasına rağmen, literatürde mesane divertiküllü hastalarda yapılmış ürodinamik çalışmalar yeteri kadar mevcut değildir. Çalışmamızda mesane divertikülü olan hastalarda alt üriner sistemin depolama ve boşaltım fazında var olan ürodinamik bozuklukların tanımlaması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Şubat 2010 ile Ağustos 2020 tarihleri arasında üroloji polikliniğine alt üriner sistem semptomları (AÜSS) ile başvurmuş ve incelemeleri sonrasında mesane divertikülü tespit edilmiş olan hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Çalışma ölçütlerine uyan 50 hasta çalışmaya alındı. Tüm hastaların öyküsü, fizik muayenesi, laboratuvar tetkikleri, görüntüleme sonuçları, ürodinamik inceleme sonuçları ve ameliyat olan hastalarda ameliyat notları değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların %18’i kadın, %82’si erkekti. Hastaların %54’ü boşaltım semptomları ile polikliniğe başvurdu. Mesane divertikülü olan %4 hastanın ise asemptomatik olduğu tespit edildi. Ürolojik operasyon öyküsü olan erkek hastaların %60’ında infravezikal obstrüksiyon nedenli işlem uygulandığı saptandı. Çalışmaya dahil edilen hastaların %22’si cerrahi tedavi uygulanmadan takip edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastaların %50’sine ürodinami yapılmış olup en fazla tespit edilen ürodinamik bulgu detrüsör aşırı aktivitesi (DAA) olarak saptanmıştır, bunu çıkım obstrüksiyonu izlemektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Edinsel mesane divertikülü saptanmış olan hastaların çoğu asemptomatik olduğu için tüm hastalarda divertikülektomi endikasyonu yoktur. Öncelikle hastalar divertikül oluşumuna neden olan patolojiye yönelik araştırılmalı ve ona yönelik takip ya da tedavi seçenekleri dü-şünülmelidir. Bizim görüşümüze göre ürodinamik inceleme tedavi kararını ve seçimini etkilemekte ve tedavinin sonuçlarının tahmininde yol gösterici olabilmektedir. Bu nedenle mesane divertikülü olan her hastanın ürodinamik olarak değerlendirilmesi gereklidir. Bu konunun tam olarak aydınlatılması için ileri araştırmalara gerek vardır.
INTRODUCTION: Although bladder diverticulum is a disease that has been known and treated for a long time, there are not enough urodynamic studies about patients with bladder diverticulum in the literature. In this study, it was aimed to describe the urodynamic findings in the storage and voiding phases of the lower urinary tract in patients.
METHODS: Patients who applied to the urology clinic with lower urinary tract symptoms between February 2010 and August 2020 and who were found to have bladder diverticulum were evaluated retrospectively. Fifty patients who met the study inclusion criteria were considered. The medical histories, physical examinations, laboratory tests, imaging results, urodynamic study results, and the surgery reports of all the patients were reviewed retrospectively.
RESULTS: Of the patients included in the study, 18% were women and 82% were men. Fifty-four percent of the patients applied to the polyclinic with voiding symptoms. Four percent of the patients with bladder diverticulum were asymptomatic. It was determined that 60% of the male patients with a history of urological operation were treated for infravesical obstruction. Of the total patients, 22% were followed up without any surgical treatment. A urodynamic study was performed in 50% of the patients. The most common urodynamic finding was detrusor overactivity, followed by obstructed outflow function.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As most of the patients with bladder diverticulum are asymptomatic, diverticulectomy is not indicated in every patient. First of all, patients should be investigated for the pathology causing diverticulum formation, and then the follow-up or the treatment options should be considered. Therefore, it could be argued that all patients with bladder diverticulum should be evaluated urodynamically. Further research is needed to explore this issue.

6.
Künt Göğüs Travması Olan Hastalarda Nörolojik Kayıp Riskinin Öngörülmesinde Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
Effectivity of the Radiological Imaging Methods in the Prediction of the Neurological Loss Risk in Patients with Blunt Chest Trauma
Ulaş Yüksel, İsmail Ağababaoğlu, Özgür Ömer Yıldız, Eray Çınar, Adnan Özdemir, Mustafa Emre Akın, Bülent Bakar
doi: 10.14744/scie.2022.60134  Sayfalar 128 - 135
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda hemotoraks, pnömotoraks ve nörolojik kayıp teşhisinde künt göğüs yaralanmalı hastalarda akciğer grafisi ile toraks bilgisayarlı tomografisi (BT) arasındaki tanısal farklılıkların araştırılması, hangi radyolojik yöntem ve/veya radyolojik tanı kriterlerinin daha etkili ve öngörücü olduğunun belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Nisan 2011 ile Aralık 2018 tarihleri arasında künt göğüs travması geçiren hastaların demografik ve radyolojik görüntüleme sonuçları analiz edildi ve 756 trafik kazası hastasının (%87) ve 113 (%13) yüksekten düşme hastasının sonuçları çalışmaya dahil edildi. Hastaların akciğer grafisi ve toraks BT sonuçları incelenerek kaburga, sternum, omurga kırıkları ve nörolojik kayıpları, hemotoraks ve pnömotoraks bulguları değerlendirildi.
BULGULAR: Bilgisayarlı tomografide kaburga kırığı (p<0.001) ve vertebra kırığı (p<0.001) direk grafiye göre daha fazla saptandı. ROC-Curve testi, röntgen ve toraks BT’de saptanan vertebra kırığı, hemotoraks ve pnömotoraksın nörolojik kayıp olasılığını öngörebileceğini ortaya koydu. Lojistik Regresyon testi sonuçları, toraks BT görüntülemenin hemotoraks (p<0.001) ve pnömotoraks (p<0.001) tanısında ve nörolojik kayıp (p<0.001) gelişme olasılığını öngörebilmede kullanılabilecek en iyi radyolojik inceleme yöntemi olabileceğini gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma sonuçları kaburga kırığı, hemotoraks ve pnömotoraks olan olgularda vertebral hasarı gözden kaçırmamak ve nörolojik kayıp olasılığını öngörebilmek için ileri omurga radyolojik görüntüleme yöntemlerinin kullanılmasının gerekli olabileceğini gösterdi. Bu çalışmanın sonunda torakal vertebra ve diğer torakal kemik yapılarındaki travma sonrası patolojik bulguları saptamaya yönelik BT ile değerlendirmenin ilk seçenek olabileceği savunuldu.
INTRODUCTION: The study was aimed to investigate the diagnostic differences between X-ray and thorax computed tomography (CT) scan in patients with blunt chest trauma and to determine which radiological method and/or radiological diagnostic criteria are more effective and predictive to diagnose the hemothorax, pneumothorax, and neurological deficit.
METHODS: The demographic and radiological imaging results of patients who had blunt chest trauma between April 2011 and December 2018 were analyzed. A total of 869 patients (male=548, female=321) were included in the study. Of the patients, 756 (87%) were assessed by a traffic accident and 113 (13%) by falling from a height. The findings of rib, sternum, and spine fractures, hemothorax, and pneumothorax detected on X-ray and/or thorax CT were evaluated.
RESULTS: Rib fractures (p<0.001) and vertebra fractures (p<0.001) were detected much more in CT scans than in chest X-rays. ROC curve test revealed that vertebra fracture, hemothorax, and pneumothorax could predict the development risk of the neurological deficit. The logistic regression test results revealed that thorax CT imaging could be the best radiological examination method to be used to diagnose hemothorax (p<0.001) and pneumothorax (p<0.001) and to predict the development risk of the neurological deficit (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In cases with a rib fracture, hemothorax, and/or pneumothorax, advanced vertebral radiological imaging should be performed in order not to overlook vertebral fractures and to predict the development of neurological deficits. Therefore, a thorax CT scan may be the first choice to detect pathological findings in the thoracic vertebrae and other thoracic bone structures.

7.
Architect Anti-HCV Testlerinin Teşhis Güvenilirliği ve Yanlış Pozitifliğin Teşhis Maliyeti
Diagnostic Reliability of Architect Anti-HCV Tests and Diagnostic Cost of False Positivity
Sinem Akkaya Işık, Ersin Tural, Ercan Yenilmez, Riza Aytaç Çetinkaya, Orhan Baylan, Levent Gorenek
doi: 10.14744/scie.2022.92653  Sayfalar 136 - 141
GİRİŞ ve AMAÇ: Laboratuvarımızda rutin olarak kullanılan kemilüminesans immunoassayn (CIA) test kiti absorbansını esas alarak gerçek pozitif hastaların tanısında anti-HCV’nin cut-off değerini belirlemeyi ve yalancı pozitif örnekler için refleks tamamlayıcı test uygulamasının potansiyel maliyet etkinliğini araştırmayı planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 2016–2019 yılları arasında yapılan tüm anti-HCV CIA test sonuçları geriye dönük olarak tarandı ve hastaların S/Co değerleri kaydedildi. Bunlar arasında HCV-RNA real-time PCR testi ile doğrulanan sonuçlar çalışmaya dâhil edildi.
BULGULAR: Dahil edilen 257 hastanın 84’ü (%32.68) HCV-RNA pozitifti. Anti-HCV değerlerinin ROC analizine göre, en uygun S/Co değeri 8.58 olup, duyarlılık ve özgüllük değerleri sırasıyla %95.24 ve %85.55’di. Bu değere göre 105 olguda anti-HCV testi reaktifti ve bu olguların 80’inde (%76.2) aktif HCV enfeksiyonu vardı. Yanlış negatifliği önlemek için, kurumumuzda 1.0 S/Co değeri kullanmanın ek maliyeti 4114.64 USD idi. Kurumumuzda, HCV-RNA PCR testini tamamlamak için yaklaşık 6.25 çalışma saati gerekmektedir. S/Co değeri 1.0 ve 8.58 alındığında gereken iş saati sırasıyla 1606.25 ve 658.25 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yanlış pozitif anti-HCV sonuçları ülkelerin sağlık ekonomisi üzerinde önemli bir yüktür. En azından, taramanın amacına (kan donörleri veya ameliyat öncesi tarama gibi) ve farklı laboratuvarlarda, farklı durumlarda ve farklı popülasyonlarda HCV enfeksiyonu yaygınlığına göre farklı S/Co değerleri kullanılabilir.
INTRODUCTION: We aimed to determine the cutoff value of anti-hepatitis C virus (HCV) in the diagnosis of real positive patients based on the chemiluminescence immunoassay (CIA) test kit absorbance routinely used in our laboratory and to reveal the potential cost-effectiveness of confirmatory tests for false-positive samples.
METHODS: All anti-HCV CIA test results between 2016 and 2019 were retrospectively screened and sample/cutoff (S/Co) values of the patients were recorded. Among these, the results that were confirmed with HCV RNA polymerase chain reaction (PCR) test were included.
RESULTS: Of the 257 patients included in the study, 84 (32.68%) were positive for HCV RNA. The optimal S/Co value was 8.58 with sensitivity and specificity values being 95.24% and 85.55%, respectively. According to this 8.58 S/Co value, the anti-HCV test was reactive in 105 cases and 80 (76.2%) of these cases had active HCV infection. To prevent false negativity, the additional cost of using 1.0 S/Co value to our institution was 4114.64 USD. In our institution, approximately 6.25 working hours is spent to finalize the HCV RNA PCR test. The hours spent for S/Co of 1.0 and 8.58 was 1606.25 and 658.25, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: False-positive anti-HCV results are an economic burden on countries. At least, different S/Co values might be used in accordance with the purpose of screening and prevalence of HCV infection in different laboratories and different populations.

8.
Sağlık Çalışanlarında COVID-19 Enfeksiyonunun Fonksiyonel Egzersiz Kapasitesi ve Ekokardiyografi Bulgularına Etkisi
Effect of COVID-19 Infection on the Functional Exercise Capacity and Echocardiographic Findings of Healthcare Workers
Banu Boyuk, Seydahmet Akın, Nurdan Papila Topal, Hande Erman, Özcan Keskin
doi: 10.14744/scie.2021.48344  Sayfalar 142 - 149
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 enfeksiyonu, başta sağlık çalışanları olmak üzere toplumun tüm kesimlerini etkilemiştir. COVID-19 enfeksiyonu olan sağlık çalışanlarının egzersiz kapasitesini ve kalp fonksiyonlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: COVID-19 enfeksiyonlu (21 kadın, 19 erkek) tedavilerini tamamlayan 40 sağlık çalışanı, iyileşmelerinin otuzuncu gününde değerlendirildi. Yirmi sağlıklı gönüllü kontrol grubu olarak eşleştirildi. Egzersiz kapasitesi altı dakika yürüme testi (6DYT) ile ölçüldü. 6DYT sonuçları metre cinsinden mutlak değer olarak verildi. Kalp fonksiyonları ekokardiyografi ile değerlendirildi.
BULGULAR: COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş sağlık çalışanları ve sağlıklı kontrollerde yürüme mesafesi benzerdi. Sağlık çalışanlarında 0' nabız ve 6' nabız anlamlı olarak yüksek, 6DYT'de 0' SpO2 düşüktü. Toraks BT bulguları, toplam semptom sayısı ve klinik şiddet ile pozitif korelasyon gösterdi. Ejeksiyon fraksiyonu (EF) 6' nabız ile negatif korelasyon ve RA alanı 6' SO2 ile negatif korelasyon bulundu. Yatan hastalar ve ayaktan hastalar tarafından yapılan 6DYT'de ortalama mesafe sırasıyla 546.9±36.8m ve 511.8±54.0m idi. Ayaktan hastaların yürüme mesafesi ve EF'si yatan hastalara göre daha düşüktü. Enoksaparin tedavisi bağımsız olarak yürüme mesafesi ve EF ile ilişkiliydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 enfeksiyonu ve hastanede yatış durumu, kardiyak fonksiyonları ve fiziksel fonksiyonel kapasiteyi etkilemektedir. Çalışmamızda, hafif ve orta dereceli COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş sağlık çalışanlarında, EF ve yürüme mesafesini etkileyen en güçlü bağımsız faktörün profilaktik enoksaparin kullanımı olduğunu gösterdik. Sağlık çalışanlarının COVID-19 enfeksiyonu sonrası kardiyak fonksiyon ve egzersiz kapasitesinde olası sorunlar açısından takibinin önemli olduğu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: COVID-19 disease has affected all segments of society, especially healthcare workers. We aimed to evaluate the exercise capacity and cardiac functions of healthcare workers who had COVID-19 infection.
METHODS: Forty healthcare workers with COVID-19 infection (21 females, 19 males), who have completed their treatment, were assessed on the 30th day of recovery. Twenty healthy volunteers were matched as a control group. Exercise capacity was measured using the six-minute walk test (6MWT). The results of 6MWT were given as an absolute value in meters. Cardiac functions were evaluated by echocardiography.
RESULTS: Walking distances were similar in both healthcare workers with COVID-19 and healthy controls. 0´ pulse and 6´ pulse were significantly high in healthcare workers, whereas 0´ SpO2 was low in 6MWT. The thorax CT findings showed a positive correlation with the total number of symptoms and clinical severity. Ejection fraction (EF) showed a negative correlation with 6´ pulse, and the right atrial area revealed a negative correlation with 6´ SO2. The mean distance in 6MWT performed by inpatients and outpatients was 546.9±36.8 m vs 511.8±54.0 m, respectively. The walking distance and EF of outpatients were lower than inpatients. Enoxaparin treatment was independently associated with walking distance and EF.
DISCUSSION AND CONCLUSION: COVID-19 infection and hospitalization status affect cardiac functions and physical functional capacity. In our study, we showed that prophylactic enoxaparin use was the strongest independent factor affecting EF and walking distance in healthcare workers with mild to moderate COVID-19 infection. We think that it is important to follow up with healthcare professionals in terms of possible impairments in cardiac function and exercise capacity after COVID-19 infection.

9.
COVID-19 Pandemi Sürecinin Acil Hasta Profiline Etkisi: Türkiye’de Bir Üçüncü Basamak Çocuk Acil ve Travma Merkezi Deneyimi
The Effects of the COVID-19 Pandemic on Emergency Patient Profiles: A Case Study of a Turkish Tertiary Care Pediatric Emergency and Trauma Center
Gülşah Demir, Emel Berksoy, Şefika Bardak, Pelin Elibol, Alper Çiçek, Tuğçe Nalbant, Gamze Gökalp
doi: 10.14744/scie.2021.89804  Sayfalar 150 - 155
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız, pandeminin bir çocuk acil servisi işleyişine etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Geriye dönük kesitsel bu çalışmada, çocuk acil servise 15 Nisan–15 Mayıs 2020 ile bir yıl önce aynı zaman diliminde başvuran 0–18 yaş aralığındaki hastaların dosya verileri incelendi. Hastaların demografik özellikleri, başvuru tanıları, başvuru saati ve izlem verileri hastanemiz bilgisayar veri tabanından elde edildi. Pandemi öncesi ve pandemi dönemi için veriler karşılaştırıldı.
BULGULAR: Pandemide, seçilen ayda geçen yıla göre %78 oranında daha az hasta başvurduğu görüldü. Yaş grupları içerisinde 13–18 yaş arası hasta oranı pandemide seçilen ayda 2019 yılına göre daha çok (%20.2, %16; sırasıyla), 1–6 yaş arası hasta oranı (%41, %43.7, sırasıyla) ve 7–12 yaş arası hasta oranı (%24.6, %27.4, sırasıyla ) ise daha düşük saptandı (p<0.001). 2020 yılında hastaların daha çok mesai saati dışında (%65.7) acile başvurduğu, gözleme alınan hasta oranı (%21.3) ve yatış oranının (%18.6) daha yüksek olduğu saptandı (p<0.001). Pandemi döneminde onkolojik aciller (%0.4) dışında tüm tanı gruplarında acil başvurular daha düşük saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pandemi sürecinde çocuk acile başvuran hasta sayısı ve başvuru tanı profili değişmiştir.
INTRODUCTION: In this study, we aim to investigate the impact of the pandemic on the operation of pediatric emergency services
METHODS: In this retrospective cross-sectional study, the files of patients aged 0–18 years, who visited the pediatric emergency department (PED) between April 15 and May 15 in 2020 and the same period in the previous year, were reviewed. Demographic characteristics, admission diagnoses, admission time, and follow-up data of the patients were obtained from the computer database of our hospital. The data of the pre-pandemic and pandemic period were compared.
RESULTS: During the selected month in the pandemic year (2020), the number of patients admitted to the hospital was 78% less than that admitted in the previous year (2019). While the percentage of admitted patients aged 13–18 years in the selected month was higher during the pandemic period than in 2019 (20.2% vs. 16%), the percentages of patients aged 1–6 years (41% vs. 43.7%) and 7–12 years (24.6% vs. 27.4%) were lower (p<0.001) during the pandemic. In 2020, it was observed that most patients visited the emergency department outside of working hours (65.7%) and that the rate of patients who were observed (21.3%) and the rate of hospitalization (18.6%) were higher (p<0.001) than in 2019. During the pandemic period, emergency service admissions were lower in all diagnostic groups, exceptfor oncological emergencies (0.4%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: During the pandemic period, the number of patients admitted to the PED as well as the admission diagnosis profile changed.

10.
COVID-19 Hastalarında Kötü Prognoz İçin Erken Uyarıcı Bir Risk Puanlama Sistemine Sahip Olmak Mümkün Müdür?
Is It Possible to Have a Risk Scoring System that Provides Early Warning of the Poor Prognosis in COVID-19?
Sinem Özcan, Sinem Dogruyol, Abdullah Osman Koçak, Burak Acar, İlker Akbaş
doi: 10.14744/scie.2022.46794  Sayfalar 156 - 161
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda iki merkezin acil servisine başvuran olası/kesin COVID-19 olgularının verilerini değerlendirerek kötü prognoz ilişkili
faktörleri belirlemeyi ve risk skorlama sistemi oluşturmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, COVID-19 olgularında geriye dönük olarak tasarlandı. Hastaların sosyodemografik verileri, şikayetleri, vital bulguları, laboratuvar bulguları, servis/yoğun bakım yatış durumu, ve ölüm varlığı analiz edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 436 hasta dahil edildi. Olguları kötü prognoz açısından iki gruba ayırdık kötü prognozla ilişkili faktörler değerlendirildiğinde; komorbidite varlığı (p=0.001), 50 yaş ve üzeri olmak (p<0.001), nefes darlığı semptomunun olması (p<0.001), oksijen satürasyon değerinin %95 altında olması (p<0.001), nötrofil sayısının 7x109/L–1 üzerinde olması (p=0.006), lenfosit sayısının 1.1×109/L–1 altında olması (p=0.020), Prokalsitonin düzeyinin 0.015 ng/mL ve üzerinde olması (p=0.001), D dimer değerinin 500 mg/L ve üzerinde olması (p=0.009) istatistiksel olarak anlamlı bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kapsamlı risk skorlama sistemimizi oluşturduk. Modelimiz sekiz parametreden oluşmaktadır. Kötü prognoza sahip hastaların puan ortalamaları diğer hastalara göre anlamlı derecede yüksekti. Oluşturduğumuz skorlama sisteminin prognoz ve tedavi stratejisinin belirlenmesinde kapsamlı, kolay uygulanabilir ve güvenilir bir yöntem olduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: In our study, we aimed to determine the factors associated with poor outcome by evaluating the data of possible/definite Coronavirus 2019 (COVID-19) cases coming to the emergency department in two centers and to establish a risk scoring system.
METHODS: This study has been designed as a retrospective study performed on COVID-19 cases. Patients’ sociodemographic data, complaints, vital signs, laboratory parameters, service/intensive care admission status, and the presence of death were analyzed.
RESULTS: A total of 436 patients were included in the study. We divided the cases into two groups in terms of poor outcome. The factors associated with poor outcome such as the presence of comorbid disease (p=0.001), being 50 years and older (p<0.001), symptoms of shortness of breath (p<0.001), saturation value <95% (p<0.001), neutrophil count >7×109 L–1 (p=0.006), lymphocyte count <1.1×109 L–1 (p=0.020), procalcitonin value ≥0.015 ng/mL (p=0.001), D-dimer value ≥500 mg/L (p=0.009) were found to be statistically significant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The scoring system we have created is considered to be a comprehensive, easily applicable, and reliable method in determining the prognosis and the treatment strategy.

11.
Meme Kanserinde Neoadjuvan Kemoterapi Yanıtını Değerlendirmede PET’nin Etkinliği ve Patolojik Yanıtı Etkileyen Faktörler
Efficacy of Positron Emission Tomography in Evaluating Neoadjuvant Chemotherapy Response and Factors Affecting Pathological Response in Breast Cancer
Ecem Memişoğlu, Ramazan Sarı
doi: 10.14744/scie.2021.43179  Sayfalar 162 - 167
GİRİŞ ve AMAÇ: Neoadjuvan kemoterapi (NAK) sonrası patolojik tam yanıt (pCR) daha yüksek hastalıksız sağ kalım (DFS) ve genel sağ kalım (OS) ile ilişkilidir. Tedavi sonrası klinik yanıt (cR) değerlendirilmeli ve ilişkili faktörler belirlenmelidir. Çalışmamızdaki amacımız cR değerlendirmede PET’nin etkinliğini ve pCR’ye etkili olası faktörleri tanımlamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2015–Aralık 2020 tarihleri arasında meme kanseri tanısıyla opere edilen hastaların dosyaları incelendi. Operasyon öncesi klinik yanıtlar PET ile değerlendirildi. Patolojik yanıt değerlendirilmesinde College of American Pathologists (CAP) 2019 skorlama sistemi kullanıldı. Hastaların menapozal durumu, tanı anındaki evresi, NAK öncesi ve sonrası PET bulguları, tümörün histopatolojik tipi, moleküler alt tipi ve Kİ-67 düzeyi incelenerek klinik ve patolojik yanıtı etkileyen faktörler araştırıldı.
BULGULAR: Toplam 234 kadın hasta incelendi ve yaş ortalaması 52.5±12.1 yıl idi. Hastaların %28’inde patolojik tam yanıt (CAP=0) görülürken, klinik tam yanıt gözlenen 55 (%24) hastanın 40’ında (%72.7) patolojik olarak da tam yanıt izlendi. Kİ-67 yüksekliği ve HER-2 pozitifliği patolojik yanıtı olumlu etkileyen faktörlerdi (p<0.05). Moleküler alt tiplerdeki patolojik tam yanıt oranları; lüminal A’da %0, lüminal B’de %21, HER-2 pozitifte %52, üçlü negatif grupta ise %44 olarak bulundu ve gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak da anlamlıydı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: NAK, lokal ileri meme kanserli hastalarda tümör boyutunu küçültmek ve aksiller diseksiyondan kaçınmak için kullanılır. NAK sonrası klinik yanıt değerlendirmesinde PET kullanımı patolojik yanıtı öngörmede tek başına yeterli değildir. Patolojik yanıt HER-2 pozitif ve triple negatif hastalarda belirgin derecede yüksektir. NAK kararı yanıtı etkileyen faktörler göz önünde bulundurularak verilmeli, gereksiz maliyet ve zaman kaybı önlenmelidir.
INTRODUCTION: Pathological complete response (pCR) after neoadjuvant chemotherapy (NAC) is associated with higher disease-free survival and overall survival (OS). Posttreatment clinical response (cR) should be evaluated, and the associated factors should be identified. Our aim was to define the efficacy of positron emission tomography (PET) in cR evaluation and possible factors affecting pCR.
METHODS: The medical records of patients who were operated on for breast cancer between January 2015 and December 2020 were evaluated. Preoperative cRs were investigated with PET. College of American Pathologists (CAP) 2019 scoring system was used in the evaluation of pathological response. The factors affecting the clinical and pathological response were investigated by examining the menopausal status of the patients, the stage at the time of diagnosis, PET findings before and after NAC, histopathological type of the tumor, molecular subtype, and KI-67 level.
RESULTS: The data of 234 female patients were examined. The mean age was 52.5±12.1 years. The pCR (CAP=0) was observed in 28% of the patients, while the pCR was observed in 40 (72.7%) of 55 (24%) patients with cCR. KI-67 increase and HER2 positivity were factors that positively affected the pathological response (p<0.05). The pCR rates in molecular subtypes were 0% in luminal A, 21% in luminal B, 52% in HER2-positive, and 44% in triple-negative groups, and the difference between the groups was statistically significant (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: NAC reduces tumor size and avoids axillary dissection in patients with locally advanced breast cancer. The use of PET alone in evaluating cR after NAC is not sufficient to predict the pathological response. The pathological response is significantly higher in HER2-positive and triple-negative patients. The decision for NAC should be made considering the factors affecting the response to avoid unnecessary cost and time loss.

12.
Kısmi Görev Eğitimi, Trakeal Entübasyonda Video Tabanlı Geribildirimin Başarısını Arttırır Mı?
Does Part-Task Training Increase the Success of Video-Based Feedback in Tracheal Intubation?
Ayten Saracoglu, Gamze Cabakli, Zuhal Aykac
doi: 10.14744/scie.2022.27879  Sayfalar 168 - 173
GİRİŞ ve AMAÇ: Trakeal entübasyon, karmaşık psikomotor beceriler ve tekrarlayan uygulamalar gerektirdiğinden klinik ortamlarda öğretilmesi zor bir işlemdir. Bu çalışmadaki amacımız, video temelli geri bildirimde eğitimsel bir üst basamak olarak kısmi görev veya tam görev eğitimi ile öğrenilen trakeal entübasyonun başarı ve komplikasyon oranlarını değerlendirmektir
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kısmi görev grubunda süreç üç adımda öğretildi: 1. bölümde maske ventilasyonu, 2. bölümde laringoskopi, son adım olarak trakeal tüp yerleştirme. Katılımcılara bilgisayar oyunları oynama sıklığı soruldu. Trakeal entübasyon süresi, müdahale sayısı, diş basınç skorlaması ve optimizasyon manevraları kaydedildi. Toplam 63 tıp öğrencisinin verileri kaydedildi.
BULGULAR: İlk denemede başarılı entübasyon oranı kısmi görev ve tam görev gruplarında sırasıyla %54.9’a karşı %45.1’di (p=0.033). 2. denemedeki
başarılı trakeal entübasyon oranı, kısmi görev grubunda tüm görevden anlamlı olarak daha düşüktü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Video tabanlı geri bildirime göre, deneyimsiz kullanıcılara trakeal entübasyon becerilerini öğretmek için kısmi görev eğitim tekniklerinin kullanılması, asistan eğitimine entegre edilebilirse başarının artmasına sebep olacaktır. Acemi kullanıcılarda ise trakeal entübasyon eğitiminde, kısmi görev eğitimi ve video tabanlı geri bildirim yöntemlerinin bir arada kullanılmasının komplikasyon oranını artırmadan başarı şansını yükselttiği gözlemlenmiştir.
INTRODUCTION: Tracheal intubation is a difficult procedure to be taught in clinical settings because complex psychomotor skills and repetitive practices are required. In this study, we aimed to evaluate the success and complication rates of tracheal intubation through parttask and whole task training as educational upper steps in video-based feedback.
METHODS: In the part-task group, the process was taught in three steps: mask ventilation as step 1, laryngoscopy as step 2, and tracheal tube placement as step 3. Participants were questioned about the frequency of playing computer games. The duration of tracheal intubation, number of interventions, tooth pressure scoring, and optimization maneuvers were recorded. The data of 63 medical students were recorded.
RESULTS: Successful intubation rate in the first attempt was 54.9% and 45.1% in the part-task group and the whole task group, respectively (p=0.033). The successful tracheal intubation rate in the second attempt was significantly lower in the part-task group than in the whole task group (12.5% vs 87.5% respectively, p=0.033).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In addition to video-based feedback, part-task training techniques to teach tracheal intubation skills to inexperienced users showed the success of these techniques, which can be integrated into resident training. Tracheal intubation training in novice users increased the chances of success without increasing the complication rate when applied using part-task training and video-based feedback methods together.

13.
COVID-19 Pnömonisine Bağlı Pnömotoraks ve Pnömomediastinum Gelişen Hastalarda Erken Dönem Sonuçlarımız: Tek Merkez 47 Hasta Klinik Deneyi
Early Period Results in Patients Developing Pneumothorax and Pneumomediastinum Due to COVID-19 Pneumonia: Single-Center Clinical Experience on 47 Cases
Gökçen Sevilgen, Kerim Tülüce, Hasan Türüt
doi: 10.14744/scie.2022.03764  Sayfalar 174 - 179
GİRİŞ ve AMAÇ: Pnömotoraks ve/veya pnömomediastinum COVID-19 tanısı ile yoğun bakımda takip edilen ve adult respiratory disease syndrome gelişen mekanik ventilatör desteğindeki hastalarda görülebilen geç bulgular olarak ortaya çıkabilen antitelerdir. Bu çalışmada, COVID-19 enfeksiyonuna ikincil gelişen pnömotoraks (PNX) ve/veya pnömomediastinum (PNM) nedeni ile, yönetimi kliniğimiz tarafından yapılan hastaların geriye dönük analizi ile morbidite ve mortaliteye etki eden faktörlerin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart–Aralık 2020 tarihleri arasında COVID-19 pnömonisi ile ilişkili PNX ve/veya PNM tanısı konan, kliniğimiz tarafından yönetilen toplam 47 hasta geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik verileri, muayene ve radyolojik bulguları, ko-morbiditeleri, positive end-expiratory pressure (peep) değerleri, fraction of inspired oxygen (FiO2) yüzdeleri, ile ilk 48 saat, 48 saat ile 7 gün arası ve 7 gün sonrası mortalite analiz edildi.
BULGULAR: Toplam 47 hastanın sadece 2’si (%4) 20 ile 40 yaş aralığında olup istatiksel olarak anlamlı (p<0.03) olarak bulundu. Bilateral pnömotoraks 5 hastada (%11) görüldü. Hastaların 40’ına (%85) tüp torakostomi uygulandı, 7 hasta ise konservatif yöntemle takip edildi. Hastaların 11’ inde (%31) sadece izole PM saptandı, hepsinde yaygın cilt altı amfizemi mevcuttu. Bu hasta grubunda ortalama yaş 62, MV ortalama PEEP değeri 11 cmH2O ve ortalama FiO2 değeri ise %84 olarak hesaplandı. İlk 48 saat ve ilk 7 günlük mortaliteleri karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken, 7. günden sonra görülen mortalitelerde anlamlı fark bulundu (p<0.05). Çoklu değişken analizinde hastalarda yaygın cilt amfizeminin eşlik etmesi 7. gün sonraki mortalitelerde istatistiksel olarak anlamlı bir risk faktörü olarak tespit edildi (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tüp torakostomi COVID-19 hastalarında görülen pnömotoraks tedavisinde oldukça etkili bir yöntemdir. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda pnömomediastinum gelişmesinin pnömotoraks için yüksek risk olması bakımından bu hastalarda daha hassas ve daha erken akciğer koruyucu ventilasyon stratejilerinin uygulanması gerektiğinin önermekteyiz.
INTRODUCTION: Pneumothorax (PNX) and/or pneumomediastinum (PNM) is an entity that can occur as late findings in COVID-19 patients with mechanical ventilator support. The purpose of this study was to determine the parameters that influence morbidity and mortality associated with PNX and/or PNM secondary to COVID-19 infection.
METHODS: The study was performed on patients from March 2020 to December 2020. Demographic data, comorbidities, positive end-expiratory pressure (PEEP) values, and fraction of inspired oxygen (FiO2) percentage were analyzed. Mortality in the first 48 h, between 48h and 7 days, and after 7 days was assayed.
RESULTS: A total of 47 patients, only 2 of whom (4%) were in 20–40 years of age, were studied. The result was statistically significant (p<0.03). Bilateral PNX was seen in 5 patients (11%). Tube thoracostomy was performed in 40 patients (85%). The isolated PM was detected as a single finding in 11 patients (23%). The mean age was 62 years. The mean mechanical ventilator PEEP and the FiO2 values were 11 cmH2O and 84%, respectively. When the mortality of the first 48 h and the first 7 days was compared, no statistically significant difference was found. However, a significant difference in the mortality observed after the 7th day, which is consistent with the literature, and the presence of diffuse subcutaneous emphysema was detected (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tube thoracostomy is a highly effective method for treating PNX in all patients. Due to the elevated risk of PNX associated with the development of PNM in patients receiving mechanical ventilation, we suggest that more sensitive and earlier lung-protective breathing methods should be used.

14.
Herpetik Stromal Keratite Bağlı Gelişen Korneal Neovaskülarizasyon Tedavisinde İnce İğne Diatermi Tedavisinin Uzun Dönem Sonuçları
Long-Term Results of Fine Needle Diathermy Occlusion of Corneal Vessels in the Treatment of Herpetic Corneal Neovascularization
Burak Tanyıldız, Nesrin Tutaş Günaydın, Büşra Kaya, Hatice Selen Kanar, Eren Göktaş, Baran Kandemir
doi: 10.14744/scie.2021.35762  Sayfalar 180 - 184
GİRİŞ ve AMAÇ: Herpetik keratite bağlı kornea neovaskülarizasyonunun (KNV) tedavisinde ince iğne diatermi (İİD) tedavisinin uzun dönem sonuçlarını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Herpetik keratit nedeniyle KNV gelişen ve İİD uygulanan hastaların verileri geriye dönük olarak incelendi. Demografik veriler, intraoperatif ve ameliyat sonrası komplikasyonlar, ameliyat öncesi ve sonrası en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK), İİD işlem sayısı kaydedildi.
BULGULAR: Herpetik keratite bağlı KNV gelişen 12 hastanın 12 gözü çalışmaya dahil edildi. Hastaların 2’si (%16.6) kadın, 10’u (%83.4) erkekti. Ortalama yaşları 56.75±13.24 (39-88) idi. Ortalama takip süresi 20.58±9.79 (12–42) aydı. Ortalama İİD sayısı 1.33±0.65 idi. Ameliyat öncesi ortalama EİDGK 1.40±0.44 log MAR ve ameliyat sonrası ortalama EİDGK 1.11±0.52 log MAR idi (p=0.018). Herpetik KNV’li tüm gözler, kornea vaskülarizasyonundaki gerileme ve görme keskinliğindeki iyileşmeye göre tam gerileme (n=6, %50), kısmi gerileme (n=4, %33.3) ve değişim olmaması (n=2, %16.7) şeklinde kategorize edildi. İki hastada (%16.7) subkonjonktival kanama gelişti. Bir hastada (%8.3) kornea perforasyonu gelişti ve konservatif olarak tedavi edildi. Takip süresi boyunca hiçbir hastada İİD’den sonra KNV aktivasyonu olmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Herpetik keratite bağlı KNV’de İİD tedavisinin KNV rekürrensini önlemede etkili olduğunu ve İİD tedavisi sonrası kazanılan görme keskinliğinin uzun dönem takipte korunduğunu göstermiştir.
INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the long-term results of fine needle diathermy (FND) in the treatment of corneal neovascularization (CoNV) due to herpetic keratitis.
METHODS: We retrospectively reviewed the data of patients with herpetic keratitis CoNV who underwent FND. The demographic data, intraoperative and postoperative complications, preoperative and postoperative best corrected visual acuity (BCVA), and the number of FND procedure were recorded.
RESULTS: Twelve eyes of 12 patients with herpetic keratitis CoNV were included in the study. Two patients (16.7%) were females and 10 were males (83.3%). The mean age was 56.75±13.24 (39–88) years. The mean follow-up period was 20.58±9.79 (12–42) months. The mean number of FND was 1.33±0.65. The mean preoperative BCVA was 1.40±0.44 log MAR, and the mean postoperative BCVA was 1.11±0.52 log MAR (p=0.018). All eyes with herpetic CoNV were categorized based on the resolution of corneal vascularization and visual acuity improvement into complete regression (n=6, 50%), partial regression (n=4, 33.3%), and no regression (n=2, 16.7%). Subconjunctival hemorrhage developed in 2 patients (16.7%). Corneal perforation developed in 1 patient (8.3%) and was treated conservatively. During the follow-up period, no patient had CoNV activation after FND.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results indicated that FND treatment in CoNV due to herpetic keratitis was effective in preventing CoNV recurrence, and the visual acuity gained after FND treatment was preserved in the long-term follow-up.

15.
Dispepsi Nedeniyle Endoskopi Yapılan Diyabetik Hastalarda Helicobacter Pylori Enfeksiyonunun Mikroalbuminüri ve Böbrek Fonksiyon Testleri Üzerine Etkisi
Effect of Helicobacter Pylori Infection on Microalbuminuria and Renal Function Tests of Diabetic Patients with Endoscopy due to Dyspepsia
Tuba Tahtalı, Seydahmet Akın, Banu Böyük, Emine Köroğlu, Özcan Keskin
doi: 10.14744/scie.2021.37084  Sayfalar 185 - 190
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, diyabetin kronik komplikasyonlarından diyabetik nefropatinin göstergesi olan mikroalbüminüri üzerine Helicobacter pylori’nin (Hp) katkısının gösterilmesini ve Hp eradikasyonun diyabetik hastalarda teröpatik bir seçenek olabileceğini göstermeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, geriye dönüktür. Gastroenteroloji ve diyabet polikliniğinde takipli olan tip 2 diyabetik hastalar üzerinde yapıldı. Dispepsi nedeniyle gastroskopi yapılan hastalarda patoloji bulguları eşliğinde Hp varlığı karşılaştırıldı ve mikroalbüminüri, laboratuvar bulguları, demografik özellikleri ve klinik bilgileri arasındaki ilişki analiz edildi.
BULGULAR: Çalışmaya, yaşları 35 ile 85 arasında, yaş ortalaması 61.12±9.78 yıl olan 75’i erkek (%48.1), 81’i kadın (%51.9) olmak üzere dışlama kriterlerini karşılayan toplam 156 olgu alındı. Olguların 71’inde (%45.5) Hp pozitif olarak saptandı. Hp varlığı ile eşlik eden hastalıklar, demografik özellikler, kullanılan ilaç tedavileri, biyokimyasal parametreler, albüminüri düzeyleri (mikro-normo-makro), endoskopi ve patoloji sonuçları karşılaştırıldı. Kadınlarda Hp pozitifliği görülme oranı, erkek olgulara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (p=0.048; p<0.05). Asetilsalisilikasit (ASA) kullanımının Hp üzerine etkisinin odds oranını 2.105 (%95 CI: 1.05–4.23) kat arttırdığı görüldü. Diğer değişkenlerin değerlendirilmesinde anlamlı bulgular saptanmadı (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hp pozitifliği ile mikroalbüminüri arasında anlamlı bir ilişki görülmedi. Kadın cinsiyet ve ASA kullanımı, Hp enfeksiyonu için bağımsız risk faktörü olarak saptandı. Bu konuda daha geniş popülasyonda yapılacak daha uzun süreli yeni araştırmalara ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to demonstrate the contribution of Helicobacter pylori (Hp) to microalbuminuria, which is an indicator of diabetic nephropathy and one of the chronic complications of diabetes, and to show that Hp eradication can be a therapeutic option in diabetic patients.
METHODS: This study is a retrospective study conducted with type 2 diabetic patients who were followed up in the Gastroenterology and Diabetes Outpatient Clinics. The presence of Hp in pathology findings was investigated in patients who underwent gastroscopy for dyspepsia, and the relationship between microalbuminuria, laboratory findings, demographic characteristics, and clinical information was analyzed.
RESULTS: A total of 156 cases meeting the inclusion criteria, 75 males (48.1%) and 81 females (51.9%) between the ages of 35 and 85 years with a mean age of 61.12±9.78 years, were included in the study. Hp was positive in 71 (45.5%) cases. Hp positivity and accompanying diseases, demographic characteristics, drug therapies used, biochemical parameters, albuminuria levels (micro–normo–macro), endoscopy, and pathology results were compared. The rate of Hp positivity in females was found to be statistically significantly higher than that in males (p=0.048, p<0.05). The effect of using acetyl salicylic acid (ASA) on Hp increased the Odds ratio by 2.105 (95% CI: 1.05–4.23) times. No significant findings were found during the evaluation of other variables (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was no significant relationship between Hp positivity and microalbuminuria. Female gender and ASA use were identified to be risk factors for Hp infection. Studies with larger patient populations and requiring longer follow-ups are recommended.

16.
Perkütan Nefrolitotomi Operasyonu Sonrası Yüksek Akım Oksijen Uygulamasının Solunum Parametreleri ve Derlenme Üzerine Etkileri
Effects of High-Flow Oxygen Application on Respiratory Parameters and Compilation After Percutaneous Nephrolithotomy Operation
Ferhat Yıldız, Fatıh Dogu Geyik, Yucel Yuce, Banu Cevik, Kemal Tolga Saracoglu
doi: 10.14744/scie.2021.32704  Sayfalar 191 - 197
GİRİŞ ve AMAÇ: Ameliyat sonrası erken dönemde maske oksijen veya yüksek akımlı nazal oksijen uygulanan hastalarda yaşamsal parametreleri, arteriyel kan gazlarını, ameliyat sonrası derlenme düzeylerini, akciğerle ilişkili komplikasyonları karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu ileriye yönelik ve randomize çalışma, perkütan nefrolitotomi cerrahisi için planlanan ASA I-II-III risk skoruna sahip 18 yaşın üzerinde, iki cinsiyette 60 hastayı içermektedir. Hastalar rastgele ayrıldı; yüksek akımlı oksijen grubu (Grup HF, n=30), maske oksijen grubu (Grup Maskesi, n=30). Perkütan nefrolitotomi ameliyatı sırasında ve ameliyat sonrası arteriyel kan gazları değerlendirildi. Ameliyat sonrası erken dönemde iki grubun vital parametreleri (kalp hızı, SpO2, arteriyel kan basıncı, solunum hızı) karşılaştırıldı. Ameliyat sonrası iyileşme için QoR-40 anketi kullanıldı.
BULGULAR: Demografik veriler açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktur. Ameliyat sonrası birinci saatte arteriyel kan gazı analizinde yüksek akım grubunda SpO2 düzeyleri daha yüksek, PaO2 ve SaO2 artışları istatistiksel olarak anlamlı bulundu (sırasıyla p=0.01 p<0.001 p=0.03). Ekstübasyon sonrası kan gazları ile bir saatlik oksijen tedavisinden sonraki kan gazlarını karşılaştırdığımızda, bir saatlik oksijen tedavisinden sonra yüksek akım grubunda düşük solunum hızı ve pH artışı istatistiksel olarak anlamlıdır (sırasıyla p<0.001 p=0.007). PaCO2 seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktur. İki grup arasında sistolik diyastolik kan basıncı, kalp hızı, ameliyat sonrası 24. saatte iyileşme düzeyi, ameliyat sonrası akciğer komplikasyonları, mortalite, hastanede kalış süresi, yeniden entübasyon oranı açısından herhangi bir fark görmedik.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yüksek akışlı oksijen tedavisi, ameliyat sonrası erken dönemde kan gazlarında oksijenasyonu ve pH’ı artırır ve solunum hızını azaltır. Ameliyat sonrası iyileşme ve akciğer komplikasyonları açısından bir fark yoktur.
INTRODUCTION: We aimed to compare vital parameters, arterial blood gases, postoperative recovery levels, and lung-related complications in patients with mask oxygen or high-flow nasal oxygen during the postoperative early period.
METHODS: This study included 60 patients over 18 years old with a risk score of the American Society of Anesthesiologists (ASA) I–II–III planned for percutaneous nephrolithotomy surgery. Patients were separated randomly as high-flow oxygen group (group HF, n=30) and mask oxygen group (group mask, n=30). During surgery and after wake up and after postoprative first hour O2 treatment, arterial blood gases were evaluated. Heart rate, SpO2, arterial blood pressure, and respiratory rate of two groups were compared in the postoperative early period. QoR-40 survey was used for postoperative recovery.
RESULTS: There was no statistical difference between groups in terms of demographic data. In arterial blood gas analysis at postoperative 1 h, SpO2 levels were higher and PaO2 and SaO2 increases were statistically significant in the high-flow group (p=0.01, p<0.001, p=0.03, respectively). Lower respiratory rate and pH increase were statistically significant in the high-flow group after 1-h of oxygen therapy when we compared blood gases at post-extubation versus after 1 h oxygen therapy (p<0.001 vs p=0.007, respectively). There was no statistically significant difference in PaCO2 levels. We did not see any difference in systolic– diastolic blood pressure, heart rate, recovery level in postoperative 24 h, postoperative lung complications, mortality, hospital stay, and reintubation rate between the two groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: High-flow oxygen therapy increases oxygenation and pH in blood gases and decreases respiratory rate in the postoperative early period. There is no difference in terms of postoperative recovery and lung complications.

17.
Renal İskemi Reperfüzyonu ile İlişkili Böbrek Hasarına Karşı Urapidil’in Yararlı Etkileri
Beneficial Effects of Urapidil against Renal Ischemia Reperfusion-Related Renal Injury
Derya Güzel Erdoğan, Ayhan Tanyeli, Mustafa Can Güler, Ersen Eraslan, Selim Çomaklı, Songül Doğanay
doi: 10.14744/scie.2022.89421  Sayfalar 198 - 202
GİRİŞ ve AMAÇ: Burada urapidilin (Ura), iskemi reperfüzyon (I/R) ile oluşan böbrek hasarına karşı potansiyel koruyucu etkileri incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla deney hayvanları sham, I/R, I/R+Ura 0.5 mg/kg ve I/R+Ura 5 mg/kg gruplarına ayrıldı. Total antioksidan statüsü (TAS), süperoksid dismutaz (SOD), total oksidan statüsü (TOS), miyeloperoksidaz (MPO), oksidatif stress indeksi (OSI) ve malondialdehit (MDA) parametreleri belirlendi.
BULGULAR: I/R grubunda MDA, TOS, MPO ve OSI değerleri yükselirken TAS ve SOD seviyeleri azaldı. Ura tedavisi bu parametreleri tersine çevirdi. Ek olarak interlökin-1 beta (IL-1β) ve tümör nekrozis-alfa (TNF-α) immünopozitifliği I/R grubunda şiddetli idi, ancak Ura uygulaması bu değerleri azalttı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mevcut çalışma sonuçları, Ura’nın I/R menşeili böbrek hasarına karşı oldukça etkili olduğunu göstermiştir.
INTRODUCTION: The potential protective effects of urapidil (Ura) against renal injury composed by ischemia reperfusion (I/R) were examined.
METHODS: The experimental animals were assigned to sham, I/R, I/R + Ura 0.5 mg/kg, and I/R + Ura 5 mg/kg groups. Total antioxidant status (TAS), superoxide dismutase (SOD), total oxidant status (TOS), myeloperoxidase (MPO), oxidative stress index (OSI), and malondialdehyde (MDA) parameters were determined.
RESULTS: MDA, TOS, MPO, and OSI values elevated, but TAS and SOD levels declined in the I/R group. Ura treatment reversed these parameters. In addition, immunopositivity of interleukin-1 beta and tumor necrosis factor-alpha were severe in the I/R group but declined due to Ura administration.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of the study showed that Ura is highly effective against renal damage induced by I/R.

18.
Kanal İçi Vestibüler Schwannomalarda Gamma-Knife Radyocerrahinin Uzun Dönem Takip Sonuçları
Long-term Outcomes of Gamma-Knife Radiosurgery for Intracanalicular Vestibular Schwannomas
Mustafa Sakar, Ertuğrul Pınar, Can Kıvrak, Yasar Bayri, Fatih Bayraklı, Beste Atasoy, İbrahim Ziyal
doi: 10.14744/scie.2022.50102  Sayfalar 203 - 208
GİRİŞ ve AMAÇ: Kanal içi vestibüler schwannomalar, tüm vestibüler schwannomalar içerisinde küçük bir yüzdeye sahiptir. Kanal içi vestibüler schwannomalarda işitmenin korunması, hasta yönetiminin temel amaçlarındandır. Bu çalışmanın amacı, kanal içi vestibüler schwannomalarda Gamma-Knife radyocerrahinin (GKR) tümör kontrolü ve işitmenin korunması üzerine etkisinin incelenemesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu geriye dönük çalışmada, Gamma-Knife Radyocerrahi Merkezi’mizde Ocak 2010–Ocak 2020 arasında kanal içi vestibüler schwannoma tanısı ile stereotaksik radyocerrahi almış, klinik, odyometrik ve radyolojik takibi bulunan hastalar değerlendirildi. Tümör kontrolü manyetik rezonans görüntüleme yönteminde tümör boyutlarının ölçülmesi ile takip edildi. İşitme seviyeleri Gardner-Robertson (GR) işitme sınıflaması yöntemine göre değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama 48.23 aylık takipte, çalışmaya dahil edilen toplam 45 hastadan 44’ünde tümör kontrolü sağlandığı görüldü (%97.7). Tümör büyümesi görülen bir hastada ise, ek bir tedavi uygulanması gerekmedi. Ek tedavi gerekliliğine göre değerlendirildiğinde tüm hastalarda tümör kontrolü sağlandı (%100). Tedavi öncesi fonksiyonel işitmesi olan (GR derece I ve II) toplam 29 hastadan, ortalama 70.42 aylık takip sonrasında, toplam 13 hastada fonksiyonel işitme korundu (%44.8). GR derecesinde kayıp, ameliyat öncesinde yüksek GR derecesine sahip olmak ile korelasyon gösterdi (Rs=0.459, p=0.002). Tedavi dozu işitme kaybı ile korelasyona sahipti ve daha yüksek doz alan hastalar daha kötü sonuçlara sahipti (Rs=0.459, p=0.002).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kanal içi vestibüler schwannomalarda GKR uzun dönemli takiplerde mükemmel tümör kontrolü sağlamaktadır. Beş yılın üzerindeki takip sürelerinde fonksiyonel işitmenin korunma oranı azalabilir. Kanal içi vestibüler schwannomalarda GKR sonrası işitmenin seyrini ortaya koyabilmek için uzun takip süreli daha fazla çalışma gerekmektedir.
INTRODUCTION: Intracanalicular vestibular schwannomas (IVS) constitute a small percentage of all vestibular schwannomas (VS). Hearing preservation is one of the most important goals in IVS management. The aim of this study was to delineate the long-term outcomes of gamma-knife radiosurgery (GKR) for IVS regarding tumor control and hearing preservation.
METHODS: Patients with IVS who were irradiated at our Gamma-Knife Radiosurgery Center between January 2010 and January 2020 with clinical, audiometric, and radiological follow-up were included in this retrospective study. Tumor control was evaluated with magnetic resonance imaging by tumor dimensions. Hearing status was classified according to Gardner–Robertson (GR) classification system.
RESULTS: Tumor control was achieved in 44 of 45 eligible patients by dimensional measuring (97.8%), and the remaining patient did not require further treatment (2.2%). In 29 patients who had functional hearing (GR grades I and II), only 13 patients preserved their functional hearing with a mean of 70.42 months follow-up (44.8%). A GR grade loss in hearing was correlated with a high GR grade preoperatively (Rs=0.459, p=0.002). Treatment dose was also found to be correlated with hearing loss, and higher doses resulted in worse outcomes (Rs=0.459, p=0.002).
DISCUSSION AND CONCLUSION: GKR has excellent results on tumor control on long-term follow-up in IVS. Follow-up duration over 5 years may diminish functional hearing preservation rates, and more studies are needed with long-term follow-up to clarify the actual course of hearing status after GKR in IVS.

OLGU SUNUMU
19.
Kompozit Mantle Hücreli Lenfoma ve EBV Pozitif Klasik Hodgkin Lenfoma: Olgu Sunumu
Composite Mantle Cell Lymphoma and EBV Positive Classical Hodgkin Lymphoma: A Case Report
Nagehan Özdemir Barışık, Hakan Öztürkçü, Güven Yılmaz, Sevinç Hallaç Keser, Aylin Ege Gül, Cem Cahit Barışık
doi: 10.14744/scie.2022.64497  Sayfalar 209 - 213
Kompozit lenfomalar iki farklı lenfomanın aynı anda tek lokalizasyonda bulunmasıdır. Literatürde farklı klonlardan gelişmiş kompozit lenfomalar nadir olup olgu sunumu şeklindedir. Mantle hücreli lenfoma ve Klasik Hodgkin lenfoma (HL) birlikteliği çok nadir bildirilmiştir. Olgumuz 53 yaşında erkek hastadır. Sol kasığındaki lenf nodu biyopsisinde lenfositten zengin Hodgkin lenfoma, kemik iliğinde mantle hücreli lenfoma saptanmıştır. Lenf nodunun tekrar değerlendirilmesinde kompozit lenfoma (mantle hüceli lenfoma+ lenfositten zengin Hodgkin lenfoma) tanısı almıştır. Olgumuz lenf nodunda iki ayrı klondan gelişim gösteren kompozit lenfoma (EBV pozitif klasik HL ve mantle hücreli lenfoma), dalak ve kemik iliğinde ise mantle hücreli lenfoma tutulumu göstermektedir. Literatürde çok nadir olması yanıltıcı morfolojiye sahip olması, en genç ve en uzun sağ kalım gösteren biklonal kompozit lenfoma olması nedeniyle olgumuzu literatür bilgileri ışığında sunduk.
Composite lymphomas are two different lymphomas existing in the same location, synchronously. In the literature, composite lymphomas developed from different clones are rarely found as case reports. The coexistence of mantle cell lymphoma and classical Hodgkin lymphoma (HL) is very uncommon. The case we present was a 53-year-old male patient with a lymphocyte-rich HL in the left inguinal lymph node biopsy and a mantle cell lymphoma in the bone marrow. The diagnosis was composite lymphoma (mantle cell lymphoma + lymphocyte-rich HL) in the re-evaluation of the lymph node biopsy. Our case shows composite lymphoma developing from two separate clones (EBV positive classical HL and mantle cell lymphoma) in the lymph node and mantle cell lymphoma in the spleen and bone marrow. This case was presented and discussed because of its rarity and misleading morphology and because it is the youngest biclonal composite lymphoma with the longest survival.

20.
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu: Elektroensefalografi ve Lezyon Diskordansı İzlenen Olgu
Dyke–Davidoff–Masson Syndrome: A Case with Electroencephalography and Lesion Discordance
Nihan Hanife Yılmaz, Buse Çağın, Güray Koç
doi: 10.14744/scie.2022.32748  Sayfalar 214 - 217
Dyke-Davidoff-Masson sendromu (DDMS) serebral hemiatrofi, paranazal sinüslerin hiperpnömatizasyonu, homolateral kafatası hiperplazisi, mental retardasyonla birliktelik gösterebilen nöbetler ve kontralateral hemiparezi ile karakterize nadir bir sendromdur. Hastalarda fokal başlangıçlı nöbetler görülebilmektedir. Bu hastaların interiktal EEG kayıtları, etkilenen hemisferlerde daha düşük amplitüd ve yavaş zemin aktivitesi şeklinde değerlendirilmiştir. Olguların çoğunda lateralize, lezyonla uyumlu epileptiform bozukluk görülürken litetatürde nadir olarak EEG’de sürekli diskordans izlenen olgular sunulmuştur. Epileptiform diskordans veya diğer bir deyişle yanlış lateralizasyon bizim olgumuzda da olduğu gibi nadir de olsa görülebilir; irritatif alan tespiti yaparken özellikle geniş lezyonu olabilecek hastalarda bu durumunun akılda tutulması önem teşkil eder. Dyke-Davidoff-Masson sendromu tanısı alan ve literatürde nadir olarak bildirilen epileptiform diskordansı olan bir hastayı tartışmayı ve bu olgudan yola çıkarak litetatürü gözden geçirmeyi amaçladık
Dyke–Davidoff–Masson Syndrome (DDMS) is a rare syndrome characterized by cerebral hemiatrophy, hyperpneumatization of the paranasal sinuses, homolateral skull hyperplasia, seizures that may be associated with mental retardation, and contralateral hemiparesis. Focal onset seizures may be seen in patients. Interictal Electroencephalogram (EEG) recordings of these patients were evaluated as lower amplitude and slow background activity in the affected hemispheres. While most of the cases have lateralized epileptiform disorder compatible with the lesion, cases with continuous discordance in EEG are rarely presented in the literature. Epileptiform discordance occurs infrequently, as in our case; it is crucial to keep this in mind when finding irritative areas, particularly in patients with big lesions. We aimed to discuss a patient who had epileptiform discordance and was diagnosed with DDMS, which is an uncommon condition in the literature, and examine the literature based on this case.

LookUs & Online Makale