E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 29 (4)
Cilt: 29  Sayı: 4 - 2018
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
Küçük kesiden lentikül ekstraksiyonu ameliyatı sonrası erken dönemde görme keskinliği: Düşük orta miyopi ve yüksek miyopinin karşılaştırılması
Visual acuity after small incision lenticule extraction in the early postoperative period: Low myopia versus moderate to high myopia
Dilek Yaşa, Cem Kesim, Alper Ağca, Ceren Yeşilkaya, Yusuf Yıldırım, Burçin Kepez Yıldız, Ahmet Demirok
doi: 10.14744/scie.2018.69875  Sayfalar 221 - 224
GİRİŞ ve AMAÇ: Hedeflenen refraktif düzeltmenin küçük insizyondan lentikül ekstraksiyonu (SMILE) sonrası erken dönemde görme keskinliğine etkisinin incelenmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Miyopi nedeniyle SMILE cerrahisi uygulanan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Ameliyat öncesi görme keskinliği ≥1.0 ve ameliyat sonrası 1. ayda sferik eşdeğeri (SE) ≤±0,25 D olan hastalar çalışmaya alındı. Düşük miyopi grubu (Grup 1, SE≤3,00 D) yüksek miyopi grubu ile (Grup 1, SE>3,00 D) karşılaştırıldı. Ameliayt sonrası 1.gün, 1.hafta ve 1. aydaki görme keskinlikleri değerlendirildi.
BULGULAR: Düzeltilmesi hedeflenen SE, Grup 1 ve 2’de sırasıyla -2.49±0.35 D ve -4.65±1,29 D idi. Düzeltilmesi hedeflenen SE ile ameliyat sonrası 1. gün, 1.hafta ve 1. ay görme keskinlikleri (logMAR) arasında anlamlı bir korelasyon yoktu. Ameliyat sonrası 1. Günde, en iyi düzeltilmiş görme keskinliğinde 2 sıra ya da daha fazla kayıp olan hastaların oranı Grup 1’de %33 iken Grup 2’de %8 idi (p=0.026). Birinci ay muayenesinde hiçbir hastada 2 sıra ya da daha üzerinde en iyi düzeltilmiş görme keskinliği kaybı bulunmuyordu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ameliyat sonrası erken dönemde en iyi düzeltilmiş görme keskinliği kaybı düşük miyopisi olan hastalarda daha sıktır. SMILE sonrası düzeltilmiş görme keskinliği ilk bir ay içerisinde düzelmektedir.
INTRODUCTION: To evaluate the effect of intended correction on early visual acuity after small-incision lenticule extraction (SMILE).
METHODS: Medical records of patients who underwent SMILE for surgical correction of myopia were reviewed retrospectively. Patients with preoperative visual acuity ≥1.0 and spherical equivalent (SE) of manifest refractive error within ≤±025 D of emmetropia at 1 month were included in the study. The low-myopia group (Group 1, SE <3 D) was compared to the moderate-to-high-myopia (Group 2, SE > 3 D). The main outcome measure was the corrected distance visual acuity (CDVA) at 1-day, 1-week, and 1-month visits.
RESULTS: The mean attempted SE was -2.49±0.35 D and -4.65±1,29 D in Groups 1 and 2, respectively. There was no statistically significant correlation between the intended correction and CDVA at 1 day, 1 week, or 1 month. At 1-day post-operation, 33% and 8% of eyes in Groups 1 and 2 lost two or more lines of CDVA, respectively (p=0.026). No patients lost 2 or more lines at 1 month.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The loss of 2 or more lines of CDVA after SMILE in the early postoperative period was more common among patients who had low myopia preoperatively. CDVA improves during the first month after SMILE.

2.
İskemik inme hastalarında aspirin direnci
Aspirin resistance in patients with ischemic stroke
Anıl Bulut, Sultan Çağırıcı, Vildan Yayla, Murat Çabalar, Songül Şenadım
doi: 10.14744/scie.2018.40427  Sayfalar 225 - 229
GİRİŞ ve AMAÇ: Aspirin, iskemik serebrovasküler hastalıklarda (SVH) antitrombosit tedavinin temelini oluşturur. Bazı hastalarda aspirin tedavisine yeterli yanıt alınamaz, bu durum son zamanlarda aspirin direnci kavramının doğmasına neden olmuştur. Çalışmalarda SVH’da aspirin direnci sıklığı %3-85 oranında değişmektedir. Bu çalışmada, iskemik SVH tanısıyla takip edilen aspirin tedavisi altındaki hastalarda aspirin direnci sıklığı, demografik özellikleri, risk faktörleri, inme alt gruplarıyla ilişkisini araştırmak amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İskemik SVH tanısıyla 6 aylık sürede izlenen, düzenli aspirin 100-300 mg/gün tedavisi almış ve Multiplate Platelet Fonksiyon Analizatörüyle aspirin direncine bakılmış 163 hasta (106 erkek, 57 kadın) değerlendirilmiştir. Bu hastalarda inme alt tipleri, yaş, cinsiyet, boy, kilo, hipertansiyon (HT), diyabetes mellitus (DM), geçirilmiş SVH, hiperlipidemi (HL), sigara ve alkol kullanımı, açlık kan şekeri düzeyi gibi durumlarla aspirin direnci ilişkisi gözden geçirilmiştir.
BULGULAR: İskemik SVH tanılı 163 hastanın 25’inde (16 erkek, 9 kadın) aspirin direnci saptandı (%15,3). Aspirin direnci ve inme ile ilişkili klinik ve laboratuvar parametreleri arasında istatistiksel anlamlı herhangi bir ilişki bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İskemik inme geçiren hastalardan hangilerine test uygulanması gerektiğinin ve direnç saptanan hastalarda tedavide nasıl bir yol izleneceğinin netliğe kavuşması için daha fazla sayıda prospektif, randomize çalışmaların yapılmasına ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Aspirin is the basic agent of antithrombotic treatment in ischemic cerebrovascular disease (CVD) patients. However several patients don't respond to treatment and therefore aspirin resistance term has been used lately. Recent studies have shown that aspirin resistance incidence is between 3-85% among CVD patients. In this study, we aimed to determine the frequency of aspirin resistance in CVD and their relationship with demographic characteristics, risk factors, and stroke subtypes were evaluated.
METHODS: In a 6 months period 163 (106 Male-57 Female) acute ischemic stroke patients followed-up and treated with aspirin (100mg-300mg daily) were evaluated. Aspirin resistance was measured by a Multiplate® platelet analyser. Correlation between aspirin resistance and stroke subtypes, age, sex, weight, height, hypertension (HT), diabetes mellitus (DM), history of CVD, smoking, alcohol, hyperlipidemia (HL) and fasting blood glucose level were analyzed.
RESULTS: Aspirin resistance was found in 16 male, 9 female, totally 25 (15.3%) of 163 patients. There was no statistically significant relationship between aspirin resistance and stroke-related clinical and laboratory parameters.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results needed to be confirmed with larger prospective trials in order to clarify which of the patients with ischemic stroke should be tested and how to treat the patients with resistance.

3.
Hastane ilişkili hiponatremi gelişimi öncesinde yatan hastalara uygulanan tedavilerin etkileri
The effect of treatments administered to hospitalized patients before development of Hospital Related Hyponatremia
Zeynep Ece Demirbaş, Gülizar Şahin, Kadir Kayataş, Mehmet Tepe, Yasemin Özgür, Seher Tanrıkulu, Refik Demirtunç
doi: 10.14744/scie.2018.30301  Sayfalar 230 - 234
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastane ilişkili hiponatremi anlamlı mortalite oranı olan ve yatan hastalarda sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu çalışmanın amacı hiponatremi gelişiminden önce yatan hastaların aldıkları tedavileri ve bu tedavilerle hiponatremi şiddeti, hastane yatış süreleri ve mortalite oranları arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma 2012-2013 yılları arasında hastanemizde herhangi bir nedenle yatışı sırasında hiponatremi gelişen 133 hastada retrospektif olarak düzenlenmiştir. Hastaların demografik özellikleri, hiponatremi sonrası sodyum verileri, hiponatremi gelişiminden önce uygulanmış tedaviler, hastane yatış süreleri ve mortalite oranları ve bunların birbirleriyle ilişkileri analiz edilmiştir.
BULGULAR: Hipoanatremi gelişimi öncesinde, hiponatremi ile ilişkili olailecek tedaviler arasında en büyük kısmı %46,6 ile diüretikler oluşturmuştur. Hiponatremiye sebep olabilecek tedavilerden (hipotonik sıvılar, diüretikler, mannitol, diğer ilaçlar ve cerrahi) herhangi biri mevcut tedaviye ilave olarak uygulanırsa, her birinin tek başına hastane yatış süresini 8,1± 1,853 gün uzattığı görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her ne kadar hipoanatremiye sebep olabilecek bu tedaviler ile hiponatremi şiddeti ya da mortalite arasında anlamlı bir ilişki gözlenmese de, hastane yatış sürelerindeki uzamanın, alınacak tedbirler sonrası hem yatış sırasında gelişebilecek komplikasyonların önlemesi hem de sağlık harcamalarının azaltılabilmesi açısından büyük önem taşıdığı düşünülmektedir. Ayrıca bu araştırmanın ileride yapılabilecek prospektif, vaka kontrollü çalışmalara ışık tutacağı düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Hospital related hyponatremia has a significant mortality and it is widely seen among hospitalized patients. The aim of this study was identify the treatments of patients before developing hyponatremia and the relationship between these treatments and severity of hyponatremia, length of stay and mortality rate.
METHODS: This study is conducted retrospectively on 133 patients that developed hyponatremia during their hospitalization for any reason in our hospital between 2012 and 2013. Demographic features of patients, sodium values after hyponatremia, treatments applied to patients before developing hyponatremia, length of hospital stay and mortality rates were analyzed.
RESULTS: Diuretics made up the largest part (46,6%) of medical treatments related to hyponatremia before development of hyponatremia. When any of the treatments which may cause to hyponatremia (hypotonic fluids, mannitol, diuretics, other drugs and surgery) was administered additional to current treatment, each factor was seemed to prolong length of hospital stay by 8,1± 1,853 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although a significant relationship between treatments and mortality rates or hyponatremia severity could not be identified, pronlongation in length of hospital stay was crucial for avoiding complications of hospitalization and also for decreasing costs of healthcare. This research may also be a guide for futher prospective case controlled studies.

4.
Türk ve Mülteci Gebeler Arasındaki Toxoplasma gondii, Rubella ve Sitomegalovirus Seroprevalansı: Retrospektif Karşılaştırmalı Bir Çalışma
Seroprevalence of Toxoplasma gondii, Rubella and Cytomegalovirus Among Pregnant Refugees and Turkish Women: A Retrospective Comparative Study
Lütfiye Nilsun Altunal, Ayşe Banu Esen, Gül Karagöz, Kadriye Kart Yaşar
doi: 10.14744/scie.2018.66375  Sayfalar 235 - 239
GİRİŞ ve AMAÇ: İstanbul'daki Suriyeli mülteciler ve Türk gebeler arasındaki Toxoplasma gondii, rubella ve sitomegalovirüs (CMV) prevalansını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014-Ocak 2015 tarihleri arasında 'xxx'Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi'ne başvuran gebeler arasında Toxoplasma gondii, kızamıkçık ve CMV'ye karşı antikorlar mikro-elisa yöntemi ile ölçüldü. Test sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Bu çalışmada taranan toplam 1066 gebeden 963'ü (% 90.3) Türk, 103'ü (% 9,7) Suriyeli mülteci idi. T. gondii, rubella and CMV Ig M pozitiflik oranları Türk gebelerde sırasıyla %0,2, %0, %0,2, Suriyeli mültecilerde ise %0,1, %0, %0, IgG pozitiflik oranları ise Türk gebelerde % 26,3, %93,8, %99,5, Suriyeli gebelerde % 58,3, %87,4, %100 saptandı. Türk gebelerde T. gondii seroprevalansı Suriyeli sığınmacı gebelerden anlamlı olarak düşük, rubella seroprevalansı ise anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bölgemizde, göç ve savaşlar nedeniyle toplumsal profil yanında gebeler gibi özel gruplarda da değişimler yaşanmaktadır. Türk gebelerde T. gondii' ye karşı bağışıklık oranının düşük olması nedeniyle Türk gebelerde bu hastalık için rutin tarama, doğurganlık çağındaki Suriyeli sığınmacılara ise rubella için bağışıklama yapılması düşünülebilir.
INTRODUCTION: To evaluate the prevalence of Toxoplasma gondii, rubella and cytomegalovirus (CMV) among the pregnant Turkish women as well as Syrian refugees in Istanbul.
METHODS: Among pregnant women who are admitted to \\\"xxxx\\\" Maternity and Children Hospital in İstanbul between January 2014 and January 2015, antibodies against Toxoplasma gondii, rubella and CMV were measured using the micro-elisa method. The test results were evaluated retrospectively.
RESULTS: Out of total 1066 pregnant women screened in this study, 963 (90.3%) were Turkish, and 103 (9.7%) were Syrian refugees. IgM positivity rates of T. gondii rubella and CMV were determined as 0,2%, 0%, 0,2% in Turkish women and 0,1%, 0%, 0% in Syrian refugees, IgG positivity rates were determined as 26,3%, 93,8%, 99,5% in Turkish women and 58,3%, 87,4%, 100% in Syrian refugees. The seroprevalence of T. gondii was lower and the rubella seroprevalence was higher among pregnant Turkish women and among pregnant Syrian refugees and statistically significant ( p< 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Since immunity against T. gondii in pregnant Turkish women is lower than in Syrian refugees, who are in reproductive age group, should get routine screenings. Immunization against rubella should be considered for Syrian refugees who are in reproductive age group.

5.
Kliniğimizde Gastroözofageal Reflü Hastalığına Güncel Yaklaşımın Ve Uygulanan Anti-Reflü Cerrahisinin Sonuçlarının Değerlendirmesi
Our Approach to Gastroesophageal Reflux Disease and Surgical Treatment Results
Selçuk Kaya, Önder Altın
doi: 10.14744/scie.2018.75437  Sayfalar 240 - 243
GİRİŞ ve AMAÇ: Gastroözofageal reflü hastalığına (GÖRH)güncel yaklaşımın ve kliniğimizde yaptığımız anti-reflü cerrahisinin sonuçlarını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Ocak 2015- Aralık 2017 tarihleri arasında laparoskopik Nissen funduplikasyon (LNF) yaptığımız 70 hasta çalışmaya alındı. Hastalara ait bilgiler hastane otomasyon sisteminden ve hasta dosyalarından geriye yönelik olarak incelendi. Anti-reflü ameliyatı yapılan hastaların fonksiyonel sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 34'ü kadın (%48.5), 36'sı erkek (%51.5) idi. Yaş ortancası 45 (20-79) idi. Hastaların 14'ü (%20) gastroözofageal reflü nedeniyle, 56'sı (%80) gastroözofageal reflü+hiatus fıtığı nedeniyle opere edildi. Hastaların şikayetlerinin ortanca süresi 16 ay (6-96) idi. Ortanca takip süresi 18 ay (10-45) idi. Anti-reflü ameliyatı yapılan hastaların klinik sonuçları; 55 (%78.6) hastada ''çok iyi'', 9 (%12.9) hastada ''iyi'', 6 (%8.5) hastada ise ''orta'' olarak değerlendirildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: LNF GÖRH'da yeterli preoperatif çalışma, doğru endikasyon ve doğru cerrahi teknik ile hastaların semptomlarını kontrol etmede güvenli ve etkilidir.
INTRODUCTION: We tried to describe our current approach to gastroesophageal disease and evaluate our results of anti-reflux surgery.
METHODS: 70 patients received laparoscopic Nissen funduplication procedure between January 2015 and December 2017 were included in our study. All data and information belonging to cases were retrieved retrospectively from hospital's data system. Clinical results of patients who underwent anti-reflux procedure was evaluated.
RESULTS: 34 female (% 48.5) and 36 male (%51.5) with median age 45 (20-84) was randomized. 14 patients (%29) received surgery for gastroosephageal reflux, whereas 56 (%80) for reflux+hiatal hernia. Median duration of complaints was 16 (6-96) months. Median follow-up time was 18 (10-45) months. Clinical results were as follows; very good in 55 cases (%78.6), good in 9 cases (%12.9) and moderate in 6 cases (%8.5).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Laparoscopic Nissen funduplication could be considered as a safe and effcetive surgery in controlling patients complaints, with sufficient preoperative evaluation, right indication and suitable surgical technique.

KLINIK VE DENEYSEL ARAŞTIRMALAR
6.
Nötrofil Lenfosit Oranı ve Trombosit Lenfosit Oranının Diyabetik ve Diyabetik Olmayan Bell Paralizili Hastlarda Önemi
The Implication of Neutrophil to Lymphocyte Ratio and Platelet to Lymphocyte Ratio between Diabetic and Non-Diabetic Bell’s Palsy Patients
Melis Demirağ Evman, Hakan Avcı, Sedat Aydın
doi: 10.14744/scie.2018.85547  Sayfalar 244 - 247
Amaç: Akut fasiyal paralizi (AFP) kulak burun boğaz acil polikliniğine yapılan başvurular arasında sık görülen nedenlerden birisidir. Tanısını koymak ve tedavisini olabildiğince hızlı verebilmek kalıcı hasarların oluşmasını en aza indirecek en önemli yoldur. Bu çalışmanın amacı acil servise akut tek taraflı periferik fasiyal paralizi ile başvuran BP tanısı alan ve tip 2 diyabeti (T2DM) olan ve olmayan hastalarda nötrofil-lenfosit oranı (NLR) ve trombosit-lenfosit oranının (PLR) belirlenerek ayırıcı tanı ve alteranatif tedavi protokolleri oluşturmak olarak belirlenmiştir.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2016 ile Şubat 2017 arasında Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi acil servise başvuran ve KBB acil kliniğine yönlendirilen hastalar geriye dönük olarak taranmıştır. 17 BP tanısı almış hasta, 18 BP tanısı almış ve bilinen tip 2 diyabeti olan hasta çalışmaya dahil edilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan 35 hastanın 21i erkek, 16'sı kadındır. '1 erkeğin 7'sinde T2DM varken 16 kadının 11'inde T2DM rastlanmıştır. T2DM mevcut olan 18 fasyal paralizi hastası ve DM olmayan 17 hastanın NLR’si ve PLR'si arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildir (p=0,2348).

Sonuç: BP olan T2DM hastaları ile diyabetik olmayan BP hastalarının NLR ve PLR değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmemiştir.
Objective: Acute facial paralysis (AFP) is one of the common complaints of patients who admit otolaryngology emergency clinics. It’s important to diagnose and give accurate treatment for AFP because misdiagnose or late treatment may result with permanent unwanted outcomes. The aim of this study is to investigate usefulness of neutrophil to lymphocyte ratio (NLR) and platelet to lymphocyte ratio (PLR) in patients diagnosed with BP with or without diabetes for differential diagnosis and alternative treatment modalities of BP patients.
Methods: Patients admitted to Kartal Dr. Lutfi Kırdar Training and Research Hospital emergency department with complaint of acute peripheral facial paralysis diagnosed with BP between January 2013-February 2017 were evaluated retrospectively. 18 patients with BP, 17 patients with BP and type 2 DM (T2DM) were taken for the study.
Results: 35 patients diagnosed with facial paralysis were evaluated. It was statistically significant that the number of diabetic females with BP were higher than males (p=0,035). 17 patients with BP and 18 with T2DM and BP wetre evaluated and there was no statistical significance between both groups' NLR and PLR values.
Conclusion: There was statistically no significant difference between NLR and PLR between BP patients with T2DM and non-DM

ARAŞTIRMA MAKALESI
7.
Romatoid Artrit ve Kollagen vasküler Hastalıklarda solunum sistemi semptomu varlığında inflamatuar belirteçler farklı mıdır.?
Rheumatoid Arthritis and Collagen Vascular In inflammatory disease symptoms, inflammatory markers are different in the presence of respiratory system symptoms
Armağan Fatma Hazar
doi: 10.14744/scie.2018.32932  Sayfalar 248 - 253
GİRİŞ ve AMAÇ: Romatoid artrit ve kollagen vasküler hastalıkların akciğer tutulumunda öksürükten, akut solunum yetmezliğine uzanan geniş yelpazede semptomlar görülebilir. Bu çalışmada solunum şikayeti olan romatoid artrit ve kollagen vasküler hastalığı olanların serumdaki inflamatuvar belirteçlerinde farklılık olup olmadığını araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Geriye dönük, gözlemsel kesitsel çalışma Sağlık Bilimleri Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Eğitim Hastanesinde Ocak 2016-Aralık 2017 tarihleri arasında yapıldı. Romatoid artrit (RA) ve kollagen vasküler hastalık (KVH) (sistemik lupus, Wegener ve Behçet) tanılı hastalar hastane elektronik sisteminden kayıt edildi. Demografik özellikleri, göğüs hastalıkları semptomları, ek hastalıklar kayıt edildi. Nötrofil lenfosit oranı, platelet lenfosit oranı, platelet ortalama platelet hacmi oranı, C reaktif protein ve eritrosit sedimentasyon hızı, rutin biyokimya tetkikleri kayıt edildi. Hastalık grupları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya ortanca yaşları 54 (43-63) olan 130 (N= 30, %23 Erkek) hasta alındı. Gruplar cinsiyet dağılımı benzer idi. RA grubu KVH’a göre daha yaşlı idi (57yaş vs 49 yaş, p<0.002). RA’da daha fazla solunum kaynaklı semptom bulundu (%34.2 iken 16.7, p<0.026). Grupların hemogram değerleri eozinofil fazlalığı hariç benzer idi. RA de eozinofil %2.0 iken KVH’ta %1.4 idi. (p<0.026)
TARTIŞMA ve SONUÇ: RA ve KVH’da solunum semptomları olduğunda serum inflamatuvar belirteçleri farklılık göstermeyebilir, ancak hastaların RA’de, KVH göre daha yaşlı ve solunum sistemi semptomları daha fazla olabilir.
INTRODUCTION: The symptoms of rheumatoid arthritis and collagen vascular disease are a diverse range of cough to acute respiratory failure. This study was evaluated to whether there was any difference of serum inflammatory biomarkers in patients with rheumatoid arthritis (RA) and collagen vascular disease (CVD) with pulmonary symptoms.
METHODS: A retrospective, observational cross-sectional study was conducted in the chest training center in between January 2016 to December 2017. RA and CVD were recruited from hospital data. Patients’ characteristics, symptoms and co-morbid diseases, hemogram values, Neutrophil lymphocyte ratio, platelet lymphocyte ratio, platelet mean platelet volume ratio, C-reactive protein and erythrocyte sedimentation rate and biochemical values were recorded.
RESULTS: 130 (Male, 23%) patients with median age 54 (43-63) were included. Gender distribution was similar in the groups. RA were older than CVD (57 vs 49 years, p <0.002). In RA, more patients had respiratory symptoms than CVD (16.7% vs 34.2%, p <0.026). Hemogram values were similar except for the eosinophilia. In RA, the eosinophil count was 2.0% while in CVD was 1.4% (p <0.026).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Inflammatory biomarkers may not differ when respiratory symptoms are present in RA and CVD, although RA may be older and have more respiratory symptoms than CVD.


8.
Matür Yenidoğanlarda Doğumdan Sonraki İlk 24 Saatte Göz İçi Basıncı ve Santral Korneal Kalınlık Değerlerinin Değişimi
The Changes in Intraocular Pressure and Central Corneal Thickness in The First 24 Hours of Life of Full-term Newborns
Dilber Çelik Yaprak, Işıl Kutlutürk Karagöz, Ahmet Elbay, Bilge Tanyeri Bayraktar, Gökhan Kılıç
doi: 10.14744/scie.2018.69885  Sayfalar 254 - 257
GİRİŞ ve AMAÇ: Matür yenidoğanlarda doğumdan sonraki ilk 24 saatte göz içi basıncı(GİB) ve santral korneal kalınlıktaki (SKK) değişimi,bu değişimin sebeplerini ve GİB ile SKK arasındaki ilişkiyi araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: GİB Tono-Pen XL ile,SKK ise taşınabilir ultrasonografik pakimetri ile ölçüldü.Prospektif olarak yaptığımız bu çalışmada vajinal doğum sonrası 32 yenidoğanın 32 sağ ve sol gözünün GİB ve SKK'nı ölçtük ve verilerini kaydettik.GİB ve SKK değerleri doğum sonrası 5.dkda ve 24.saatte alındı.Yeni doğanların kiloları, boyları, cinsiyetleri, APGAR (Appaerance,Pulse,Grimace,Respiration) skorları ve doğum haftaları kaydedildi.Ağırlığı 2500 ≤, APGAR skoru 8 ≤, doğum haftası 38 ≤ olgular çalışmaya dahil edildi.Korneal ve iris gibi oküler anomalileri, konjenital katarakt, retinopati ve glokomatöz optik disk değişiklikleri (C/D>0.4) olanlar çalışma dışı bırakıldı.
BULGULAR: Sağ gözlerin ortalama GİB değerleri doğum sonrası 5.dkda 18.67 ± 3.28 mmHg'dan 24. saatte 16.10 ± 2.87 mmHg'a, SKK değerleri 5. dkda 684.72 ± 58.79 µm'den 24. saatte 611.28 ± 49.41 µm'e anlamlı olarak düşüş gösterdi(p < 0.0001).Sağ sol göz arasında ortalama GİB ve SKK değerlerinde anlamlı fark bulunamadı.GİB ve SKK değerleri, yeni doğanın kilosu,boyu,doğum haftası,APGAR skoru,annenin yaşı arasında korelasyon bulunamadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Doğum sonrası 5.dkda ve 24. saatte ölçülen ortalama GİB ve SKK değerleri arasında anlamlı bir düşüş kaydettik.Yenidoğanlarda GİB ve SKK değerlerinde değişim ve bunun sebeplerini araştıran daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: To evaluate to changes and the reasons of the changes in intraocular pressure (IOP) and central corneal thickness (CCT) in the first 24 hours of life of full-term newborns.
METHODS: IOP,CCT measurements were determined by using Tono-Pen XL tonometer,portable pachymeter.In this prospective study we evaluate IOP and CCT of the 32right eyes of 32 newborn infants by vaginal delivery.The data was included.IOP and CCTmeasurements taken at 5th minutes just after the delivery and 24th h of the first day of the post partum period.Infant weights,heights,gender APGAR scores and gestational ages were also obtained.
RESULTS: The mean IOP and CCT of right eyes was decreased significantly from18.67 ± 3.28 mmHg and684.72 ± 58.79 µm at the fifth minute after delivery to16.10 ± 2.87 mmHg and 611.28 ± 49.41 µm at the 24th hour of the postpartum period(p < 0.0001).There was no statistically difference between right-left eyes in terms of IOP and CCT at any measurement point.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that the mean IOP and CCT was decreased significantly between the values at the fifth minute after delivery and the 24th hour of the postpartum period.There is a need for more research to investigate the changes and the causes in IOP and CCT of newborns.

9.
Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Diabetik Ayak Ülserleri Üzerinde Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Evaluation Of Hyperbaric Oxygene Therapy On Diabetic Foot Ulcers
Ayşe Serra Özel, Lütfiye Nilsun Altunal, Zeynep Şule Çakar, Merve Çağlar Özer
doi: 10.14744/scie.2018.57070  Sayfalar 258 - 261
GİRİŞ ve AMAÇ: Hiperbarik oksijen tedavisi (HBOT), hastaya aralıklı olarak %100 oksijen solutularak uygulanan medikal bir tedavi yöntemi olup) diyabetik ayak ülseri (DAÜ) olan hastalarda yaygın olarak kullanılan destekleyici bir tedavi yöntemidir. Çalışmamızda DAÜ olan hastalarda HBOT'nin etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 2016-2018 yılları arasında takip edilmiş HBOT alan 30 hasta ve HBOT almayan 42 hasta rastgele olarak seçilmiş olup her iki grubun epidemiyolojik, klinik özellikleri, hastaların tedavi bitiminde klinik sonuçları karşılaştırıldı.


BULGULAR: HBOT alan grupta 26 hasta (%86.7), almayan grupta 14 hasta (%33.3 ) PEDIS 3-4 idi (p=0.000). HBOT alan grupta yeniden hastaneye yatış oranlarının anlamlı olarak daha fazla olduğu görüldü (p=0.005). Major ve minor amputasyon ile sonuçlanma oranları her iki grupta benzer olmakla birlikte HBOT alan grupta amputasyon seviyesinin almayan gruba gore daha distalde olduğu görüldü (p=0.035 vs. p=0.128).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda HBOT alan grupta hastaların tekrar hastaneye yatış oranının ve cerrahi girişim ihtiyacının daha fazla olmasının bu hastalarda diyabetik ayak ülserlerinin (DAÜ) ileri evrede olması ile ilişkili olabileceği düşünülmüştür. Her iki grupta amputasyon oranları benzer olup HBOT etkinliğinin değerlendirilmesi için daha fazla sayıda randomize, plasebo kontrollü çok merkezli çalışmaya ihtiyaç vardır.

INTRODUCTION: Hyperbaric oxygen therapy (HBOT) is a medical treatment method applied by intermittently breathing 100% oxygen and a commonly used supportive therapy for patients with diabetic foot ulcer (DFU). Our study aimed to evaluate the efficacy of HBOT in patients with DFU.

METHODS: Thirty patients with HBOT and 42 patients without HBOT who were followed-up between 2016 and 2018 in our hospital were randomly selected and the epidemiologic, clinical characteristics of both groups, clinical outcomes of the patients were compared at the end of treatment.
RESULTS: 26 patients (86.7%) in the HBOT group and 14 patients (33.3%) in the non-HBOT group were PEDIS 3-4 (p = 0.000). The rates of re-hospitalization were significantly higher in the HBOT group (p = 0.005). Major and minor amputations were found to be similar in both groups, but in the HBOT group (p = 0.035 vs. p = 0.128).

DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, it was thought that the rate of recurrent hospitalization and the need for surgical intervention in HBOT receiving group may be related to the presence of advanced stage of diabetic foot ulcers (DFU) in these patients. Amputation rates are similar in both groups and randomized, multicentre prospective studies are needed to evaluate HBOT efficacy.



10.
Amfizemi olan KOAH tanılı hastalar ev tipi noninvaziv mekanik ventilasyon cihazı kullanımı konusunda daha mı uyumsuz?
Are patients with COPD with emphysema more incompatible with home-use non-invasive mechanical ventilation?
Emine Aksoy, Birsen Ocaklı
doi: 10.14744/scie.2018.86648  Sayfalar 262 - 267
GİRİŞ ve AMAÇ: Ev tipi non invaziv mekanik ventilasyon (NIMV) cihazlarının kronik obstrüktif akciğer hastalığına (KOAH) bağlı kronik solunum yetmezliği (KSY) olan hastalarda kullanım sıklığı artmaktadır. Bu çalışmada amfizemi olan ve olmayan KOAH hastaların cihaz uyumları değerlendirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gözlemsel kesitsel çalışmaya, 2014-2018 tarihleri arasında merkezimiz solunumsal yoğun bakım ünitesi (YBÜ) polikliniğine başvuran ve kronik solunum yetmezliği tanısı ile ev tipi NIMV kullanan son bir yıl içinde çekilmiş Toraks BT’si olan KOAH hastaları alındı. Poliklinik kayıtlarından hastaların demografik bilgileri, komorbiditeleri, NIMV modu ve kullanım süresi, solunum fonksiyon testi, arter kan gazı, tam kan sayımı, C- reaktif protein (CRP), komplikasyonlar kayıt edildi. Her iki grup bakılan parametreler açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ortalama yaşı 66 olan 40 (E, %75) hasta çalışmaya alındı. Çalışmada NIMV uyumu ve NIMV basınçları açısından gruplar arasında fark saptanmadı. Amfizem grubunda aktif sigara kullanımı istatistiksel olarak daha yüksek (p=0.026) ve FEV1, FEV1/FVC ve PEF 25-75 daha düşük bulundu. Her iki grubun komorbiditeleri benzerdi ve komplikasyon olarak amfizem grubunda bir hastada yüzde maske basısına bağlı ciltte kızarıklık saptandı. Gruplar arasında arter kan gazı ve inflamatuar markerlar açısından fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalar için sağladığı klinik yarar nedeniyle evde NIMV kullanımı istenen ideal saatler arasındadır. KOAH subtipleri NIMV kompliansı üzerine bir fark yaratmamaktadır.
INTRODUCTION: Domiciliary non-invasive mechanical ventilation (NIMV) devices are increasingly used in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD) related chronic respiratory failure (CRF). In this study, device compliance of COPD patients with and without emphysema was assessed.
METHODS: In an observational cross-sectional study, 2014-2018, who applied to respiratory intensive care unit (ICU) outpatient clinic using domiciliary NIMV with chronic respiratory failure diagnosis patients with COPD who had a thorax CT within the past year were taken into the study. Demographic information, comorbidities, NIMV mode and duration of use, respiratory function test, arterial blood gas, whole blood count, C-reactive protein (CRP) and complications were recorded from outpatient clinic records. Both groups were compared in terms of the parameters examined.
RESULTS: Forty patients (M, 75%) with a median age of 66 were included in the study. There was no difference between the groups in terms of NIMV compliance and NIMV pressures in the study. In the emphysema group, active smoking was statistically higher (p=0.026) and FEV1, FEV1/FVC and PEF25-75 were found to be lower. The comorbidities of both groups were similar and as a complication redness of the skin due to mask pressure was found in a patient in the emphysema group. There was no difference between groups in terms of arterial blood gas and inflammatory markers.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Because of the clinical benefit for patients, using of the NIMV is one of the ideal hours for home use. COPD subtypes do not make a difference on NIMV compliance.

11.
Gastrointestinal Cerrahi Geçirmiş Kritik Hastalarda Erken İntraabdominal Enfeksiyonun Tanısında C-Reaktif Protein ve Prokalsitoninin Rolü
The Role Of The C-Reactive Protein and Procalcitonin in The Early Diagnosis Of Intraabdominal Infection in Critical Patients With A History of Gastrointestinal Surgery
Mustafa Altınay, Surhan Çınar, Mustafa Akker, Hacer Şebnem Türk
doi: 10.14744/scie.2018.37029  Sayfalar 268 - 275
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı gastrointestinal cerrahi hastalarının intraabdominal infektif komplikasyonlarında CRP ve PCT'nin rolünü belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma prospektif, tek kör bir çalışmadır. Hastalar yoğun bakım ünitesine transfer edilen kritik gastrointestinal sistem cerrahisi hastalarıydı. Hastaların serum CRP ve PCT düzeyleri ameliyat sonrası 1., 24., 48. ve 72. saatlerde ölçüldü. İntraabdominal infeksiyonlu hastalar kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya 49 hasta dahil edilmiştir. Bu hastaların% 38'inde intraabdominal enfeksiyon gelişti ve mortalite oranı% 4 idi. Özellikle PCT düzeylerinin 48 ve 72. saatlerde istatistiksel olarak anlamlı olduğu görüldü. Duyarlılık ve özgüllük postoperatif 48. ve 72. saatlerde CRP düzeyinin sırasıyla% 78.9 ve% 70 olduğu saptandı.PCT düzeyinin duyarlılığı ve özgüllüğü postoperatif 48. saatte sırasıyla% 73.7 ve% 96.7 ve 72. saatte sırasıyla% 84.2 ve% 90 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: 48 ve 72. saatlerde artmış serum PCT ve CRP konsantrasyonları, intraabdominal enfeksiyonların erken teşhisi için kritiktir. Postoperatif PCT konsantrasyonlarının 48 ve 72. saatlerdeki prediktifliği, CRP'ye kıyasla enfektif komplikasyonlar açısından daha yüksektir.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to determine the roles of CRP and PCT in the intraabdominal infective complications of gastrointestinal surgery patients.
METHODS: This study is a prospective,single-blinded study.The subjects were critical gastrointestinal system surgery patients who had been transferred to the intensive care unit.The patients' serum CRP and PCT levels were measured in the 1st, 24th, 48th and 72nd hours after surgery.Those patients with intraabdominal infections were recorded.
RESULTS: The study includes 49 patients.Of these patients 38% developed intraabdominal infections and the mortality rate was 4%.It was observed that the PCT levels in particular were statistically very significant at the 48th and 72nd hours.The sensitivity and specificity of the CRP level at the postoperative 48th and 72nd hours were 78.9% and 70% respectively.The sensitivity and specificity of the PCT level were 73.7% and 96.7% respectively at the postoperative 48th hour, and 84.2% and 90% respectively at the 72nd hour.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The elevated serum PCT and CRP concentrations at the 48- and 72-hour markers are critical for the early diagnosis of the intraabdominal infections.The predictivity of postoperative PCT concentrations at the 48th and 72nd hours is higher regarding infective complications compared to CRP.

12.
İnguinal Hernisi olan 115 Hastanın Total Ekstraperitoneal (TEP) Fıtık Tamirinin Cerrahi Sonuçları
Surgical Results of Total Ekstraperitoneal (TEP) Hernia Repairs in 115 Inguinal Hernia Patients
Önder Altın, Selçuk Kaya
doi: 10.14744/scie.2018.19484  Sayfalar 276 - 279
GİRİŞ ve AMAÇ: Kasık fıtığı genel cerrahide karşılaşılan en sık cerrahi patolojilerin başında gelmektedir. Kasık fıtığının açık ya da laparoskopik olmak üzere başlıca iki tip tamir yöntemi bulunmaktadır. Biz bu çalışmamızda aynı cerrah tarafından laparoskopik TEP tekniğiyle yapılan hastaların peroperatif ve postoperatif cerrahi sonuçlarını paylaşmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada genel cerrahi polikliniğinde Mart 2012 ile Haziran 2018 tarihleri arasında kasık fıtığı tanısı almış ve laparoskopik TEP tekniği ile fıtık tamiri endikasyonuna uygun olan 115 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: 115 Hastanın 30’unda bilateral, 85'inde tek taraflı kasık fıtığı mevcut olup hastaların hepsine aynı cerrah tarafından TEP tekniğiyle laparoskopik kasık fıtığı onarımı yapılmıştır. Literatür ile uyumlu olarak düşük nüks oranı ve cerrahi komplikasyon bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopik TEP tekniğiyle kasık fıtığı tamiri uygun hasta seçimi ve yeterli cerrahi tecrübe ile güvenli bir şekilde uygulanabilir bir yöntemdir. Avantajları ise daha az postoperatif ağrı, günlük aktivitelere daha erken dönüş ve daha iyi kozmetik sonuçlardır.
INTRODUCTION: Inguinal hernia is one of the most common encountered pathologies in general surgery. There are two main types of repair procedures, including open and laparoscopic inguinal hernia repair. In this study, we aimed to share the results of peroperative and postoperative surgical results of patients who underwent laparoscopic TEP technique by same surgeon.
METHODS: In this study, the data of 115 patients with inguinal hernia, who were appropriate for the indications of hernia repair by laparoscopic TEP technique at the general surgery outpatient clinic between March 2012 and June 2018 were evaluated retrospectively.


RESULTS: Of the 115 patients, 30 had bilateral inguinal hernias and 85 had unilateral inguinal hernias, all these patients were operated laparoscopically by same surgeon. Low recurrence rate and surgical complication were found in accordance with the literature.


DISCUSSION AND CONCLUSION: With appropriate patient selection and adequate surgical experience, repair of inguinal hernia with laparoscopic TEP technique is a safe and feasible method. Advantages are less postoperative pain, earlier return to daily activities and better cosmetic results.

13.
Metastatik Kolorektal KanserTanılı Geriatrik Grupta Kemoterapinin Malnütrisyon Üzerine Etkisi
The Effect Of Chemotherapy On Malnutrition In Geriatric Group With Metastatic Colorectal Cancer
Esat Namal
doi: 10.14744/scie.2018.63625  Sayfalar 280 - 284
GİRİŞ ve AMAÇ: Geriatrik kolorektal (KRK) kanser hastalarında, özellikle kemoterapi (KT) sonrası malnütrisyon sık gözlenen bir durumdur. Bu çalışmanın amacı KT’nin geriatrik metastatik KRK kanseri (mKRK) hastalarında malnütrisyon durumu üzerine etkisini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: KT alan 70 yaş ve üzeri 136 mKRK tanılı hasta çalışmaya alınmıştır. Hastaların beslenme durumu Nutritional risk score-2002 (NRS-2002) ile KT öncesi ve KT’den 1 kür sonra değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 70 yaş ve üzeri, ilk seri KT başlanacak 136 mKRK hastası alınmıştır. Median takip süresi 18.5 aydır. median yaş 74’dir. Tüm hastaların ECOG performance skoru 0 veya 1’dir. 62.5%’inde karaciğer metastazı, 26%’inde akciğer metastazı, 25%’inde periton metastazı, 8%’sında kemik metastazı mevcuttur. Hastaların %27.9’unun malnütrisyonu olduğu, %24.6’sının da malnutrisyon riski bulunduğu belirlenmiştir. 33.6% hastada ilk vizit öncesi kilo kaybı yoktur, 66.4% hastada KT öncesi kilo kaybı başlamıştır. İlk vizit öncesi ortalama kilo kaybı 12.1%‘dür Bir kür KT sonrası malnutrisyon sıklığı %46.4’e çıkmıştır (p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Malnütrisyon geriatrik mKRK bulunan hastalarda sık gözlenmekte olup, tek bir kür KT bile hastaların malnütrisyonunu artırmıştır.
INTRODUCTION: Malnutrition in geriatric colorectal (CRC) cancer patients, especially that received chemotherapy (CT), is a frequent condition. The aim of this study was to determine the effect of CT on malnutrition condition in patients with geriatric metastatic CRC (mCRC).
METHODS: 136 patients aged 70 and over with a diagnosis of mCRC were enrolled in the study. The nutritional status of the patients was evaluated with Nutritional risk Score-2002 (NRS-2002) before CT and after one course of CT.
RESULTS: Median follow-up time is 18.5 months. Median age is 74. The ECOG performance score of all patients is 0 or 1. The 62.5% has liver metastasis, 26% has lung metastasis, 25% peritoneal metastasis, and 8% bone metastasis. It was determined that 17.3% of patients had malnutrition, and 24.6% had a risk of malnutrition. 49.4% of patients with pre-CT weight loss have begun. The average weight loss before the first CT is 12.1%, and the incidence of malnutrition after a one course of CT has been made to 46.4% (P = 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Malnutrition is frequently observed in patients with geriatric mCRC and even a single course of KT has increased malnutrition of the patients.

14.
İnatçı flank ağrısı olan gebelerde üreteral stent uygulanımı: Klinik deneyimlerimiz
Ureteral stent insertion in pregnants with intractable flank pain: A clinical experience
Utku Can, Murat Tuncer, Fehmi Narter, Kubilay Sabuncu, Kemal Sarıca
doi: 10.14744/scie.2018.26349  Sayfalar 285 - 289
GİRİŞ ve AMAÇ: İnatçı flank ağrısı olan gebe hastalardaki JJ stent uygulanmasının güvenilirliğini ve etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011 ve Mart 2016 tarihleri arasında flank ağrı nedeniyle başvuran, birincil konservatif tedavilere cevap vermeyen ve bu sebeple kliniğimize interne edilen hastalar retrospektif olarak tarandı. Hastaların yaş, gebelik haftası, başvuru semptomları, taş öyküsü, hidronefroz derecesi, uygulanan tedavi şekli ve yatış süreleri yanında JJ stent ya da perkutan nefrostomi uygulanan hastalar ve komplikasyonlar kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya 41 gebe hasta dahil edildi. 7 hasta ikincil konservatif tedavilere yanıt verdi ve tedavi sonrasında ek bir girişim ihtiyacı duyulmadı Tedaviye yanıt alınamayan ve inatçı flank ağrı olarak değerlendirilen 33 hastaya JJ stent, 1 hastaya ise JJ stent takılamaması üzerine perkütan nefrostomi katateri uygulandı. Ortalama hastane yatış süreleri 2.9 ∓ 2.7 gündü. Stent uygulanan olgularda migrasyon (n=3), alt üriner sistem semptomları (n=1) ve hematüri (n=2) gibi komplikasyonlar izlendi. 32 hastanın postpartum dönemdeki görüntülemelerine göre; 5 (%15) hastada taşa yönelik ek girişim uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mevcut literatür bilgileri ile bulgularımız ışığında inatçı flank ağrı ile başvuran ve renal dilatasyon saptanan gebe hastalarda JJ stent uygulaması etkili ve düşük komplikasyon oranları ile güvenli bir yaklaşım olarak tespit edilmiştir.
INTRODUCTION: To evaluate the efficacy of JJ stent placement in pregnants with intractable flank pain
METHODS: Pregnants with flank pain who referred to our clinic between January 2011 and March 2016 were retrospectively reviewed. Patients who did not respond to first conservative treatments and hospitalized were enrolled into the study. Demographic datas, clinical and laboratory findings, surgical interventions such as JJ stenting or percutaneus nephrostomy as well as the complications were all recorded and evaluated.
RESULTS: Fourty-one pregnant women were included in the study. No surgical intervention was required in 7(17%) after second conservative management. 34 patients with intractable flank pain were required JJ stenting/nephrostomy. The mean duration of hospitalization was 2.9 ∓ 2.7 days. Complications such as migration (n = 3), lower urinary tract symptoms (n = 1) and hematuria (n = 2) were observed in stent applied cases. According to the postpartum imaging (abdominal CT scan) 5 of 32 patients required any additional stone surgery.
DISCUSSION AND CONCLUSION: JJ stent placement in an emergency based manner was found to be effective and safe with low complication rates in the management of pregnants with intractable flank pain.

15.
Yaşlılarda Kalsiyum+Vitamin D Tedavisine Uyum
Compliance Of Calcium+Vitamin D Treatment Among Elderly
Aylin Sarı
doi: 10.14744/scie.2018.68077  Sayfalar 290 - 294
GİRİŞ ve AMAÇ: Yaşlılarda tedaviye uyum birçok hastalığın tedavisinde önemli bir sorundur. Dual X-ray absorptiometri(DXA) ile ölçülen kemik mineral dansitometri(KMD) değerleri düşük hastalara verilen kalsiyum+vitamin D(Ca+vitD) tedavisine devamlılık ile ilgili sorunlar yapılan takiplerde hekimlerin karşısına çıkmaktadır. Bu durumun ne sıklıkla ve ne sebeple olduğunu araştırma amaçlı bu çalışma planlandı.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Osteoporoz tanı ve takibi nedeniyle hastanemize Ocak 2013-Aralık 2015 tarihleri arasında kabul edilen hastalardan çalışmaya katılmaya gönüllü 296 yaşlı birey çalışmaya dahil edildi. Katılımcılar ile yüz yüze görüşerek, sosyo-demografik özellikleri ve tedaviye uyumu değerlendirmeyi amaçlayan anket formu dolduruldu.


BULGULAR: Katılımcıların yalnızca %41,2’si hekim tarafından reçete edilen Ca+vitD tedavisini düzenli olarak almaktadır. Tedaviyi almama nedenleri sırasıyla %39,08 ile yeterli kalsiyumu beslenme ile aldığını düşünme, %20,11 ile ilacın tadını beğenmeme ve %16,09 ile kalp sağlığına zararı olduğunu düşünme olarak belirtilmiştir.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Motivasyon, yan etkiler ve oluşabilecek yan etkilere dair korkular yaşlı hastaların Ca+vitD kullanımında uyumu belirleyen önemli etmenlerdir. KMD değerleri düşük olan yaşlı hastalara kontrendike bir durum olup olmadığı detaylı sorgulandıktan sonra reçete edilen Ca+vitD tedavisinin gerekliliği, kullanım şekli, olabilecek yan etkileri ve kullanmama durumunda ortaya çıkan riskler özenle anlatılıp, düzenli kontrollerle uyumu takip etmek gerekmektedir.
INTRODUCTION: Compliance is a major problem in the treatment of many diseases in the elderly. Problems related to compliance of calcium+vitaminD treatment with low bone mineral densitometry values appear to be come with doctors. This study was planned to investigate about the frequency and reason of compliance problems.
METHODS:
296 elderly volunteers were included in the study between January 2013 and December 2015. A face-to-face interview was conducted with participants to assess their socio-demographic characteristics and treatment compliance.


RESULTS: Only 41.2% of the participants regularly take Ca + vitD treatment prescribed by the physician. The reasons for not taking the treatment are stated as considering that they take adequate calcium diet with 39,08%, 20,11% do not like the taste of the medicine and 16,09% think that it is harm to the heart health, respectively.


DISCUSSION AND CONCLUSION: Motivation, side effects and fear of possible side effects are important factors that determine compliance in the use of Ca + vitD in elderly patients. After elaborating on whether or not contraindicated in a geriatric patient with a low BMI, it is necessary to carefully explain the importance of prescribed Ca + vitD treatment, possible side effects, and the risks that arise in case of not using it.


16.
Çocuklarda anal fissürün epidemiyolojisi ve ilişkili olduğu hastalıklar
Anal fissure epidemiology and related diseases in children
Mustafa Yaşar Özdamar, Erkan Hirik
doi: 10.14744/scie.2018.84803  Sayfalar 295 - 300
GİRİŞ ve AMAÇ: Anal fissür (AF) başladıktan sonra, kabızlığı olanlarda daha belirgin olan şiddetli anal ağrı nedeniyle, hastalar ishal olsalar bile defekasyondan kaçınırlar. AF'ye neden olan fonksiyonel hastalığın tipi, kabızlık veya ishal ile sınırlı değildir. Bu çalışma, tüm çocukluk çağı yaş gruplarında AF ile ilişkili hastalıkların prevalansını ve klinik önemini, farklı klinik tablolarla açıklığa kavuşturmayı amaçlamıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastaların yaşı, cinsiyeti ve AF ile ilişkili hastalıkları veritabanından toplandı. Yedi bin dörtyüz altı hastadan AF ile ilişkili altı farklı hastalık grubu belirlendi: 1. kabızlık, 2. anal inkontinans, 3. üriner inkontinans, 4. anal inkontinansla birlikte üriner inkontinans, 5. infantil kolik ve 6. diaper dermatit. AF ile ilişkili hastalıklarda semptomları ve AF tedavisinden sonra AF ile ilişkili semptomların gerileyip gerilemediğini belirledik.
BULGULAR: AF tedavisinden bir hafta sonra, tüm grupların AF ile ilişkili 728 hastasından 529'unda (% 72) hem mevcut hastalıkta hem de AF ile ilişkili semptomlarında azalma vardı (p <0.05, r = 0.26). Tedaviden sonraki ilk haftadaki iyileşme üçüncü haftadaki iyileşmeden daha güçlü bir korelasyona sahipti (r = 0.26'ya karşılık 0.19).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kabızlık, anal-üriner inkontinans, IC ve DD ile ilişkili AF'nin, ilişkili olduğu hastalığın hedeflenen tedavisinde kritik öneme sahip olduğunu gösterdik. Bu altı fonksiyonel hastalığın tedavisini planlarken AF'nin mevcut olup olmadığını göz önünde bulundurulmasını öneriyoruz.
INTRODUCTION: After an anal fissure (AF) started, the patients avoid defecation due to their severe anal pain even if they have diarrhea, which is more evident in constipated patients. The type of functional disease that causes AF is not limited to constipation or diarrhea. This study aimed to reveal the prevalence and the clinical importance of the diseases associated with AF in all childhood age groups with the different clinical picture.
METHODS: The age, sex, and accompanying AF-related diseases of the patients were collected from the database. From 7406 patients, six distinct disease groups associated with AF were identified: 1. constipation, 2. anal incontinence, 3. urinary incontinence, and 4. anal incontinence with urinary incontinence, 5. infantile colic and 6. Diaper dermatitis. We determined the symptoms in the AF-related diseases and whether the AF-related symptoms after AF treatment were reduced.
RESULTS: Of the AF-associated 728 patients of all groups one week after AF therapy, 529 (72%) had a decline in both current disease and AF-related symptoms (p<0.05, r = 0.26). The improvement in the first week after treatment had a stronger correlation than the improvement in the third week (r = 0.26 vs. 0.19).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We have shown that AF, which was associated with constipation, anal-urinary incontinence, IC, and DD, had critical importance in the targeted treatment of the relating illness. We recommend keeping in mind whether the AF present while planning the treatment of these six functional disorders.

17.
Spinal anestezide farklı boyutta enjektörlerin etkinlik ve yan etkilerinin karşılaştırılması.
Comparison of the efficiency and side effects of different size syringes in spinal anesthesia.
Fatih Doğu Geyik, Yücel Yüce, Kutlu Hakan Erkal, Banu Eler Çevik, Necati Çıtak
doi: 10.14744/scie.2018.10820  Sayfalar 301 - 307
GİRİŞ ve AMAÇ: Doğum öncesi anestezi ve analjezi, doğum sırasındaki ağrıyı azaltmayı amaçlamaktadır. Bu çalışmada aynı lokal anestezi hacmini içeren 3 farklı ebatlı enjektörün (2.5 ml, 5 ml, 10 ml) subaraknoid blok seviyesine, komplikasyonlara ve hasta hemodinamisine olan etkisini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza subaraknoid anestezi ile sezeryan olan 18-45 yaş grubundaki 120 ASA I-II hastası alındı. Grup I'de 2.5 ml enjektör, Grup II 5 ml enjektör ve Grup III 10 ml enjektör kullanıldı. Hemodinamik parametreler kaydedildi. Motor ve duyusal blok seviyeleri için postoperatif Bromage skalaları ve Pinprick testleri yapılmış ve blokların geri kazanılma zamanı da kaydedilmiştir. Postoperatif komplikasyonlar (baş ağrısı, lomber ağrı) ve epidural kan lekesi gerektiren olgular kaydedildi.
BULGULAR: Grup I ile Grup II arasında T4 dermatoma ulaşma süresi ile ilgili istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p = 0.002). Grup I için 2.5 ± 0.8 dakika, Grup II için 3.2 ± 0.9 dakika ve Grup III için 3.2 ± 1.0 dakika (Grup I-Grup II p = 0.001, Grup I-Grup III p = 0.002, Grup II-Grup III p = 0.843).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Enjektörün çapındaki değişikliğin minimal hemodinamik parametreler üreteceğini düşünüyoruz. Farklı cerrahi prosedürlere sahip diğer hasta gruplarıyla yapılan daha kapsamlı çalışmalar daha kapsamlı sonuçlara neden olacaktır.
INTRODUCTION: Obstetric anesthesia and analgesia aim to reduce the pain during the labor. In this study we investigate the effect of 3 different sized injectors (2.5 ml, 5ml, 10 ml) containing the same volume of local anesthesics to the level of subarachnoid block, complications and the patient hemodynamics.
METHODS: 120 ASA I-II patients in 18-45 age group who would undergo C-section wtih subarachnoid anesthesia were enrolled in our study. In Group I 2.5 ml injectors, in Group II 5 ml injectors and in Group III 10 ml injectors were used. Hemodinamics parameters were recorded. Postoperative Bromage scales and Pinprick tests were performed for motor and sensorial block levels and time for recovery of the blocks were also recorded. Postoperative complications (headaches, lomber pain) and the cases requiring epidural blood patches were noted.
RESULTS: There was statatistically significant difference between the Group I and Group II about the time to reach T4 dermatome (p=0.002). It was 2.5±0.8 min for Group I, 3.2±0.9 min for Group II and 3.2±1.0 min for Group III (Group I vs Group II p=0.001, Group I vs Group III p=0.002, Group II vs Group III p=0.843).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We think that the change in the diameter of the injector will produce a minimal hemodinamic parameters. Further studies with other patient groups with different surgical procedures will produce more comprehensive results.

OLGU SUNUMU
18.
Dizartri ve Üriner İnkontinans ile Gelen Akut Aort Disseksiyonu
Acute Aorta Dissection Associated With Dysarthria And Urinary İncontinence
Avni Uygar Seyhan, Erdal Yılmaz, Hatice Kübra Önder Karagöz, Münire Hande Gölgeli, Serdar Hekimsoy, Semih Korkut
doi: 10.14744/scie.2018.54765  Sayfalar 308 - 309
Üriner inkontinans, istemsiz idrar kaçırma, genellikle alt üriner sistem disfonksiyonunun bir semptomudur.
Dizartri konuşmanın artikülâsyonunu etkileyecek şekilde konuşmaya başlama, konuşmayı sürdürebilme, konuşmanın kontrol ve düzenlenmesinde bozulma ile seyreden bir konuşma çıktısı bozukluğudur (1,2). Dizartri, santral ve/veya periferik sinir sisteminin hasarına bağlı olarak gelişir. Konuşmanın üretim boyutunda anormallik ve koordinasyon bozukluğu vardır. Dizartrinin en sık nedeni inmedir. (3)

Tutulum yerine göre farklı klinik prezentasyonlarla başvurabilen aort diseksiyon olguları, tanı esnasında gecikmeye sebep olabilir. Bu olgu sunumunda, nörolojik bulgularla başvuran aort diseksiyonundan bahsedilecektir.
Urinary incontinance which is involuntary leakage of urine is usually a symptom of dysfunction of lower urinary system.
Dysarthria is a clinical sign of speech which compromise controlling, starting up and maintaining of speech until it gives damage to articulation of speech.Dysarthia can develop by the pathology of central and/or peripheral nervous system.There is an abnormality at dimension of coordination and production of the speech.The most common reason of dysarthria is stroke.
Aortic dissection cases which appoint with different clinical presentations can cause delay during the examination at the hospital.İn this report there will be referred an aortic dissection case with neurological symptoms.

19.
Dev Antrokoanal polip: Olgu sunumu
Giant Antrochoanal polyp: case report
Sedat Aydın, Doğan Çakan, Seva Öztürk, Kayhan Başak
doi: 10.14744/scie.2018.98698  Sayfalar 310 - 312
Antrokoanal polip (AKP) aynı zamanda Killian’ polibi olarak ta bilinir. İyi huylu, solid polipoid lezyon olup maksiller sinüsün inflamatuvar mukozasından kaynaklanır ve maksiller ostium vasıtasıyla burun içine, koanaya ve nazofarenkse uzanabilir. AKP nadir görülmekle birlikte çocuklarda daha da nadirdir ve kistik fibrozis, çocuklarda önemli bir risk faktörüdür. Etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte alerji ve sinonazal hastalık önemli rol oynar. Genellikle tek taraflı olup ancak nadiren bilateral görülebilirler. 13 yaşında AKP olan kız çocuğu bize burun tıkanıklığı, horlama ve uykuda solunum durması nöbetleriyle başvurdu. Epiglota kadar uzanan bu dev AKP olgusunda transoral yol yardımıyla endoskopik sinüs cerrahisi uygulandı.
The antrochoanal polyp (ACP), also known as Killian's polyp, is a benign, solid polypoid lesion which is originating from the inflammatory mucosa of the maxillary sinus, and extend into the nose, choana and nasopharynx through the maxillary ostium.
Although ACP is rare, it is even more rare in children and cystic fibrosis is an important risk factor in children. Although the etiology is not completely known, allergy and sinonasal disease play an important role. They are usually seen unilateral but rarely bilateral.
A 13-year-old girl presented to us with nasal obstruction, snoring and obstructive sleep apnea attacks. Endoscopic sinus surgery was performed with the aid of a transoral route in this giant ACP which is extending to the epiglottis.

20.
Transplante Böbrekte Hemolitik Üremik Sendrom Gelişimi: Tifoid Ateş; Olgu Sunumu Nedeniyle Literatürün Gözden Geçirilmesi
Development Of Haemolytic Uremic Syndrome İn Renal Transplant Recipient: Typhoid Fever; A Case Report And Brief Summary Of The Literature.
Yasemin Özgür, Seher Tanrıkulu, Zeynep Ece Demirbaş, Yasemin Kaldırım, Murat Gücün, Gülizar Şahin
doi: 10.14744/scie.2018.19483  Sayfalar 313 - 316
Hemolitik üremik sendrom (HÜS) mikroanjiopatik hemolitik anemi,trombositopeni ve akut böbrek hasarı ile karakterize bir sendromdur. Tifoid ateş ise, klinik pratikte nadir görülen fakat birçok organı etkileyebilen salmonella tifonun sebep olduğu sistemik bir infeksiyon hastalığıdır. Gıda teknolojisindeki gelişmeler sonucu geçmiş yıllarda görülen endemiler görülmemekle birlikte immunsistemin baskılandığı durumlarda salmonella bakteriyemisi (tifoid ateş) görülebilmekte ve komplikasyonlara yol açabilmektedir.Tedavisiz kaldığı takdirde özellikle yüksek riskli guruplarda yüksek morbidite ve mortaliteye sebep olabilileceği için dikkate değerdir. Biz burada ishal, idrar miktarında azalma ve vucudunda dökültü şikayetiyle başvuran, makroskopik hematurisi, oligürisi, mikroanjiopatik hemolitik anemisi olan ve kan kültürlerinde salmonella typhi üremesi olan 31 yaşında böbrek nakilli hasta sunduk. Literaturde transplante böbrekte tifoid ateşe başlı olarak gelişen ilk hemolitik üremik sendom olgusu olması nedeniyle sunuma layık görüldü.
Haemolytic Uremic Syndrome (HUS) is characterized by microangiopathic haemolytic anaemia, thrombocytopenia and acute renal failure. Typhoid fever caused by salmonella typhi, a systemic infectious disease which affects many organs, is rarely encountered in clinical practice. As a result of the developments in food industry, salmonella bacteraemia has not caused endemics as typhoid fever in recent years as before. Especially in high risk groups, it may cause high mortality and morbidity if left untreated. We presented a 31-year-old kidney transplant patient with diarrhoea, rash, macroscopic haematuria, oliguria, microangiopathic haemolytic anaemia and cultivated salmonella typhi in blood cultures. It is the first case of haemolytic uremic syndrome due to typhoid fever in renal transplant recipient in the literature.

LookUs & Online Makale