E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 27 (3)
Cilt: 27  Sayı: 3 - 2016
1.Henüz tamamlanmamış! (Türkçe)
Front Matter

Sayfalar I - IX

ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Özel Tasarlanmış Pektus Barı Yerleşimi Öncesi ve Sonrasında İnternal Torasik Arter Akımının Değerlendirilmesi
Internal Thoracic Artery Patency Before and After Insertion of Specially Designed Pectus Bar
Nezih Onur Ermerak, Pınar Kuru Bektaşoğlu, Canan Çimşit, Nuri Çağatay Çimşit, Nural Bekiroğlu, Mustafa Yüksel
doi: 10.14744/scie.2017.04875  Sayfalar 175 - 180
GİRİŞ ve AMAÇ: Kunduracı göğsü (pektus ekskavatum-PE) minimal invaziv yöntemle onarılmış (MIRPEx) hastalarda internal torasik arterler (İTA’lar) içinden geçen kan akımı bloke olabilir. Bu çalışmanın amacı İTA’ları koruma amacıyla özellikle tasarlanmış pektus barları kullanılarak MIRPEx olmuş hastalarda İTA’ların patensini araştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya, PE düzeltmesi yapılacak olan 16 yaş üstü 22 hasta dahil edildi. Daha önceden PE nedeniyle ameliyat edilen hastalar çalışmaya alınmadı. Bilgisayarlı tomografi-anjiyografi (BTA) tüm hastalara İTA akımını değerlendirmek için ameliyat öncesi yapıldı. Tüm hastalar özel tasarım pektus barı ile ameliyat edildi. Ameliyat sonrası 10. günde toraksın kontrol BTA’sı çekildi. Ameliyat öncesi ve sonrası BTA’lar İTA akımını değerlendirmek amacıyla karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışma grubunda 19 erkek 3 kadın hastanın yaş ortalamaları 18.81±2.48 (dağılım, 16-23 yıl) idi. On sekiz hastada kan akımı etkilenmemişti (%88.8) ve sadece dört hastada tek taraflı İTA tıkanması mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlar, benzersiz bir şekilde tasarlanmış barla MIRPEx sonrasında, 5 hastanın sadece 1’inde tek taraflı İTA tıkanması olduğunu gösterdi.
INTRODUCTION: Blood flow in internal thoracic arteries (ITAs) may become blocked in patients who have had minimally invasive repair of pectus excavatum (MIRPEx). Aim of this study was to investigate patency of ITAs in patients who underwent MIRPEx with pectus bars that were specially designed to protect ITAs.
METHODS: Total of 22 patients over the age of 16 years who were to undergo correction of pectus excavatum (PEx) were included in this study. Patients with previous surgical intervention for PEx were excluded. Computed tomography-angiography (CTA) of the thorax was performed preoperatively on all patients to evaluate ITA blood flow. MIRPEx procedure included use of specially designed bars in all cases. On postoperative 10th day, follow-up CTA of the thorax was performed. Pre- and postoperative CTAs were compared to determine any effect of bars on ITAs.
RESULTS: Study group comprised 19 male patients and 3 female patients; mean age was 18.81±2.48 years (range: 16–23 years). Blood flow was not affected in 18 patients (88.8%) and was unilaterally blocked in 4 patients (18.2%) after the operation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Results demonstrate that only 1 in 5 patients had unilateral ITA occlusion following MIRPEx with uniquely designed bar.


3.
Pulmoner Septik Emboli Tanılı Olgularımızın Özellikleri
The Characteristic Features of Our Cases With Diagnosis of Pulmonary Septic Embolism
Coşkun Doğan, Sevda Şener Cömert, Benan Çağlayan, Elif Torun Parmaksız, Ali&775; Fi&775;dan, Nesrin Kıral, Banu Salepçi
doi: 10.14744/scie.2017.76158  Sayfalar 181 - 186
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, nadir görülen, morbidite ve mortalitesi yüksek seyredebilen bir hastalık olan septik pulmoner embolinin (SPE) klinik, radyolojik ve laboratuvar özellikleri araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011–Aralık 2015 tarihleri arasında SPE ön tanısı ile incelenen ve tedavi edilen ve final tanısı olarak SPE olan olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Olguların demografik, radyolojik, klinik ve laboratuvar bulguları kayıt edildi.
BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalamaları 44.4±9.8 yıl olan, üçü kadın yedisi erkek toplam 10 olgu alındı. Olguların en sık tespit edilen birincil enfeksiyon odağı dört (%40) olgu ile apseli diş çekimi idi. En sık başvuru semptomu dokuz (%90) olguda göğüs ağrısı, en sık radyolojik bulgu sekiz (%80) olguda iki taraflı nodüller idi. Hayatını kaybeden hasta olmadı, tüm olgular başlanan antibiyoterapilere tam klinik ve radyolojik yanıt vermiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Radyolojik olarak iki taraflı nodülleri olan olgularda, enfeksiyon parametreleri de yüksek ise SPE ayırıcı tanıya alınmalı, primer enfeksiyon odağı sorgulanmalı ve hastalara uygun antibiyoterapi başlanmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to investigate the clinical, radiological and laboratory features of septic pulmonary embolism (SPE), a rare disease with high morbidity and mortality rates.
METHODS: Files of patients with final diagnosis of SPE who underwent examinations and treatments based on initial diagnosis of SPE between January 2011 and December 2015 were examined retrospectively. Demographic, clinical, radiological, and laboratory findings of these patients were recorded.
RESULTS: Total of 10 patients, 3 female and 7 male, with mean age of 44.4±9.8 years were included in the study. Most frequently detected primary infection focus was site of extraction of abscessed tooth, seen in 4 (40%) cases. Most common presenting symptom was chest pain, observed in 9 (90%) patients, and most common radiological finding was bilateral parenchymal nodules, seen in 8 (80%) patients. All patients gave complete clinical and radiological response to antibiotic therapy; there was no incidence of exitus.
DISCUSSION AND CONCLUSION: SPE should be included in differential diagnosis of patients with radiologically detected bilateral nodules, if infection parameters are also at high levels. Primary focus of infection should be investigated and administration of appropriate antibiotics should be initiated.

4.
Birinci ve İkinci Trimester Biyokimyasal Belirteçlerin ve Ultrason İncelemelerin Bebeğin Doğum Kilosu Üzerine Etkilerinin Araştırılması
Investigation of the Effects of First and Second Trimester Biochemical Markers and Ultrasonographic Measurements on Infant Birth Weight
Yeliz Çeçen Dönmez, Önder Sakin, Zehra Meltem Pirimoğlu, Ömer Talip Turhan, Gülçin Şahin Ersoy, Seda Subaşı
doi: 10.14744/scie.2017.12144  Sayfalar 187 - 194
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebelerde baş-popo mesafesi (CRL), ense kalınlığı (NT), gebelik ilişkili plazma protein A (PAPP-A), beta human koryonik gonadotropin (beta hCG), alfa fetoprotein (msAFP) ve uterin arter Doppler ölçümlerinin bebeğin doğum kilosu ile ilişkisinin araştırılması ve intrauterin gelişme geriliğini (İUGG) tahmin edebilme derecesini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2010–Haziran 2011 tarihleri arasında hastanemiz gebe polikliniğine rutin kontrol için gelen ilk trimesterdeki 103 hasta çalışmaya alındı. Doğum ağırlığı 10. persentilin altında olanlar İUGG olan grup, diğerleri ise kontrol grubu olarak ikiye ayrıldı. Seksen üç gebelik normal doğum ağırlıklı bebek, 20 gebelik düşük doğum ağırlıklı (SGA) bebek doğumu ile sonlandı.
BULGULAR: Düşük doğum ağırlıklı doğan bebeklerin annelerinin ortalama vücut kitle indeksleri (VKİ), kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu (p=0.03). İlk trimesterdeki ortalama CRL ölçümlerinde SGA’lı bebeklerde normal kilolu bebeklere göre anlamlı bir farklılık saptanmadı. Anne serumlarındaki ortalama PAPP-A ve βhCG ortalama değerleri ve hemoglobin değerleri de her iki grupta aynı bulundu. Fetusların biyofizik ölçümleri arasında fark gözlenmedi. Uterin arterde çentik daha yüksek oranda SGA’lı gebeliklerde olmasına rağmen, istatistiksel olarak iki grup arasında fark saptanmadı. İkinci trimesterde baktığımız ortalama AFP MoM (ortalamanın katları) SGA’lı gebeliklerde anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0.009). Aynı bulgular Pearson korelasyon testinde de gösterildi (p=0.028, r=-0.327).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İlk trimester serum belirteçlerinin İUGG olan grupta normal gruba göre farklı olmadığı; buna karşılık 20–24. hafta uterin arter Doppler çentik varlığı değerlerinin İUGG’yi tahmin etmede etkili olabileceğini gösterildi. Ayrıca msAFP MoM değeri yüksekliğinin SGA bebeklerle ilişkili olduğunu belirledik.
INTRODUCTION: This study investigated the relationship between pregnancy-associated plasma protein-A (PAPP-A), free beta-human chorionic gonadotropin (βhCG), alpha-fetoprotein (AFP), nuchal translucency (NT), crown-rump length (CRL), and second trimester Doppler ultrasound (US) indices of uterine arteries and birth weight, and evaluated predictive value of the data for intrauterine growth retardation (IUGR).
METHODS: A total of 103 patients in first trimester who came to the hospital obstetric clinic for routine prenatal examination between June 2010 and June 2011 were included in the study. Patients were divided into 2 groups: IUGR group with birth weight below 10th percentile and the control group. In all, 83 infants were of normal birth weight and 20 were small for gestational age (SGA).
RESULTS: Mean body mass index (BMI) of women who delivered SGA babies was significantly lower than that of the control group (p=0.03). There were no statistically significant differences between groups in terms of PAPP-A levels, βhCG levels, CRL, NT measurements, or hemoglobin levels. There was no difference in fetal biophysical measurements. Although diastolic notch in uterine arteries was seen more frequently in SGA group, it did not reach the level of significance. Second trimester maternal serum AFP levels evaluated as multiple of median (MoM) were higher in SGA group than in the control group (p=0.009). Findings were confirmed with Pearson correlation analysis (p=0.028; r=-0.327).
DISCUSSION AND CONCLUSION: First trimester maternal serum screening markers were not associated with SGA fetus. Presence of diastolic notch in bilateral uterine arteries at 20 and 24 weeks may have a value for predicting SGA fetus. Higher MoM levels of maternal serum AFP were associated with SGA fetus.

5.
Kimyasal Yöntemle Yapılan Üriner Sistem Taş Analizinin Taşı Tanımlamadaki Etkinliğinın Araştırılması
Evaluation of the Efficacy of Chemical Method to Determine Urinary Tract Stone Composition
Önder Kara, Ercan Malkoç, Şenol Tonyalı, Ferhat Ateş, Ali Serdal Uyumaz, Ömer Özcan, Zeki Aktaş, Temuçin Şenkul
doi: 10.14744/scie.2017.04468  Sayfalar 195 - 199
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, üriner sistem taşlarının analizinde kullanılan kimyasal yöntemin güncel taş hastalığı kılavuzlarında yer alan taş tip ve bileşenlerini kategorize etmedeki etkinliği araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2014 ile Eylül 2015 tarihleri arasında toplam 198 üriner sistem taşının kimyasal incelemesi yapıldı. Kimyasal yöntemde taş içeriğinde bulunan kalsiyum, oksalat, ürik asit, magnezyum, fosfat, sistin, amonyum ve karbonat tespit edilebilmektedir. Bu yöntemle tespit edilen taş mineral içerikleri tek, iki, üç ve daha fazla komponent olarak gruplandırıldı. Elde edilen taş bileşenleri kılavuzlarda evrensel olarak sınıflandırılmış taş çeşitleri ile uygunluğu açısından kıyaslandı.
BULGULAR: İnceleme sonunda 65 (%32.9) örnekte tek mineral, 133 (%67.1) örnekte ise birden fazla mineral içeriği saptandı. 45 (%22.7) kalsiyum oksalat, 22 (%11.6) kalsiyum fosfat, 11 (%6.1) kalsiyum + ürik asit, 10 (%5) ürik asit, 7 (%3.5) sistin, 7 (%3.5) karbonat apatit, 4 (%2) amonyum ürat, 1 (%0.5) magnezyum amonyum fosfat olmak üzere 107 (%54) örnek EAU (European Association of Urology) kılavuzundaki taş çeşitlerinde adı geçen örneklerle uyum gösteriyordu. Ancak 91 (%46) örnekteki taş analizleri bu kılavuzda yer almayan kombinasyonlardan oluşuyordu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kimyasal taş analizi literatürde belirtilen eksikliklerinin yanında taş kılavuzlarında yer alan taş tip ve bileşenlerini kategorize etmede yetersiz olarak değerlendirildi. Kimyasal yöntem özellikle ilk tanı esnasında taşın değerlendirilmesi amacıyla tercih edilecek bir yöntem gibi görünmemektedir.
INTRODUCTION: The present study evaluated use of chemical method to determine components and category of urinary stones described in current stone disease guidelines.
METHODS: Chemical analysis of total of 198 urinary stones was performed between March 2014 and September 2015. Calcium, oxalate, uric acid, magnesium, phosphate, cysteine, ammonium, and carbonate were among components detected in stone composition. Stones were divided into groups based on presence of 1, 2, or 3 or more components. Composition results were compared with stone composition data provided in global guidelines.
RESULTS: Sixty-five (32.9%) samples consisted of 1 mineral and 133 (67.1%) contained more than 1. Of the total, 107 (54%) compositions were included in European Association of Urology (EAU) guidelines. The 107 samples included 45 (22.7%) with components of calcium oxalate, 22 (11.6%) of calcium phosphate, 11 (6.1%) of calcium and uric acid, 10 (5%) of uric acid, 7 (3.5%) of cysteine, 7 (3.5%) of carbonate apatite, 4 (2%) of ammonium urate, and 1 (0.5%) of magnesium, ammonium, and phosphate. However, 91 (46%) stones consisted of components that are not in current EAU guidelines.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Chemical analysis was found insufficient to categorize stone types and components seen in EAU guidelines. There is also a lack of information on the process in the literature. It was concluded that chemical analysis is not the best method to evaluate urinary stones.

6.
0–5 Yaş Arası 250 Türk Çocukta Penis Uzunluğu ile Pelvik Antropometrik Ölçümler Arasındaki Korelasyonun Araştırılması
Investigation of the Correlation Between Pelvic Anthropometric Measurements and Penile Length of 250 Turkish Boys Aged 0-5 Years
Hakan Akdere, Ali Yılmaz, Özcan Arabacı, Yavuz Özdemir, Ersan Arda
doi: 10.14744/scie.2017.93823  Sayfalar 200 - 204
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda 0–60 ay arası çocukların gerilmiş penis uzunluğu (GPU) ölçüldü ve yaş-boy-kilo-interspinöz mesafe ve pubis yüksekliği gibi antropometrik parametrelerle ilişkisi değerlendirildi. Elde ettiğimiz veriler, benzer diğer literatür çalışmaları ile karşılaştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız, 0–60 ay yaş arası 250 erkek çocukta yapıldı. Bütün çocukların gerilmiş penis uzunluğu, kilosu, boyu, interspinöz mesafesi ve pubis yüksekliği tek bir ürolog tarafından değerlendirildi. Bu değerlendirmeler optimal poliklinik şartlarında gerçekleştirildi.
BULGULAR: Çocukların ortalama boyu 55.82±3.22 cm, ortalama vücut ağırlığı 4729.08±54.23 gr, ortalama interspinöz mesafesi 12.757±1.21 cm, ortalama pubis yüksekliği 2.56±0.46 cm, GPU 2.69±0.57 cm olarak ölçüldü. Gerilmiş penis uzunluğu ile çocukların yaşı, ağırlığı, boyu ve interspinöz mesafesi arasında belirgin bir ilişki bulundu (sırasıyla: r=0.240, p=0.001; r=0.242, p=0.001; r=0.204, p=0.006; r=0.224, p=0.002). GPU ve pubis yüksekliği arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı (r=0.97, p=0.191).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Penis uzunluğundaki anomalileri doğru değerlendirebilmek için yaşa ve ırka özgü ortalama GPU değerleri bilinip, bu veriler göz önünde tutularak muayene yapılmalıdır. Çalışmamız 0–60 ay yaş aralığındaki beyaz ırk çocuklar için güncel referans değerler sağlamıştır. Antropometrik ölçümlerle birlikte değerlendirildiğinde bu veriler klinisyenlere tanı ve tedavi süreci aşamalarında yararlı olabilir.
INTRODUCTION: In the present study, stretched penile length (SPL) of children aged 0–60 months was measured and relationship to anthropometric parameters of age, height, weight, interspinous distance, and pubic bone height (PBH) was evaluated. Data obtained were compared with results of similar studies.
METHODS: Total of 250 boys (age range: 0–60 months) participated in the study. All measurements of SPL, weight, height, interspinous distance, and PBH were conducted by single urologist. These assessments were performed under optimal conditions.
RESULTS: Overall mean height of the children was 55.82±3.22 cm, mean weight was 4729.08±54.23 g, mean interspinous distance was 12.757±1.21 cm, mean PBH was 2.56±0.46 cm, and mean SPL was 2.69±0.57 cm. Relationship between SPL and age, weight, height, and interspinous distance was statistically significant (r=0.240, p=0.001; r=0.242, p=0.001; r=0.204, p=0.006; r=0.224, p=0.002, respectively). Relationship between SPL and PBH was not statistically significant (r=0.97, p=0.191).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Correct evaluation of penis size abnormality requires both knowledge of age and origin-specific average SPL values and analysis of these data. Present study provides current reference values for Caucasian boys aged 0-60 months. When combined with anthropometric measurements, these data may be beneficial to clinicians in diagnosis and treatment process.

7.
Geniş Yanıklı Hastalarda Yakın Akraba (Aile) Kaynaklı Deri Allogrefti Kullanımı
Use of Close Relative (Family) Skin Allograft in Major Burns
Kaan Gideroğlu, Murat Yaman, Erhan Tunçay, İrfan Taşdelen, Ömer Halim Kaşıkçı, Gaye Taylan Flinte
doi: 10.14744/scie.2017.31391  Sayfalar 205 - 209
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada yanık merkezimizde yakın akraba (aile) kaynaklı deri allogreft ile onarım uygulanan majör yanıklı hastaların geriye dönük olarak incelenmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak 2016–1 Ağustos 2016 tarihleri arasında yanık merkezimizde yakın akraba kaynaklı deri allogreft uygulanan 13 hasta çalışmaya dahil edildi. Hasta dosyaları yaş, cinsiyet dağılımı, total yanık yüzey alanı, “Abbreviated Burn Severity Index” (ABSI) skoru, hastanede kalış süresi mortalite sayısı ile donör sayısı, donör yaşı, cinsiyeti, donör alan komplikasyonları ve yatış süresi açısından geriye dönük olarak tarandı.
BULGULAR: Yanık hastaların yaş ortalaması 24.46 (±12.65 SS) yıl, donör hastaların yaş ortalaması ise 35.64 (±9.34 SS) yıl idi. Hastaların 10’u (%76) erkek, üçü (%24) kadındı. Total yanık yüzeyi alanı ortalaması %57.61 (±13.13 SS) olarak saptandı. ABSI skoru ortalaması 9.07 (±2.25 SS) olarak bulundu. Ortalama hastanede kalış süresi 53.4 (±38.62 SS) gün idi. Allogreft uygulanan dört (%30) hastanın hayatını kaybettiği saptandı. Yalnızca bir hasta için farklı seanslarda iki ayrı donörden allogreft alınırken, diğer hastalar için ise sadece tek donörden allogreft alındı. Donörlerin biri kadın 13’ü (%92) erkek idi. Hiçbir donörde verci alanla ilgili bir komplikasyon saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Özellikle yeterli miktarda otogreft donör sahası bulunmayan majör yanıklı hastalarda deri bankası bulunmadığı ve kerotinosit kültürlerinin yapılamadığı koşullarda yakın akraba (aile) kaynaklı deri allogrefti kullanımının ulaşılması kolay ve ‘cost-effective’ bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: The aim of this study was to retrospectively evaluate results of treatment using close relative (family) skin allograft at our burn center for patients with major burns.
METHODS: Files of 13 patients who had severe burns and were treated with close relative (family) skin allograft at our burn center between January 1, 2016 and August 1, 2016 were examined retrospectively for age, sex, total burn surface area (TBSA), Abbreviated Burn Severity Index (ABSI) score, length of hospital stay, and mortality, as well as to obtain donor data of total count, sex, age, complications and length of stay in hospital.
RESULTS: Mean burn patient age was 24.46 (±12.65 SD) years and mean donor patent age was 35.64 (±9.34 SD). Ten of the patients were male (76%) and 3 were female (24%). Mean TBSA was 57.61% (±13.13 SD) and mean ABSI score was 9.07 (±2.25 SD. Mean length of hospital stay for burn patients was 53.46 (±38.62 SD) days, and 1.23 (±0.43 SD) days for donor patients. Four of the 13 burn patients (30%) died in hospital as result of burn injuries. Skin allografts were taken from just 1 close relative donor in 1 session in all cases but 1, in which skin allografts were taken from 2 close relatives in 2 sessions. Only 1 of the 14 donors was female (8%). No donor site complications were observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Especially in major burn patients without sufficient autologous donor site skin graft, close relative (family) skin grafting is an easy and cost-effective treatment method when skin banks and keratinocyte cultures are not available.

8.
Korneal Neovaskülarizasyonlarda İnce İğne Diatermi: İlk Sonuçlarımız
Fine Needle Diathermy for Corneal Neovascularization: Initial Results
Osman Şalkacı, Ümit Çallı, Baran Kandemir, Taha Ayyıldız
doi: 10.14744/scie.2017.92260  Sayfalar 210 - 214
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimizde korneal vaskülarizasyonu bulunan hastalarda tercih ettiğimiz ve uyguladığımız ince iğne diatermi (İİD) yönteminde ilk sonuçlarımızı bildirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Otuz dört hastanın korneal neovaskülarizasyonu olan 34 gözüne İİD uygulandı. İşlem öncesi ve sonrası tüm hastalara ön segment renkli fotoğrafı çekildi. Hastalarda görme keskinliği, vaskülarizasyon yaygınlığı ve derinliği işlem öncesi ve sonrasında karşılaştırıldı ve uygulama sayıları, komplikasyonlar kaydedildi.
BULGULAR: Vaskülarizasyon nedeni hastaların 12’sinde primeri bilinmeyen lipit keratopati, 9’unda herpes keratiti, 6’sında bakteriyel keratit, 3’ünde korneal grefon reddi, 2’sinde fungal keratit, 2’sinde alkali yanık ve 1’inde travma olduğu görüldü. Hastaların 15’inde müdahale edilen tüm damarlar oklüze olurken, 7 hastada bu oran %75 ve 5’inde %50 idi. Hastaların 12’sinde ikinci İİD, 4’ünde üçüncü İİD uygulandı. Bazı hastalarda ikinci ve üçüncü işlemlerde başarı artışı olduğu, bazı hastalarda ise istenen yanıtın üçüncü işlemde dahi elde edilemediği tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnce iğne diatermi ile seçilmiş hastalarda korneal neovaskülarizasyon tedavisinde çok başarılı sonuçlar elde edilmekte, bu yöntem bazı hastalarda ise kısmen yetersiz kalmaktadır.
INTRODUCTION: The present study is a report of first results of fine needle diathermy (FND) procedure, the method of treatment preferred in our clinic for patients with corneal neovascularization.
METHODS: FND was performed on 34 eyes with corneal neovascularization in 34 patients. Anterior segment color photos were taken of all patients before and after the procedure. Visual acuity and vascularization size and depth before and after procedure were compared. Number of procedures and complications were noted.
RESULTS: Causes of vascularization were lipid keratopathy with unknown primary pathology in 12 patients, herpetic keratitis in 9, bacterial keratitis in 6, corneal graft rejection in 3, fungal keratitis in 2, alkaline burn in 2, and trauma in 1 patient. All vessels were successfully occluded in 15 patients. In 7 patients, 75% of treated vessels were occluded, and 50% of treated vessels were occluded in 5 patients. FND was performed twice on 12 patients and 3 times on 4 patients. In some cases, additional procedures were successful, and in others it was determined to be insufficient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: FND is a safe and effective treatment for corneal neovascularization in some patients; however, in some cases, the procedure is only partially effective.

9.
Laparoskopik Total Ekstraperitoneal Kasık Fıtığı Onarımında Tespitsiz Mesh Tekniği: Erken Sonuçlar
Laparoscopic Total Extraperitoneal Inguinal Hernia Repair Without Mesh Fixation: Report of Early Outcomes
Julide Sağıroğlu, Tuğrul Özdemir, Tuba Atak, Mehmet Ali Gök, Kıvılcım Orhun Erdoğan, Tunç Eren, Orhan Alimoğlu
doi: 10.14744/scie.2017.64872  Sayfalar 215 - 219
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada laparoskopik total ekstraperitoneal (TEP) fıtık onarımında tespitsiz mesh yerleştirme sonuçlarının analizi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2012–2015 yılları arasında kliniğimizde kasık fıtığı nedeniyle TEP yöntemiyle ameliyat olan 60 hasta ameliyat süresi, ameliyat sonrası ağrı, parestezi, idrar retansiyonu, seroma, hematom, enfeksiyon, nüksetme ve kronik ağrı açısından geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Altmış olgunun üçü kadın (%5), 57’si erkek (%95), yaş ortalaması 48 (dağılım, 27–66 yıl) idi. Beş (%8) hastada tekrarlayan kasık fıtığı, 50 (%83) hastada tek taraflı, beş (%8) hastada iki taraflı kasık fıtığı mevcuttu. Hastaların dördünde açık fıtık tamir yöntemine geçildi. Ameliyattan sonra 24. saat tüm hastalar kesi bölgesinde 1–2 seviye arasında ağrı bildirdiler. Sadece dört hasta birinci hafta sonu 2. seviyede ağrı tanımladılar. İzleyen süreçte bir, üç ve altıncı aylarda hastalar ağrı bildirmedi. İzlem süresi boyunca 6 hastada parestezi kaydedildi. Dört hastada ilk hafta görülen seroma birinci ay kontrolünde kaybolmuştu. Hiçbir hastada hematom, üriner retansiyon, enfeksiyon, rekürrens ve kronik ağrı görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mesh tespitsiz laparoskopik TEP kasık fıtığı onarımı, tecrübeli cerrahlar tarafından yapıldığında güvenli bir yöntemdir.
INTRODUCTION: This report is an analysis of outcomes of laparoscopic total extraperitoneal (TEP) inguinal hernia repair without using mesh fixation
METHODS: Hospital records of 60 patients who underwent laparoscopic TEP inguinal hernia repair between 2012 and 2015 in the clinic were retrospectively analyzed for length of operative time, postoperative pain, paresthesia, urinary retention, seroma, hematoma, infection, recurrence, and chronic pain.
RESULTS: Three of 60 study patients were female (5%), 57 were male (95%); mean age was 48 years (range: 27–66 years). Five (8%) patients presented with recurrent inguinal hernia, 50 (83%) with unilateral, and 5 (8%) with bilateral inguinal hernia. Conversion to open hernia repair technique was recorded in 4 cases. At 24th postsurgical hour, all patients described level 1–2 pain at incision site. Only 4 patients had level 2 pain at the end of the first week, and none complained of pain at first, third, and sixth month of follow-up period. Paresthesia was recorded in 6 patients during the entire follow-up period. Seroma, which was prominent in 4 patients during first postoperative week, subsided by first month follow-up. None of the patients had hematoma, urinary retention, infection, recurrence, or chronic pain.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Laparoscopic TEP inguinal hernia repair without mesh fixation is a safe technique when performed by experienced surgeons.

10.
Diyabetik Ayak Tanılı 32 Olgunun Bakteriyolojik ve Klinik Değerlendirilmesi
Bacteriological and Clinical Evaluation of 32 Cases of Diabetic Foot
Gülçin Güngör Olçum, Fidan Canan Çelik Yağan, Burcu Doğan, Sema Basat
doi: 10.14744/scie.2017.99076  Sayfalar 220 - 226
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın temel amacı diyabetik ayak (DA) tanısı alan hastaların klinik ve laboratuvar özelliklerini araştırarak antibiyotik tedavisi ve klinik takip seçimine yardımcı olmaktır. Diyabetik ayak, böbrek komplikasyonları ve hastalıkların etki mekanizması arasındaki potansiyel ilişki incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2014–2015 tarihleri arasında dahiliye polikliniğinde DA nedeni ile izlenen toplam 32 olgu alındı. Hastaların tıbbi kayıtlarından incelenerek geriye dönük olarak lipid düzeyleri, mikroalbüminüri, mikroalbümin/kreatinin oranı, kreatinin klirensi (Chronic Kidney Disease Epidemiology Collaboration [CKD-EPI] ile formülize edilerek), HbA1c düzeyi kaydedildi.
BULGULAR: Çalışma 13’ü kadın (%40.6), 19’u erkek (%59.4) toplam 32 olgu ile yapıldı. Olguların yaşları 32 ile 88 yıl arasında değişmekte olup, median değeri 58.5 yıldı. Olguların diyabet yaşları beş ile kırk yıl arasında değişmekte olup, ortalaması 15.5±7.06 yıl, HbA1c düzeyleri 5.4 ile 14.7 arasında değişmekte olup, ortalaması 9.01±2.26 idi. Olguların CKD-EPI düzeyleri 11 ile 130 arasında değişmekte olup, ortalaması 75±27.34’tü. Olguların 22’sinde (%68.8) mikroorganizma üremesi görülürken, 10’unda (%31.3) görülmedi. Olguların ikisinde (%6.3) birden fazla mikroorganizma üremişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaş ve cinsiyete göre etken mikroorganizma incelendiğinde en çok Gram (+) kok grubu bakterilerin ürediği görüldü. CKD-EPI grupları arasında diyabet yaşı ortalamaları açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p=0.001; p<0.01). CKD-EPI’ye göre üreyen mikroorganizmalara bakıldığında ise; 60–89 mL/dk/m2 arasında olan olgularda en çok üreyen mikroorganizma Staphylococcus aureus olarak görülmektedir.
INTRODUCTION: The primary objective of the present study was to investigate clinical and laboratory characteristics of patients diagnosed with diabetic foot (DF) in order to aid in selection of antibiotic treatment and clinical follow-up. Potential relationship between DF, renal complications, and the mechanism of action of diseases were examined.
METHODS: Thirty-two patients diagnosed with DF in Department of Internal Medicine between June 2014 and June 2015 were enrolled in the study. Retrospective screening of medical data was conducted and patient lipid and microalbuminuria levels, microalbumin/creatinine ratio, creatinine clearance (formulated using Chronic Kidney Disease Epidemiology Collaboration [CKD-EPI] equation ), and glycated hemoglobin (HbA1c) level were recorded.
RESULTS: Of the 32 patients diagnosed with DF, 13 were female (40.6%) and 19 were male (59.4%). Age range was 32 to 88 years, and mean age was 59.03±10.3 years. Duration of disease of the patients was 5 to 40 years at time of study, and mean was 15.5±7.06 years. Mean HbA1c level was 9.01±2.26% (range: 5.4–14.7%). Mean CKD-EPI level was 75±27.34 mL/min/1.73 m2 (range: 11–130 mL/min/1.73 m2). Bacterial growth was observed in 22 cases (68.8%), and was not detected in 10 cases (31.3%). Two cases (6.3%) presented with growth of multiple microorganisms.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Evaluation of causative microorganisms in terms of patient age and gender revealed main bacterial species found were Gram-positive cocci bacteria. There was no statistically significant difference based on CKD-EPI level in terms of mean duration (p=0.001; p<0.01). Staphylococcus aureus was the most common bacteria present among cases having CKD-EPI level of 60-89 mL/dk/m2.

OLGU SUNUMU
11.
Klinefelter Sendromu ve Kötü Kontrollü Diyabeti Olan Bir Olguda Androjen Replasman Tedavisinin Kan Şekeri Regülasyonu Üzerine Etkileri
The Effects of Androgen Replacement Therapy on Glycemic Control in a Case with Klinefelter Syndrome and Poorly Controlled Diabetes
Ayşenur Özderya, Şule Temizkan, Kadriye Aydın Tezcan
doi: 10.14744/scie.2017.26043  Sayfalar 227 - 232
Hipergonadotropik hipogonadizm ve önikoid vücut yapısı ile karakterize olan Klinefelter sendromu (KS), erkeklerde en sık rastlanan seks kromozom anomalisi olup, genellikle 47,XXY karyotipine sahiptir. Klinefelter sendromunda, otoimmün hastalık ve diyabet gelişme riskinin yüksek olduğu ve eşlik eden hipoandrojeneminin diyabet regülasyonunu kötüleştirdiği çalışmalarda gösterilmiştir. Otuz dokuz yaşındaki erkek hasta, kan şekeri yüksekliği nedeniyle endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları polikliniğine başvurdu. Yaklaşık beş yıldır diyabet tanısı olan hastanın HbA1c değeri %14.9 olarak belirlendi. Başvuru sırasında günlük yaklaşık 80 ünite insülin kullanan hastanın androjen replasman tedavisi sonrası insülin ihtiyacı yaklaşık 60 üniteye kadar geriledi. Takiplerinde, androjen replasman tedavisi başlandıktan iki ay sonraki kontrol HbA1c değeri %7.7 olarak belirlendi. Hipoandrojenemi diyabet gelişimi ve mevcut diyabetin regülasyonunda bozulmaya sebep olmaktadır. Bu hastalarda testosteron replasmanı, glisemik kontrolü düzeltebilir.
Klinefelter syndrome (KS) is the most common sex chromosome anomaly among men. It is usually characterized by hypergonadotropic hypogonadism, eunuchoid body structure, and most often, 47,XXY karyotype. Studies have shown that KS patients have high risk of developing autoimmune diseases and diabetes, and the hypogonadism that accompanies the syndrome makes regulation of diabetes more difficult. A 39-year-old man with KS was admitted to Endocrinology and Metabolic Diseases Polyclinic because of increased blood glucose level: His glycated hemoglobin (HbA1c) value was 14.9%. He had diabetes for approximately 5 years and was using 80 IU insulin daily at time of admission, but after testosterone replacement therapy, his insulin requirement decreased to 60 units. Follow-up HbA1c was 7.7% after 2 months of androgen replacement therapy. Hypoandrogenemia may contribute to development of newly diagnosed diabetes or deterioration of pre-existing diabetes. Testosterone replacement therapy can improve glycemic control in these patients.

12.
Diyabetik Bir Olguda Orbital Sellülitin Nadir Bir Komplikasyonu: Kavernöz Sinüs Trombozu
A Rare Complication of Orbital Cellulitis in a Diabetic Case: Cavernous Sinus Thrombosis
Betül Ekiz Bilir, Bülent Bilir, Mücahit Doğru, Evrim Polat, Neslihan Atile Soysal, İbrahim Yılmaz
doi: 10.14744/scie.2017.36097  Sayfalar 233 - 237
Diyabetin çeşitli enfeksiyonlara ve tromboza eğilimi artırdığı iyi bilinmektedir. Diyabette doğal, hücresel ve humoral bağışıklık mekanizmalarının çeşitli basamaklarında bozukluklar beklenir. Trombosit fonksiyonlarındaki, koagülasyon faktörlerindeki ve damar yapısındaki bozukluklar da tromboza eğilimi artırır. Hem enfeksiyonların hem de trombotik olayların diyabetteki seyri diyabetik olmayan olgulara göre daha ciddidir. Bu yazıda orbital sellülit gelişip kavernöz sinüs trombozu ile komplike olan 94 yaşında diyabetik erkek olgu sunuldu. Olgu orbital sellülit, idrar yolu enfeksiyonu, hiperozmolar non ketotik durum, akut böbrek yetersizliği ve üremiye sekonder kompanse metabolik asidoz tanıları ile endokrinoloji servisine yatırıldı. Antibiyoterapisine ve hidrasyonuna vakit kaybetmeksizin başlanıp gerekli tedavisi yapılan olgu, mortalitesi yüksek kavernöz sinüs trombozu sonrası tedaviye cevap vermeyerek kaybedildi. Özellikle diyabetik olgularda orbital enfeksiyonların komşuluk yoluyla kavernöz sinüse yayılıp septik tromboza yol açarak ölümcül seyredebileceği göz önüne alınarak erken tanı ve tedavisi yapılmalıdır.
It is that diabetes mellitus increases tendency to develop infections and thrombosis. Impairment of various mechanisms and agents of humoral and cellular immune systems can be expected. Disturbances of platelet function, coagulation factors, and vascular structure predispose diabetics to thrombotic events. The course of both infections and thrombotic events is often worse than in non-diabetic patients. Presently described is 94-year-old male patient with diabetes who had orbital cellulitis that became complicated with cavernous sinus thrombosis (CST). He was admitted to endocrinology clinic with diagnoses of orbital cellulitis, urinary tract infection, hyperosmolar non-ketotic state, acute renal failure, and compensated metabolic acidosis secondary to uremia. Despite immediate antibiotherapy, hydration, and additional required treatment, patient did not respond and died as a result of CST. There must be awareness, especially for diabetic patients, that orbital infections may spread to nearby cavernous sinuses and cause potentially lethal septic CST. Early diagnosis and immediate treatment are essential.

13.
Metastatik Akciğer Kanserini Taklit Eden Romatoid Artritin Akciğer Tutulumu Olgusu
A Case of Pulmonary Involvement in Rheumatoid Arthritis Mimicking Metastatic Lung Cancer
Nezihe Çiftaslan Gökşenoğlu, Emine Aksoy, Fatma Tokgoz Akyıl, Yasemin Bodur, Tulin Sevım
doi: 10.14744/scie.2017.93446  Sayfalar 238 - 241
Otoimmün ve sistemik bir hastalık olan romatoid artritte (RA) akciğer tutulumu oldukça sık görülmektedir. Olgumuz elli sekiz yaşında kadın hasta, nefes darlığı, mide ve yaygın eklem ağrısı nedeniyle incelenmişti. Akciğer grafisinde iki taraflı pulmoner nodül ve plevral efüzyon saptanan hasta metastatik akciğer kanseri ön tanısı ile kliniğimize gönderildi. Laboratuvar değerlendirmesinde anemi, C-reaktif protein ve sedimentasyon yüksekliği saptandı. Torasentez yapıldı, plevral sıvı eksuda karakterindeydi. Glukoz düşük, adenozin deaminaz ve laktat dehidrogenaz yüksekti. Eklem ağrıları nedeniyle bakılan kan ve plevra romatoid faktör yüksek saptandı. Kanda bakılan anti-siklik sitrüline peptitin pozitif idi. Hasta romatoloji ile konsulte edildi, bu bulgularla RA ve akciğer tutulumu tanısı kondu. Metilprednizolon tedavisi ile plevral efüzyonu ve nodülleri kayboldu. Bu olgu iki taraflı pulmoner nodül ve plevral efüzyonun ayırıcı tanısında, önceden bilinen RA tanısı olmasa dahi bu hastalığın akılda tutulması gerektiğini vurgulamak amacıyla sunuldu.
Rheumatoid arthritis (RA), as a systemic autoimmune disease, frequently features pulmonary involvement. A 58-year-old woman was examined due to shortness of breath, stomach ache, and arthralgia. Pleural effusion and bilateral pulmonary nodules were observed on chest X-ray, and patient was sent to our hospital with initial diagnosis of metastatic lung cancer. C-reactive protein level and sedimentation rate test results were elevated. Thoracentesis was performed, and pleural effusion was found to be exudative. Low glucose and high adenosine deaminase and lactate dehydrogenase levels were detected. Blood and pleural fluid rheumatoid factor levels measured because of the presence of arthralgia were found to be high. High blood anti-cyclic citrullinated peptide levels were also detected. After consultation with department of rheumatology, patient was diagnosed as RA with pulmonary involvement. Pleural effusion and nodules resolved after treatment with methylprednisolone. This case was presented to emphasize that RA should be kept in mind in differential diagnosis of bilateral pulmonary nodules and pleural effusion.

14.
Prenatal Tanı Alan Primer Fronto-Etmoidal Ensefalosel: Olgu Sunumu
Prenatally Diagnosed Primary Frontoethmoidal Encephalocele: A Case Report
Ebru Çelik Kavak, Salih Burçin Kavak, Ahmet Yalınkaya, Hakan Artaş, Numan Çim
doi: 10.14744/scie.2017.68916  Sayfalar 242 - 245
Bu yazıda, 24. gebelik haftasında tanı konulan bir primer fronto-etmoidal ensefalosel olgusu sunmayı amaçladık. Ensefalosel en sık izlenen üç nöral tüp defektinden biridir, diğerleri anensefali ve spina bifidadır. Bu olguda yapılan ultrasonografide yüz orta hatta glabella bölgesinde kitle tesbit edildi, eşlik eden anomaliye rastlanmadı. Doğum sonrası yapılan muayene ve radyolojik değerlendirmede olguya, fronto-etmoidal ensefalosel tanısı konuldu. Bu olgular antenatal dönemde ultrason ile tanı konulabilen nadir lezyonlardır. Aksi isbat edilinceye kadar nazal bölgede izlenen her kitle ensefalosel olarak kabul edilmelidir.
The present study aimed to report a case of primary frontoethmoidal encephalocele diagnosed at 24 weeks of gestation. Encephalocele is one of the most commonly observed neural tube defects; the other two are anencephaly and spina bifida. No associated abnormality was observed in the present case, which only had a mass lesion in the glabellar region of the face. Frontoethmoidal encephalocele was diagnosed after physical examination and radiologic evaluation of the case. Frontoethmoidal encephaloceles are rare cases and can be diagnosed in the antenatal period. All masses at the nasal region must be accepted as an encephalocele until proven otherwise.

15.
Fallot Tetralojisine Sekonder Gelişen Streptococcus Intermedius’un Neden Olduğu Beyin Apsesi: Olgu Sunumu
Brain Abscess due to Streptococcus Intermedius Secondary to Tetralogy of Fallot in a Child: A Case Report
Esra Çelik Kuzaytepe, Ayşe Karaaslan, Yasemin Akın, Tufan Hiçdönmez, Ömer Çiftçi, İbrahim Meriç, Esma Esmi, Melis Şirinoğlu, Serap Genç Yüzüak, Şerife Dülger
doi: 10.14744/scie.2017.71245  Sayfalar 246 - 249
Fallot tetralojisi tanılı 10 yaşında Suriyeli erkek hasta acil servise baş ağrısı, kusma, bilinç bulanıklığı ve dengesiz yürüme şikayetleriyle başvurdu. Fizik muayenede, parmaklarda belirgin çomaklaşma ve peroral siyanoz gözlendi. Hastanın yapılan kraniyal bilgiyasayarlı tomografisinde sağ oksipitoparietal bölgede 41.55x25.65 mm büyüklüğünde apse formasyonu saptandı. Apse aspirasyonu gerçekleştirildi. Ampirik olarak hastaya intravenöz (iv) seftriakson ve metronidazol tedavileri başlandı. Apsenin kültüründe Streptococcus intermedius, idrar kültüründe genişlemiş spektrumlu bata-laktaaz üreten Escherichia coli ve 2 ardışık kan kültürlerinde metisiline dirençli koagülaz-negatif stafilokoklar saptandı. Bu nedenle mevcut antibiyoterapi yerine iv vankomisin ve meropenem kombinasyonu kullanıldı. Takip sırasında manyetik rezonans görüntüleme yapıldı ve apse oluşumu gözlendi. Apse tümüyle eksize edildi. Hasta cerrahi drenaj ve 6 hafta sistemik antibiyotik tedavisiyle başarıyla tedavi edildi. Normal ağız florasında S. intermedius bulunmuş olup siyanotik kalp hastalığı gibi altta yatan bir hastalık varlığında S. intermedius patojenik hale gelebilir ve potansiyel olarak ölümcül enfeksiyona neden olabilir.
A 10-year-old Syrian boy was admitted to emergency room with complaints of headache, vomiting, decreased level of consciousness, and imbalance when walking. On physical examination, clubbing of fingers and perioral cyanosis were observed. Cranial computed tomography examination revealed 41.55x25.65 mm abscess formation in right occipitoparietal region. Abscess aspiration was performed. Empirical intravenous ceftriaxone and metronidazole therapy was initiated. Abscess culture yielded Streptococcus intermedius; however, urine culture yielded extended-spectrum beta-lactamase-producing Escherichia coli, and in 2 successive blood cultures, methicillin-resistant coagulase-negative staphylococci were found. Therefore, antibiotic therapy was replaced with IV vancomycin and meropenem combination. Follow-up magnetic resonance imaging was performed and abscess formulation was observed. Total abscess excision was performed. Patient was successfully treated with surgical drainage and 6 weeks of systemic antibiotic therapy. S. intermedius is found in normal oral flora, but can become pathogenic and cause potentially lethal infection in presence of underlying disease, such as cyanotic heart disease.

16.
Nadir Görülen Tükürük Bezi Tümörü: Folliküler Varyant Asinüs Hücreli Karsinom
Very Rare Salivary Gland Tumor: Follicular Variant of Acinic Cell Carcinoma
Betül Demirciler Yavaş, Orhan Kemal Kahveci, Esra Uygur, Emre Kaçar, Çiğdem Tokyol
doi: 10.14744/scie.2017.92679  Sayfalar 250 - 253
Asinüs hücreli karsinomlar oldukça nadir tümörlerdir. Hastalar parotis ya da fasiyal, soliter kitle şikayeti ile genellikle başvururlar. Genelde çok yavaş büyürler, malignite potansiyelleri oldukça düşüktür. Sağkalımı çok iyi bir tümördür. Cerrahi eksizyon tedavi için yeterlidir. Olgumuz en nadir görülen paterne sahip, folliküler varyant asinüs hücreli karsinomdur. Ayırıcı tanısının hem normal tükürük bezinden, hem de pek çok tümörden yapılması önemlidir.
Acinic cell carcinomas are very rare tumors. Patients seek medical advice usually for solitary mass in parotid or facial location. They are generally slow-growing, low malignant potential tumors and they usually have long survival periods. Surgical excision is adequate for treatment. Our case is follicular variant of acinic cell carcinoma which is the rarest histological form of this tumor. It is very important to consider normal salivary gland and most other tumors in the differential diagnosis.

17.
Distosiye ve Bel Ağrısına Neden Olan Nadir Bir Klinik Olgu: Retrorektal Dermoid Kist
A Rare Clinical Case Causing Dystocia and Lumbago: Retrorectal Dermoid Cyst
Ayhan Erdemir, Ömer Aydıner
doi: 10.14744/scie.2017.92668  Sayfalar 254 - 257
Retrorektal kitleler nadir görülmekte olup, yanlış ve geç tanı almaya neden olabilmektedir. Bu durum gebe kadınlarda zorluklara neden olabilir. Genellikle benign lezyonlardır ve tesadüfen tanı konulmaktadır. Retrorektal kitlelerin primer tedavisi cerrahi olup ve cerrahi yaklaşımının seçimi de önemlidir. Bu yazıda, bel ve bacak ağrısı ile belirti veren, bir yıl önce baş-pelvis uygunsuzluğu nedeniyle acil sezaryene endikasyonu ile doğum yapan, 25 yaşındaki hasta sunuldu. Hastamıza retrorektal dermoid kist tanısı ile Kraske prosedürü uygulandı. Olgumuz literatüre göre değerlendirdi ve bu nadir klinik duruma dikkat çekmek amaçlandı.
Retrorectal mass is rarely seen disorder; therefore, diagnosis may be incorrect or delayed. Condition may also contribute to difficult labor in pregnant female. Lesion is usually benign and diagnosed accidentally. Primary treatment of retrorectal mass is surgical, and selection of the surgical approach is important. In this report, case of a 25-year-old female patient who had emergency cesarean section 1 year earlier due to cephalopelvic disproportion and subsequently presented with complaint of back and leg pain is described. She was diagnosed with retrorectal dermoid cyst, and underwent Kraske procedure. Case was evaluated according to the literature and aim of this report was to draw attention to this rare clinical entity.

18.
Mezenterik Kistik Lenfanjioma: Olgu Sunumu
Mesenteric Cystic Lymphangioma: A Case Report
Volkan Kınaş, Kaptan Gülben, Uğur Berberoğlu, Murat Ersen Bekar
doi: 10.14744/scie.2017.68725  Sayfalar 258 - 260
Mezenterik kistler sık karşılaşılmayan karıniçi kitleler olup, atipik karın semptomlarıyla kendini gösterebilir. Mezenterik kistik lenfanjiyom (MKL) mezenterik kistlerin nadir formlarından biridir ve literatürde 200’den daha az olgu bildirilmiştir. Mezenterik kistik lenfanjiyomlar etiyolojisi bilinmeyen benign kistik kitlelerdir, ancak komşu yapıları tutmaya ve nükse eğilim gösterirler. Bu olgu sunumunda, 42 yaşında, tam rezeksiyon uygulanan ve sekiz aydır hastalıksız takip edilen MKL’li bir erkek olgu bildirildi, dahası hastalığın tanısı ve cerrahi tedavisi ile ilgili literatür bilgisi gözden geçirildi.
Mesenteric cysts are uncommon intra-abdominal masses that can present with atypical abdominal symptoms. Mesenteric cystic lymphangioma (MCL) is one of the rare forms of mesenteric cysts, and fewer than 200 cases have been reported in the literature. MCLs are benign cystic masses of unknown etiology but have the tendency to recur and invade neighboring structures. The present study reports the case of a 42-year-old male who underwent the complete resection of an MCL and who was followed up for 8 months postoperatively until determined to be disease free. Moreover, it is an overviewed literature report regarding diagnosis and surgical therapy of disease.

EDITÖRE MEKTUP
19.
Uzun Dönem Metimazol Kullanan Hastada Doz Artışı Sonrası Gelişen Agranülositoz Olgusu
Agranulocytosis Developed After Dose Escalation in a Patient Under Chronic Methimazole Treatment
Didem Eroğlu, Cihangir Çakır, Ayhan Bekmez, Berçem Ayçiçek Doğan, Esma Türkmen
doi: 10.14744/scie.2017.90267  Sayfalar 261 - 262

LookUs & Online Makale