E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama

SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 26 (3)
Cilt: 26  Sayı: 3 - 2015
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
Göğüs Hastalıkları Polikliniğinde Yapılan Avuç İçi Toraks Ultrasonografisinin Tanısal Değeri
Diagnostic Value of Handheld Thoracic Ultrasound Scanning in Pulmonary Outpatient Clinic
Coşkun Doğan, Tolga Sinan Güvenç, Binnaz Zeynep Yıldırım, Umut Hasan Kantarcı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.45477  Sayfalar 193 - 201
GİRİŞ ve AMAÇ: Göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran ve ayaktan tetkik edilen olgularda avuç içi ultrasonografi (USG) cihazı ile yapılan toraks USG incelemenin tanısal değerini araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 54 hasta (44 erkek, %81.5; 10 kadın, %18.5) kadın alındı. Olguların toraks USG incelemesi göğüs hastalıkları uzmanı tarafından avuç içi USG ile yapıldı, tüm olguların toraks USG incelemesi aynı radyoloji uzmanı tarafından standart USG ile tekrarlandı. Olguların ön-arka akciğer grafi bulguları, toraks USG inceleme nedenleri, avuç içi USG bulguları, standart büyük USG cihazı bulguları, avuç içi USG cihazı eşliğinde yapılan girişimsel işlemler, komplikasyonlar ve avuç içi USG inceleme süreleri kayıt edildi.
BULGULAR: Olguların USG inceleme endikasyonları incelendiğinde; 40’ına (%74) plevral sıvı, 5’ine (%9.2) akciğerde kitle, 5’ine (%9.2) akciğerde periferik yerleşimli nodül, 2’sine (%3.8) konsolidasyon, 1’ine (%1.9) akciğerde dev bül, akciğerde santral yerleşimli kitlesi olan 1’ine de (%1.9) aksiller metastaz endikasyonu ile USG inceleme yapıldı. Plevral sıvılarda avuç içi USG cihazı ile yapılan incelemenin sensitivitesi %82 spesifitesi %100 olarak hesaplandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Toraksın USG incelemesinde tecrübeli olan göğüs hastalıkları uzmanları avuç içi USG cihazını plevral sıvı başta olmak üzere çeşitli akciğer hastalıklarının tanısında ve tedavisinde güvenli ve etkin bir şekilde kullanabilirler.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to determine the diagnostic value of handheld thoracic ultrasound scanning (HH-US) in patients referred to pulmonary outpatient clinic.
METHODS: Fifty-four patients (44 male, 81.5% and 10 female 18.5%) were included. Ultrasonographic scans were performed by the same pulmonary specialist. Scans were then repeated by a radiology specialist using regular ultrasound scanner. Anteroposterior chest X-ray (AP X-ray) findings, indications for thoracic ultrasound, HH-US findings, regular ultrasound findings, invasive procedures performed with guidance of HH-US, complications, and duration of HH-US scanning were recorded.
RESULTS: Pleural effusion, mass lesion in the lung, peripheral solitary pulmonary nodule, consolidation, giant bulla, and axillary metastasis with a central lung lesion were indications for thoracic ultrasound in 40 cases (74%), 5 cases (9.2%), 5 cases (9.2%), 2 cases (3.7%), 1 case (1.8%), and 1 case (1.8%), respectively. Sensitivity and specificity of HH-US in pleural effusions were 81% and 100%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Pulmonary specialists experienced in thoracic ultrasound can easily utilize HH-US scanners in the diagnosis and treatment of various lung diseases, primarily pleural effusions.

2.
Dislipidemide Ceviz veya Ceviz Suyunun Yeri
Effect of Walnut or its Juice on Dyslipidemia
Teslime Ayaz, Serap Baydur Şahin, Osman Zikrullah Şahin, Neslihan Özyurt, Ahmet Akın
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.49403  Sayfalar 202 - 206
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada dislipidemi tedavisinde ceviz, ceviz suyu kürleri ve diyetin etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemize başvuran, dislipidemisi olan 90 hasta araştırmamıza alındı. Rastgele 30’arlı üç grup oluşturuldu. Alışılmış diyete ek olarak, birinci gruba her sabah 30 gram ceviz yemeleri, ikinci gruba her sabah 30 gr ceviz suyu içmeleri ve üçüncü gruba dislipidemi diyeti önerildi. Dört hafta sonra lipid parametreleri kontrol edildi.
BULGULAR: %55.6’sı kadın %44.4’ü erkek olan hastaların ortalama yaşı 49.1±13.3 idi. Ceviz kürü verilen grubun çalışma başında alınan ilk lipid düzeyleri sırasıyla total kolesterol: 246±39.8 mg/dl, LDL-k: 131.8±30.9 mg/dl, HDL: 44.3±14.7 mg/dl, TG: 147±99.1 olarak bulundu. Dört hafta sonra alınan kontrol düzeyleri; T-chol: 242±34.4 mg/dl, LDL-k: 134.7±28.2 mg/dl, HDL: 41.5±16.1 mg/dl, TG: 154±78.9 mg/dl idi. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Ceviz suyu içen grubun ilk bakılan lipid düzeyleri; T-chol: 251.3±35.5 mg/dl, LDL-k: 129.9±32.3 mg/dl, HDL: 41.8±13.7 mg/dl, TG: 167±74.4 mg/dl olarak bulundu. Kontrol değerler; T-chol: 248±36.1 mg/dl, LDL: 125.3±31.9 mg/dl, HDL: 42.9±14 mg/dl, TG: 174±68.7mg/dl olup aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Sadece diyet önerdiğimiz grubun ilk bakılan lipid düzeyleri; T-chol: 255.4±35.1mg/dl, LDL-k: 142.5±33.7 mg/dl, HDL: 43.8±17.3 mg/dl, TG: 158.8±79.6 mg/dl olup, kontrol değerler; T-chol: 231.5±25.6 mg/dl, LDL-k: 119±28.1 mg/dl, HDL: 44.1±15.2 mg/dl, TG: 140.5±63.4 mg/dl olup aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cevizin dislipidemide tedavi amaçlı kullanımı yönünde bir sonuca varmak için daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Dislipidemik hastalara diyetin önemini vurgulamanın halen en geçerli tedavi yöntemi olduğu düşüncesindeyiz.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to evaluate the effects of walnut, walnut juice, and diet on dyslipidemia.
METHODS: A total of 90 patients with dyslipidemia who applied to our hospital were included and randomly divided into 3 groups. In addition to routine diet, 30 grams of walnut were administered each morning to the 1st group, 30 grams of walnut juice were administered to the 2nd group and a diet tailored for dyslipidemia was administered to the 3rd group. Lipid parameters were checked after 4 weeks.
RESULTS: Mean age of patients, 55.6% of whom were female and 44.4% of whom were male, was 49.1±13.3 years. The first lipid levels of the first group were: total cholesterol (T-chol) 246±39.8 mg/dL, low-density lipoprotein (LDL) 131.8±30.9 mg/dL, high-density lipoprotein (HDL) 44.3±14.7 mg/dL, and triglycerides (TG) 147±99.1. After 4 weeks, control levels were: T-chol 242±34.4 mg/dL, LDL 134.7±28.2 mg/dL, HDL 41.5±16.1 mg/dL, and TG 154±78.9 mg/dL. Difference was not statistically significant (p>0.05). Lipid levels of the 2nd group were: T-chol 251.3±35.5 mg/dL, LDL 129.9±32.3 mg/dL, HDL 41.8±13.7 mg/dL, and TG 167±74.4 mg/dL. Control levels were T-chol 248±36.1 mg/dL, LDL 125.3±31.9 mg/dL, HDL 42.9±14 mg/dL, and TG 174±68.7 mg/dL. Difference was not statistically significant (p>0.05). Lipid levels of the group to which the diet was administered were: T-chol 255.4±35.1 mg/dL, LDL 142.5±33.7 mg/dL, HDL 43.8±17.3 mg/dL, and TG 158.8±79.6 mg/dL. Control levels were: T-chol 231.5±25.6 mg/dL, LDL 119±28.1 mg/dL, HDL 44.1±15.2 mg/dL, and TG 140.5±63.4 mg/dL. Difference was statistically significant (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: More extensive studies are needed to judge the suitability of walnut in treating dyslipidemia. Results demonstrate that diet is still the best treatment.

3.
Tip 2 Diyabette Hastalık Yaşı ile Acil Servis Başvurularında Yatış Oranlarının Karşılaştırılması
Relationship Between Disease Duration and Emergency Hospitalization Rates in Type 2 Diabetes
Seydahmet Akın, Sinan Kazan, Cumali Yalçın, Mustafa Erdoğan, Didem Kılıç Aydın, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.24582  Sayfalar 207 - 210
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada tip 2 diyabette hastalık süresi ile acil yatış oranlarını arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Şubat–Temmuz 2013 tarihleri arasında acil servise başvurmuş olan tip 2 diyabetik 197 hasta (93 kadın, 104 erkek) geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastalık süresi ≥10 yıl olan hastalarda hastaneye yatış oranı %30.4, hastalık süresi <10 yıl olan hastalarda ise hastaneye yatış oranı %18.1 saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tip 2 diyabette hastalık süresinin uzaması diyabetin komplikasyonlarına bağlı acil yatış oranlarını artırmaktadır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to investigate the relationship between disease duration and emergency hospitalization rates in type 2 diabetes.
METHODS: 197 patients (93 women, 104 men) with type 2 diabetes admitted to emergency services between February and July 2013 were evaluated retrospectively.
RESULTS: Hospitalization rate was 30.4% in patients with disease duration ≥10 years and 18.1% in patients with disease duration <10 years.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Prolongation of disease duration in type 2 diabetes increases emergency hospitalization rates due to diabetic complications.


4.
Ambliyopi Olgularının Yetişkin Dönemdeki Klinik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Assessment of Clinical Characteristics of Amblyopia During Adulthood
Feride Aylin Kantarcı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.02703  Sayfalar 211 - 216
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, yetişkin çağda karşılaşılan ambliyopi olgularının demografik ve klinik özelliklerinin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ambliyopi tanısı alan 18 yaş üstü 100 olgu çalışmaya dahil edildi. Olguların cinsiyet, yaş gibi demografik özellikleri yanında etkilenen göz, en iyi düzeltilmiş görme keskinliği, az görmenin fark edilme zamanı, tedavi başlanma yaşı ve süresi, eşlik eden refraktif kusurun tipi ve derecesi, gözlük kullanım sıklığı ve süresi, ambliyopi etiyolojisi değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların ortalama yaşı 36.62±12.46 (18–67) yıl olup %54’ü kadın idi. Yirmi yedi olgunun sağ gözü, 42 olguda sol göz etkilenirken 31 olguda iki taraflı tutulum olduğu gözlendi. Ortalama gözlük kullanım süresi 1.39±2.40 (0–10) yıl olup, 68 olgu az gördüğünü ilk defa fark ediyordu. Üç olguda çocukluk döneminde düzensiz gözlük kullanımı mevcuttu. Ambliyopi nedeninin 72 olguda anizometropi, 28 olguda ise izoametropi olduğu izlenirken olası etiyolojik nedenlerden şaşılık ve deprivasyona rastlanmadı. En sık görülen refraktif kusur 32 olguda basit hipermetropi idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ambliyopi etkilenen bireylerin sosyal yaşamını derinden etkileyen hatta ciddi psikolojik bozukluklara zemin hazırlayan bir görsel yoksunluk halidir. Etkin tedavi ancak erken tanı ile mümkündür. Bu bağlamda göz taramalarının sistematik hale getirilmesi, ambliyopiye farkındalığın artırılması ve hem bireylere hem de ailelere tedavi için gerekli motivasyonun sağlanması hayati öneme sahiptir.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to determine demographic and clinical characteristics of amblyopia in adults.
METHODS: Included were 100 patients aged over 18 years and diagnosed with amblyopia. Clinical features such as best corrected visual acuity, low vision awareness time, age at initiation of treatment, treatment duration, type and degree of comorbid refractive error, frequency and duration of eyeglass wearing, and etiology of amblyopia were evaluated with demographic features including affected eye, gender, and age of patient.
RESULTS: Mean age was 36.62±12.46 (18–67) years, and 54% of patients were female. The right eye was affected in 27 patients, the left eye in 42 patents, and bilateral involvement was observed in 31 patients. Mean duration of eyeglass wearing was 1.39±2.40 (0–10) years, and 68 cases were aware of low vision for the first time. There was irregular use of eyeglasses during childhood in 3 cases. While cause of amblyopia was anisometropia in 72 cases and isoametropia in 28 cases, strabismus or deprivation was not encountered. Common refractive error was simple hypermetropia in 32 cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Amblyopia is a state of visual deprivation that significantly affects the social lives of those who suffer from it, predisposing them to severe psychological disorders. Because efficient treatment is only possible with early diagnosis, systematic eye screenings, an increased awareness of amblyopia, and encouraging the necessary motivation of both individuals and families is crucial.

5.
Pott Hastalığının Tedavisinde Stabilizasyonun Yeri
Importance of Stabilization in Patients With Pott's Disease
Necati Tatarlı, Zeki Oral
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.94803  Sayfalar 217 - 225
GİRİŞ ve AMAÇ: Spinal tüberküloz (Pott hastalığı) olgularının klinik özelliklerinin, tanı yöntemlerinin ve cerrahi tedavi seçeneklerinin istatistiksel olarak değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Spinal tüberküloz nedeni ile 1994–1999 yılları arasında ameliyat edilmiş 21 olgunun (13 kadın [%61.9], 8 erkek [%38.1]) tüm verileri geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların tamamında ilk yakınma ağrıydı. Olguların 8’inde (%38.1) kifotik deformite tespit edildi. Beş olguda (%23.8), ameliyat öncesi dönemde BT eşliğinde iğne biyopsisi yapılarak, kronik granülomatöz iltihap tanısı konuldu. Olguların ortalama sedimentasyon hızı 74 mm/saat olarak bulundu. Pott apselerinin lokalizasyonları, olguların 4’ünde (%19) servikal, 8’inde (%38.1) torakal, 8’inde (%38.1) lomber ve 1’inde (%4.8) ise lumbosakral bölgeydi. Bütün olgularda ameliyat öncesi dönemde başlanan, dörtlü kombinasyon şeklinde, 18 ay antitüberküloz tedavi kullanıldı. Hastanede kalış süresi ortalama 20 gün idi. Olguların takip süresi 6-65 ay idi. Ortalama takip süresi 22.4 ay idi. Beş olguda (%23.8) Pott hastalığının yanında akciğer tüberkülozu saptandı. Ameliyat sırasında alınan doku örneklerinin hepsinde mikrobiyolojik ve patolojik incelemeler yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Spinal tüberkülozda nörolojik defisit, spinal instabilite ve/veya deformite, konservatif tedaviye yanıtsızlık veya biyopsi ile tanı konulamaması koşullarında cerrahi tedavi endikedir.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to statistically define clinical symptoms, diagnostic tools, and surgical treatment modalities of spinal tuberculosis (Pott’s disease).
METHODS: The cases of 21 patients, 13 women (61.9%) and 8 men (38.1%), who had undergone different surgical treatments for Pott’s disease between 1994 and 1999 were investigated retrospectively.
RESULTS: First complaint was pain in all patients. Kyphotic deformity was detected in 8 patients (38.1%). Five patients (23.8%) were diagnosed with chronic granulomatous inflammation after preoperative CT-guided needle biopsy. Mean sedimentation rate was 74 mm/h. Pott’s abscess was localized in the cervical region in 4 cases (19%), the thoracic region in 8 cases (38.1%), the lumbar region in 8 cases (38.1%), and the lumbosacral region in 1 case (4.8%). In all cases started preoperatively, quad in combination, 18 months antituberculosis therapy was used. Mean duration of hospital stay was 20 days. Follow-up ranged from 6 months to 65 months. Mean follow-up was 22.4 months. In 5 cases (23.8%), next to Pott’s disease of pulmonary tuberculosis were detected. Microbiological and pathological examinations were performed on all perioperative tissue samples.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Pott’s disease should be surgically treated in patients with neurologic deficit, spinal instabilities or deformities, and in cases that are resistant to conservative treatment or that can not be diagnosed with biopsy.

6.
Retinal Ven Tıkanıklığı Tedavisinde Kullanılan İntravitreal Deksametazon İmplantının Göz İçi Basıncına Etkisi
Impact of Intravitreal Dexamethasone Implant Used in Retinal Vein Occlusion Therapy on Intraocular Pressure
Muhammed Nurullah Bulut, Yusuf Özertürk, Güzide Akçay, Ulviye Kıvrak
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.81905  Sayfalar 226 - 230
GİRİŞ ve AMAÇ: İntravitreal olarak uygulanan 0.7 mg deksametazon implantının göz içi basıncına erken dönemdeki etkisini incelemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2013 ile Nisan 2014 tarihleri arasındaki intravitreal deksametazon implant (Ozurdex®) uyguladığımız hastalar çalışmaya alındı. Glokom, oküler hipertansiyon, açıda neovaskülarizasyonu olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Snellen eşeline göre görme keskinliği enjeksiyon öncesi ve enjeksiyon sonrası 3. ay bakıldı. Göz içi basıncı, enjeksiyon öncesi ve enjeksiyon sonrası 1. hafta, 1. ay, 2. ay ve 3. ay ölçüldü. Göz içi basıncı aplanasyon tonometrisi ile ölçüldü. Hastalara biomikroskobik muayene, makuler kalınlık ölçümü; enjeksiyon öncesi, enjeksiyon sonrası 1. ay ve enjeksiyon sonrası 3. ay bakıldı. Fundus floroscein anjiyografi ise standart olarak ikinci ayda uygulandı. Göz içi basıncı 22 ve üzerine çıkan hastalara ilaca başlandı.
BULGULAR: Çalışmada 13’ü (%41.9) kadın 18’i (%51.8) erkek olmak üzere 31 hastanın 31 gözüne uygulanan intravitreal deksametazon implantının, göz içi basıncı üzerine etkisi incelendi. Enjeksiyon öncesi ortalama göz içi basınç ortalamaları 16.9±0.33, enjeksiyon sonrası göz içi basınç ortalamaları 1. gün 18.16±0.52, 1. hafta 18.67±0.46, 1. ay 18.67±0.54, 2. ay 17.5806±0.32 ve 3. ay 17.58±0.36 olarak saptandı. Enjeksiyon öncesi görme keskinliği ortalaması Snellen eşeline göre 0.09±0.01 iken enjeksiyon sonrası 3. ay 0.26±0.02 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İntravitreal deksametazon implant uygulanan hastaların göz içi basınçları yakın takip gerektirmektedir. Hastaların %16’sında göz içi basınçlarında enjeksiyon sonrası 1. hafta ile 1. ay arasında yükselmeler görüldü, medikal tedavi ile rahatlıkla kontrol altına alınmıştır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to evaluate the impact of 0.7 mg intravitreal dexamethasone implant on intraocular pressure in early stage.
METHODS: Patients who received Ozurdex® intravitreal dexamethasone implant (Allergan Inc., Irvine, California, USA) between November 2013 and April 2014 were included. Patients with glaucoma, ocular hypertension and neovascularization were excluded. Visual acuity was measured prior to and 3 months after injection. Intraocular pressure was measured prior to injection, and 1 week, 1 month, 2 months, and 3 months after injection. Intraocular pressure was measured using applanation tonometry. Patients were evaluated with biomicroscopic examination and measurement of macular thickness prior to injection, 1 month, and 3 months after injection. Fundus fluorescein angiography was used as standard procedure in second month. Drug therapy was initiated in patients with intraocular pressure of 22 or more.
RESULTS: Impact of intravitreal dexamethasone implant on intraocular pressure of 31 eyes of 31 patients (13 women, 18 men) was analyzed. Intraocular pressure averages were 16.9±0.33 before injection, 18.16±0.52 1 day after injection, 18.67±0.46 1 week after injection, 18.67±0.54 1 month after injection, 17.5806±0.32 2 months after injection, and 17.58±0.36 3 months after injection. Visual acuity before injection was 0.09±0.01 and 0.26±0.02 3 months after injection, according to Snellen chart.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Intraocular pressure of patients with intravitreal dexamethasone implant therapy requires close follow-up. Increase in pressure was observed in 16% of patients between the first week and month, but was easily controlled.

7.
Renal Hücreli Karsinomda Endoglin Ekspresyonu ve Klinik Önemi
Expression and Clinical Value of Endoglin in Renal Cell Carcinoma
Muhsin Balaban, Mustafa Yücel Boz, Alper Kafkaslı, Rahim Horuz, Ramazan Yıldız, Şükran Sarıkaya, Selami Albayrak, Önder Cangüven
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.16779  Sayfalar 231 - 236
GİRİŞ ve AMAÇ: Endoglin ekspresyonu tümörün klinik, metastatik, histopatolojik ve prognozu ile ilişkilidir. Bu çalışmada endoglinin renal hücreli karsinomda (RHK) ekspresyonunu ve klinik önemini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2005 ile 2011 yılları arasında kliniğimizde radikal ya da parsiyel nefrektomi uygulanan 103 hastanın (27 kadın, 76 erkek) patoloji numuneleri, immünhistokimyasal olarak endoglin ile boyanarak doku mikroarray tekniğiyle değerlendirildi.
BULGULAR: Endoglin boyanma yoğunluğu ile metastaz (p=0.469), fuhrman grade (p=0.469) ve tümör evresi (p=0.063) arasında istatistiksel bir ilişki bulunamadı. Aynı şekilde endoglin ile boyanma yoğunluğu ile toplam sağkalım arasında bir ilişkiye rastlanmadı (p=0.194). Buna karşın papiller RHK’nin endoglin ile berrak hücreli RHK göre anlamlı şekilde az boyandığı görüldü (ortalama: 1.09).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalarımızda, RHK’nin klinik evre ve metastaz potansiyeli ile endoglin ekspresyonu arasında bir ilişki saptamadık. Buna karşın RHK’nin papiller alt grubunun endoglin ile az boyanmasının bu alt grubun metastatik olgularında hedefe yönelik tedavinin etkinliğini değerlendirmede etkili olabilir.
INTRODUCTION: Expression of endoglin relates to clinical, metastatic, and histopathological features of tumor, as well as to prognosis. The aim of the present study was to investigate the expression and clinical significance of endoglin in renal cell carcinoma (RCC).
METHODS: A total of 103 (27 women, 76 men) RCC samples were obtained from patients who had undergone radical or partial nephrectomy in the clinic between the years of 2005 and 2011. Samples were assessed with tissue microarray technique using immunohistochemical endoglin staining.
RESULTS: No significant correlation was observed between intensity of endoglin expression in RCC and metastasis (p=0.469), Fuhrman grade, or tumor staging (p=0.419 and p=0.063, respectively). Neither was a correlation observed between the survival and expression of endoglin (p=0.194). However, it was determined that papillary RCC expressed significantly lower endoglin intensity than clear-cell RCC (mean: 1.09).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endoglin expression did not correlate with clinical stage or metastatic potential of RCC. However, low expression of endoglin in papillary RCC may have implications regarding the efficacy of targeted therapy in metastatic cases of this histological subtype.

8.
Laringoskopi ve Trakeal Entübasyona Bağlı Hemodinamik Değişikliklerin Kontrolünde Magnezyum Sülfat ve Lidokainin Etkinliği
Effectiveness of Magnesium Sulphate and Lidocaine on Hemodynamic Responses Caused By Laryngoscopy and Endotracheal Intubation
Vildan Kılıç Yılmaz, Mehmet Yılmaz, Ali Özyurt, Sevim Canik
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.50103  Sayfalar 237 - 242
GİRİŞ ve AMAÇ: Laringoskopi ve endotrakeal entübasyona bağlı oluşan hemodinamik yanıt koroner kalp ve serebrovasküler hastalığı olanlarda, yaşamı tehdit eden ciddi komplikasyonlara neden olabilmektedir. Çalışmamızda, laringoskopi ve endotrakeal entübasyonun neden olduğu hemodinamik yanıtı baskılamada lidokain ve magnezyum sülfatın etkilerini karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, hastane etik kurulu ve hasta onaylarının alınmasından sonra, rastgele üç gruba ayrılan ASA I-II risk grubunda 120 olgu dâhil edildi. Grup M’ye 50 mg/kg magnezyum sülfat, Grup L’ye 1.5 mg/kg %2 lidokain, Grup K’e serum fizyolojik verildi.
BULGULAR: Grupların demografik verileri, goldberk entübasyon skoru ve entübasyon zamanı arasında fark saptanmadı (p>0.05). Bütün gruplarda entübasyon sonrası kalp atım hızları, sistolik, diyastolik, ortalama arter basınçlarında anlamlı artış bulundu (p<0.01). Grup M ve grup L arasındaki artış birbirine benzerdi ancak kontrol grubundan anlamlı olarak düşük saptandı (p<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak çalışmamızda anestezi indüksiyonundan önce uygulanan magnezyumun entübasyon zorluğu ve entübasyon güçlüğü üzerine etkisinin olmadığı kanaatindeyiz. Ancak 50 mg/kg magnezyumun laringoskopi ve entübasyona karşı gelişen hemodinamik yanıtı önlemede 1.5 mg/kg %2’lik lidokain kadar etkili olduğunu ve güvenle kullanılabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Hemodynamic response to laryngoscopy and endotracheal intubation may aggravate existing pathologies and even cause life-threatening complications in patients with coronary arterial disease, cerebrovascular disease, and hypertension. The aim of the present study was to compare the effects of magnesium sulphate and lidocaine on the reduction of hemodynamic responses caused by laryngoscopy and endotracheal intubation.
METHODS: Following the approval of the institutional ethics committee and after having obtained written consent, 120 patients classified as ASA 1–2 were randomly divided into 3 groups. Magnesium sulphate (50 mg/kg) was administered to group M, 2% lidocaine (1.5 mg/kg) was administered to group L, and saline was administered to group K.
RESULTS: There were no differences among groups regarding demographic data, Goldberg’s scale intubation scores, or intubation times (p>0.05). After intubation, significant increases in heart rate and systolic, diastolic, and mean arterial pressures were observed in all groups (p<0.01). Elevation of these parameters was similar in groups M and L, and was significantly lower, compared to control group (p<0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was determined that magnesium sulphate administered before induction of anesthesia has no effect on Goldberg’s scale intubation score. In addition, results show that 50 mg/kg magnesium sulphate reduces hemodynamic responses caused by endotracheal intubation and laryngoscopy as effectively as 1.5 mg/kg 2% lidocaine, and can be used safely.

9.
Akut Aşil Tendon Rüptürü Tedavisinde Perkütan ve Açık Tekniklerin Karşılaştırılması
Comparison of Percutaneous and Open Techniques in Treatment of Acute Achilles Tendon Rupture
Evren Akpınar, Hasan Hüseyin Ceylan, Gökhan Polat, Ömer Naci Ergin, Mehmet Erdil, İbrahim Tuncay
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.35467  Sayfalar 243 - 247
GİRİŞ ve AMAÇ: Aşil tendon rüptürü sık rastlanan bir yaralanma türü olmasına rağmen tedavisi halen tartışmalıdır. Çalışmamızda Aşil tendon tamirinde kullanılan perkütan ve açık cerrahi tekniklerin fonksiyonel durumunu karşılaştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda 33’ü perkütan (ortalama takip süresi 39 [16–49] ay), 57’si açık (ortalama takip süresi 44,16 [16–95] ay) teknikle tedavi edilmiş 90 hastanın sonuçları geriye dönük olarak karşılaştırıldı. Hastalar AOFAS skoru, ayakbileği eklem hareket açıklığı, dorsifleksiyon ve plantar fleksiyon gücü, işe ve spora yeniden başlama zamanları açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Her iki grubun demografik özellikleri benzer olarak değerlendirildi ve yaş, cinsiyet, ortalama takip süreleri açısından fark yoktu. Fonksiyonel değerlendirmede AOFAS skorlarında (p=0.266), plantar fleksiyonda (p=0.106), dorsifleksiyonda (p=0.104), dorsifleksiyon (p=0.531) ve plantar fleksiyon (p=0.413) güçlerinde iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Grupların komplikasyon oranlarında anlamlı fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aşil tendon rüptüründe perkütan ve açık tekniklerin fonksiyonel sonuçları başarılıdır ve perkütan tekniğin erken iyileşme ve işe dönme açısından üstünlüğü gösterilememiştir.
INTRODUCTION: Acute Achilles tendon rupture is a common injury for which recommended treatment is still controversial. The aim of the present study was to compare functional results of percutaneous and open surgical techniques of Achilles tendon repair.
METHODS: Ninety patients (33 percutaneous repairs with a mean follow-up of 39 [16–49] months, and 57 open repairs with a mean follow-up of 44.16 [16–95] months) were included in this retrospective, comparative study. Patients were evaluated for American Orthopaedic Foot and Ankle Society (AOFAS) scores, ankle range of motion (ROM), dorsiflexion and plantar flexion strength, and time of return to work and sports at last follow-up.
RESULTS: Both groups had similar demographic characteristics, and there were no differences in terms of age, gender, and mean follow-up. In functional assessment, there were no statistical differences in AOFAS scores (p=0.266), plantar flexion (p=0.106), dorsiflexion (p=0.104), plantar flexion (p=0.413), and dorsiflexion strength (p=0.531) between the 2 groups. Regarding complications, there were no statistical differences between the groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Percutaneous and open Achilles repair can be performed with successful functional rates, and percutaneous technique did not show any superiority in terms of early recovery and return to work.

OLGU SUNUMU
10.
Oral Terbütalin Sülfat Sonrası Miyoklonus Gözlenen 45 Günlük Olgu
Forty-Five-Day-Old Girl With Myoclonus After Oral Terbutaline Sulfate Treatment
Emel Ataş Berksoy, Ünsal Yılmaz, Tanju Çelik, Nagehan Katipoğlu, Recep Kahramener, Özlem Bekem Soylu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.93798  Sayfalar 248 - 250
β2-reseptörler agonistleri kullanımına bağlı, tremor gibi hareket bozuklukları görülmektedir. Miyoklonus terbutalin sülfat kullanan çocuk ve yetişkin hastalarda daha önce bildirilmemiştir. Bu olgu sunumunda, oral terbutalin sülfat kullanımı sonrası miyoklonus gözlenen 45 günlük bir kız hasta sunulmuştur. Miyoklonusa yol açan diğer nedenler öykü, fizik muayene, kan incelemeleri, elektroensefalografi ve beyin manyetik rezonans görüntülemesi ile dışladıktan sonra ve üç aylık izlem boyunca tekrarlamaması nedeniyle miyoklonusun terbutalin sülfat kullanımına bağlı bir yan etki olduğu düşünülmüştür. Miyoklonus, çocuklarda terbutalin sülfatın bir yan etkisi olarak ortaya çıkabilir.
Movement disorders such as tremor are known side effects of β2-receptor agonists. However, myoclonus has not previously been reported in patients who received terbutaline sulfate. The case of a 45-day-old girl who experienced myoclonic movements following oral terbutaline sulfate use is presented. Following exclusion of other causes of myoclonus based on clinical findings, laboratory investigations, brain magnetic resonance imaging, and electroencephalography, and in the absence of similar symptoms during a 3-month follow-up period without medication, it is concluded that myoclonus developed as a result of terbutaline sulfate use. Myoclonus may be a side effect of terbutaline sulfate in children.

11.
Trakeostomi Sonrasında Total Trakeal Obstrüksiyon Gelişen Olguda Bronkoskopik Tedavi
Bronchoscopic Treatment in Total Tracheal Obstruction after Tracheostomy
Elçin Ersöz, Levent Alpay, Hakan Kıral, Talha Doğruyol, Volkan Baysungur, İrfan Yalçınkaya
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.21033  Sayfalar 251 - 254
Trakeostomi sonrası oluşan trakeal web çok nadir, fakat ciddi bir sorundur. Bu olgularda semptomlar, darlığın derecesine bağlı olarak ilk birkaç ayda başlar ve lezyonun hızlı progresyonu ile birlikte ilerler. Bu yazıda, trakeostomi sonrası nadiren görülen bir trakeal web olgusu sunuldu.
Tracheal web following tracheostomy is a rare but serious complication. Symptoms, which depend on degree of stenosis, may begin a few months after procedure and increase with rapid progression of stenosis. The case of a tracheal web following tracheostomy is described.

12.
Meme Kanseri Tanılı Olguda Endobronşiyal Granülomatöz Lezyon Ayırıcı Tanısı
Differential Diagnosis of Endobronchial Granulomatous Lesion in Patient with Breast Cancer
Sinem İliaz, Raim İliaz, Orhan Arseven
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.89266  Sayfalar 255 - 258
Türkiye’de tüberküloz yaygın olarak görülmekte olduğundan granülomatöz hastalıkların ayırıcı tanısında mutlaka yer almalıdır. Tüberküloz etkenini göstermek her zaman mümkün olmadığından tüberküloz ile diğer granülomatöz hastalıkların, özellikle de sarkoidozun ve granülomatöz reaksiyon gösteren malignitelerin ayrımında güçlükler yaşanmaktadır. Burada bu konuya örnek olabilecek primer meme kanseri tanısı olan bir endobronşiyal granülomatöz iltihap olgusu sunuldu. Meme kanseri tanısı olan hastanın toraks görüntülemesinde sol hiler kitle ve mediastinal lenfadenopatiler görüldü. Bu lezyonlar PET-CT’de yüksek tutulum göstermekteydi. Yapılan biyopsiler sonucu granülomatöz iltihap olarak bulunan hastada malignite ekarte edilmiş, ancak tüberküloz ekarte edilememiştir. Bu nedenle immünsupresif tedavi alması da beklenen hastaya antitüberküloz tedavi başlanmıştır.
Tuberculosis is common in Turkey and must be considered in differential diagnosis of granulomatous diseases. Granulomatous diseases such as sarcoidosis and malignancy are difficult to distinguish from granulomatous reaction of tuberculosis, as it is not always possible to visualize tuberculosis. The aim of the present report was to illustrate this issue in a case of primary breast cancer with endobronchial granulomatous inflammation. Left hilar mass and mediastinal lymphadenopathy were present and showed high uptake in positron-emission tomography and computed tomography (PET–CT). After obtaining biopsies, granulomatous inflammation was diagnosed and malignancy excluded. Nevertheless, tuberculosis could not be excluded. Because the patient was possibly going to receive immunosuppressive treatment, she was placed on antituberculous treatment.

13.
Servikal Vertebranın Difüz İdiyopatik İskelet Hiperostozu: Olgu Sunumu
Diffuse Idiopathic Skeletal Hyperostosis of the Cervical Spine: A Case Report
Luay Şerifoğlu, Mustafa Kaya, Yusuf Emrah Gergin, Alp Karaaslan, Nail Demirel
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.91259  Sayfalar 259 - 262
Anterior servikal kemik çıkıntıların en sık iki nedeni diffüz idiopatik iskelet hiperostosis (DISH) ve ankilozan spondilit’tir (AS). Bu osteofitler ciddi komplikasyonlar ile ilişkili olmuştur. Bu olgu sunumunun amacı, yaygın anterior servikal osteofitlerin nedeni ile oluşan yaşamı tehdit eden disfaji ve yaşlı hastalarda akciğer aspirasyonu için düşük potansiyel nedeni oluşturması vurgulanmıştır.
The 2 most common causes of anterior cervical bony outgrowths are diffuse idiopathic skeletal hyperostosis (DISH) and ankylosing spondylitis (AS). These osteophytes have been associated with serious complications. The aim of the present report was to highlight how commonly occurring anterior cervical osteophytes may become an uncommon cause of life-threatening dysphagia and potential lung aspiration in elderly patients..

14.
Erken Tanı ve Etkin Tedavi ile Düzelen Kötü Prognoz Kriterlerine Sahip Katastrofik Antifosfolipid Sendromu Olgusu
A Case of Antiphospholipid Syndrome with Poor Prognosis: Improvement with Early Diagnosis and Effective Treatment
Savaş Volkan Kişioğlu, Mehmet Engin Tezcan, Abdullah Özkök, Erman Özdemir, Sinan Kazan, Seydahmet Akın, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.92408  Sayfalar 263 - 266
Kırk yaşında erkek hasta, nefes darlığı ve göğüs ağrısı nedeni ile hastaneye başvurması sonrası, kliniğine göre planlanan incelemelerde, ventilasyon perfüzyon sintigrafisi ile yüksek riskle pulmoner emboli, portal sistemde, çekilen MR anjiyografi ile tromboz, aktif böbrek tutulumu, pansitopeni ve hemolitik anemi saptandı. Laboratuvar testlerinde lupus antikoagulanı, antinükleer antikor, anti-Ds DNA pozitif saptandı. Hastada diğer muhtemel nedenlerin ekartasyonu sonrası, bağ dokusu hastalığı ve olası katastrofik antifosfolipid sendromu (KAFS) tanısı kondu. Hastada KAFS için yüksek risk faktörleri mevcuttu. Tanı sonrası, toplam 6 gram pulse steroid, intravenöz immünoglobulin, plazma değişimi ve antikoagülasyon uygulandı. Agresif tedavi ile hastanın kan tablosu ve böbrek fonksiyonları düzeldi. Hastaya idame tedavi olarak, parenteral siklofosfamid, antikoagülasyon ve oral steroid tedavisi başlandı.
A 40-year-old male patient was admitted with shortness of breath and chest pain. Ventilation/perfusion scan showed high risk for pulmonary embolism, and portal thrombosis was observed with portal magnetic resonance (MR) angiography. Active renal involvement, pancytopenia, and hemolytic anemia were also observed. Laboratory tests for lupus anticoagulant, antinuclear antibody, and anti–double-stranded DNA were positive. After other possible diagnoses were excluded, connective tissue disease and possible catastrophic antiphospholipid syndrome (CAFS) were diagnosed. The patient had all high-risk factors of CAFS. After diagnosis, a total of 6 grams of pulsatile steroids, intravenous immunoglobulin, plasma exchange, and anticoagulation was administered. Blood and kidney function improved with aggressive treatment. Parenteral cyclophosphamide, oral steroid therapy, and anticoagulation was initiated as maintenance therapy.

15.
Gebeliğe Bağlı Akut Renal Yetmezlik: Olgu Sunumu
Pregnancy-Related Acute Renal Failure: A Case Report
Burcu Artunc, Ozer Birge, Kemal Sarsmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.48569  Sayfalar 267 - 268
Gebeliğe bağlı gelişen akut renal yetmezlik, nadir ancak karmaşık bir durumdur. Gebeliğe bağlı komplikasyonlar sonrası geliştiğinden iyi antenatal ve postnatal bakım ile önemli derecede önlenebilinir. Bu yazıda, plasenta inkreata nedeni ile vajinal kanama ile gelen akut renal yetmezlikli bir olgu, ilişkili literatür eşliğinde sunulmaktadır.
Pregnancy-related acute renal failure (PRARF) is a rare, preventable complication that occurs secondary to complications of pregnancy. The case of a pregnant woman who presented with vaginal bleeding and was found to have pregnancy-related acute renal failure is described in the present report.

16.
Göğüs Duvarının Dev Lipomu: Olgu Sunumu
Chest Wall Giant Lipoma: A Case Report
Erkan Akar
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.03360  Sayfalar 269 - 271
Göğüs duvarı tümörleri deriden, kaslardan, yağ dokusundan, sinir ve damarlardan, kemik ve kıkırdak dokudan köken alabilir. Göğüs duvarının primer malign tümörleri nadirdir. Birlikte ele alındığı zaman yumuşak doku, primer toraks duvarı tümörlerinin majör kaynağı olmaktadır. Burada, toraks duvarında dev lipom tanısı alan bir olgu sunulmaktadır. Lipomlar için genellikle tanısal değeri olan sonuçlar veren ultrasonografi ve bilgisayarlı toraks tomografi incelemelerinde malignite ihtimali ekarte edilememiştir. Olguya tanı ve tedavi amaçlı cerrahi girişim uygulanmış ve kesin tanı ancak histopatolojik inceleme sonucunda konabilmiştir. En sık görülen benign yumuşak doku lezyonlarından olan lipomlar klinik ve radyolojik bulguları ile malign kitleleri taklit edebilirler.
Chest wall tumors may originate from skin, muscles, fatty tissue, nerves and blood vessels, bone, and cartilage tissue. Primary tumors of the chest wall are rare. When taken together, soft tissue is the major source of primary tumors of the chest wall. A diagnosis of chest wall giant lipoma is described in the present report. The possibility of malignancy could not be ruled out in ultrasonography and computed tomography, which usually provide diagnostic value for lipomas. The patient underwent diagnostic and therapeutic surgery, but definitive diagnosis could performed as a result of histopathological examination. Lipomas, the most common benign soft-tissue lesions, may mimic malignant masses in clinical and radiological findings.

17.
Farklı Bulguları Olan Spina Bifida ve Renal Anomalili İki Olgu Sunumu
Two Cases of Spina Bifida and Renal Anomaly with Differing Findings
Hatip Aydın, M. Arzu Yoldaş, Erkan Yeşiller, Bilge Geçkinli, Ali Karaman, Esra Tuğ, Meral Yirmibeş Karaoğuz, Halil İbrahim Atasoy
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.52385  Sayfalar 272 - 276
Nöral tüp defekti embriyonel gelişimin 4 ve 6. haftalar arasında tamamlanması gereken nöral tüpün kapanma bozukluklarından kaynaklanır. Nöral tüp defektinde en sık etkilenme kranial kısım (anensefali) ve alt vertebra seviyesinde (açık spina bifida, meningomyelosel) görülür. Spina bifida ve renal anomalili dokuz ve 12 yaşınlarında iki erkek olgu değerlendirildi. İlk olguda spina bifida, hidrosefali, pleji, tek taraflı böbrek agenezisi, ikinci olguda spina bifida, hidrosefali, pleji, polidaktili, anal atrezi, böbrek hipoplazisi mevcuttu. Aynı tanıya sahip olmalarına rağmen iki olgunun bulguları birbirlerinden oldukça farklıydı.
Neural tube defects arise from failure of embryonic development in 4th–6th weeks. Defects of the cranial region (anencephaly) and lower spine (open spina bifida, myelomeningocele) are the most common neural tube defects. The cases of two male patients aged 9 and 12 years with spina bifida and renal anomaly are described. The first patient presented with unilateral renal agenesis, spina bifida, hydrocephalus, and plegia. The second presented with spina bifida, hydrocephalus, plegia, polydactyly, anal atresia, and unilateral renal hypoplasia. Though both patients had the same neural tube defect, findings differed.

18.
Odinofajinin Nadir Bir Nedeni: Dil Tüberkülozu
An Infrequent Cause of Odynophagia: Lingual Tuberculosis
Sinem İliaz, Raim İliaz, Zeki Kılıçaslan
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.02779  Sayfalar 277 - 280
Tüberküloz ülkemizde sık görülen bir halk sağlığı sorunudur. En sık akciğer tüberkülozu görülmektedir. Bununla birlikte ekstrapulmoner tüberküloz olgularının çok küçük bir kısmını da dil tüberkülozu oluşturmaktadır. Akciğer dışı tüberkülozun çok nadir bir tutulumu olan dil tüberkülozu tüm tüberküloz olguları içinde %0.14–0.2’lik bir kısmı oluşturmaktadır. Dil tüberkülozu orofaringeal disfaji, odinofaji, ağızda ağrılı kronik ülserler, yeme bozukluğu, kilo kaybına sebep olabilir. Ülkemiz şartlarında ağız içinde görülen lezyonlarda, odinofajinin nedenleri arasında tüberküloz da akla gelmelidir. Ancak tanıda altın standart doku biyopsisi ile granülomların ve mikroorganizmanın gösterilmesidir. Bu yazıda disfaji, odinofaji ve kilo kaybı yakınmasıyla başvuran yayma pozitif dil tutulumlu miliyer tüberküloz olgusu sunuldu.
Tuberculosis is a common public health problem in Turkey, the most common form of which is pulmonary tuberculosis. Lingual tuberculosis represents a very small percentage of cases of extrapulmonary tuberculosis, and represents 0.14–0.2% of all tuberculosis cases. It can cause oropharyngeal dysphagia, odynophagia, painful chronic oral ulcers, eating disorders, and weight loss. In Turkey, tuberculosis must be considered as a cause of oral lesions and odynophagia. However, the gold standards for diagnosis are granulomas and microorganisms on tissue biopsy. Described in the present report is a smear-positive case of miliary tuberculosis with lingual involvement that presented with dysphagia, odynophagia, and weight loss.

LookUs & Online Makale