E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama




SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 26 (2)
Cilt: 26  Sayı: 2 - 2015
1.
Kapak ve Künye
Cover
Keah 2015–2
Sayfa I

ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Erken Membran Rüptüründe Maternal Plazma VEGF Düzeyinin Araştırılması
Investigation of Maternal Plasma VEGF Levels in Early Membrane Rupture
Şükran Küçükgül, Zehra Sema Özkan, Necip İlhan, Ekrem Sapmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.43255  Sayfalar 97 - 101
GİRİŞ ve AMAÇ: Fetal membranlar ve desiduada varlığı gösterilmiş olan potent bir anjiyogenik faktör olan vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF), plasental perfüzyon ve amniyotik membranların permeabilitesini düzenler. Çalışmamızda erken membran rüptüründe (EMR) maternal VEGF düzeylerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu ileriye yönelik, randomize, kesitsel çalışmaya 44 EMR’li gebe dahil edildi. Gebelerin 21’i term, 23’ü preterm idi. Prepartum maternal plazma örneklerinde ELISA yöntemi ile VEGF düzeyi çalışıldı. Sürekli değişkenlerin değerlendiriminde Mann-Whitney U testi, korelasyon analizi için Spearman korelasyon testi uygulandı.
BULGULAR: Gebelerin ortalama yaş, beden kitle indeksi, gravida, parite, gebelik haftası ve yenidoğan kilosu sırasıyla 26.7±4.8 yıl, 27.5±3.5 kg/m2, 2±1.3 adet, 0.7±0.9 adet, 35.2±4.1 hafta ve 2677±802 gr idi. En uzun EMR-doğum intervali 12 gündü. Ortalama maternal VEGF düzeyi 122±18.6 pg/mL idi. Term ile preterm gebelerin plazma VEGF düzeylerinde anlamlı bir fark yoktu. VEGF düzeyleri, beyaz küre sayısı ve apgar skoru ile pozitif korelasyon gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Maternal plazma VEGF düzeyleri ile beyaz küre sayısı ve apgar skoru arasındaki pozitif korelasyonun EMR patogenezine olası etkisini aydınlatmak için yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Vascular endothelial growth factor (VEGF) is a potent angiogenic factor which regulates placental perfusion and amniotic membrane permeability. In this study, we aimed to investigate the relationship between early membrane rupture (EMR) and maternal plasma levels of VEGF.
METHODS: This prospective randomized cross-sectional study was conducted with 44 pregnant women with EMR. Twenty-three of the pregnancies were preterm and the remaining 21 were term. Prepartum maternal plasma VEGF levels were evaluated with ELISA. The Mann-Whitney U test was used for analysis of continuous variables and the Spearman correlation test for relational analysis.
RESULTS: The means of the women included in the study were age, 26.7±4.8 years; body mass index (BMI), 27.5±3.5 kg/m2; gravida, 2±1.3; parity, 0.7±0.9; gestational week, 35.2±4.1 weeks; and birth weight, 2677±802 gr. The longest EMR-delivery interval was 12 days. Mean maternal plasma VEGF level was 122±18.6 pg/mL. There was no significant difference between VEGF levels for term and preterm pregnancies. VEGF levels showed positive correlation with white blood cell count and Apgar score.
DISCUSSION AND CONCLUSION: New studies are needed to investigate the positive correlation between maternal plasma VEGF levels, white blood cell count, Apgar score, and their effects on EMR pathogenesis.

3.
Tek Taraflı Spinal Anestezi Uygulanan Tek Taraflı İnguinal Hernilerde Levobupivakain Fentanil ve Bupivakain Fentanil Kombinasyonlarının Etkilerinin Karşılaştırılması
Comparison of Effects of Fentanyl Combinations With Levobupivacaine and Bupivacaine in Single-Sided Inguinal Hernia Applied Unilateral Spinal Anaesthesia
Oğuzhan Kılavuz, Tamer Kuzucuoğlu, Feriha Temizel
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.03764  Sayfalar 102 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemiblok spinal anestezi altında tek taraflı inguinal herni ameliyatı geçirecek 25–70 yaş arası erişkin olgulara %0.5 levobupivakaine ilave fentanil (toplam: 2.2 ml) ve %0.5 bupivakaine ilave fentanil (toplam: 2.2 ml) kombinasyonunun hemodinami, tek taraflı motor ve duyusal blok süresi ve blok seviyeleri cerrahi anestezi kalitesi ve oluşan yan etkileri karşılaştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ASAI-II grubundaki 40 hasta rastgele levobupivakain (Grup L), bupivakain (Grup B) olarak iki gruba ayrıldı. Grup L’ye 10 mg %0.5 levobupivakain + 10 mcg fentanil (toplam 2.2 ml), Grup B’ye 10 mg %0.5 bupivakain + 10 mcg (toplam 2.2 ml) fentanil intratekal lateral pozisyonda L3-L4 aralığından verildi. Duyusal blok “pin-prick” (iğne batırma) testi, motor blok “Bromage skalası” ile değerlendirildi. İnjeksiyondan sonra operasyon tarafı motor ve duyusal blok başlama zamanı, üst seviyesi ve üst seviyeye ulaşma zamanı ve iki segment gerileme zamanı, T10 dermatomuna ulaşma zamanı, 1., 5., 10., 15., 20., 30., 40., 60. dakikalarda hemodinamik parametreler, ilk analjezik gereksinim zamanı (İAGZ), anestezi kalitesi, yan etkileri kaydedildi.
BULGULAR: Duyusal bloğun T10 ulaşma süresi, duyusal ve motor blok iki segment gerileme süresi, motor blok ortadan kalkma süresi bakımından gruplar arasında fark vardı (p<0.05). Ameliyat sonrası dönemde İAGZ karşılaştırmasında Grup B’de daha uzun bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnguinal herni operasyonlarında tek taraflı spinal anestezi ile izobarik bupivakain/fentanil ve levobupivakain/fentanil’in hemodinamik etkileri benzer bulunmasına rağmen, motor ve duyusal blok süreleri levobupivakain/fentanil grubunda anlamlı olarak daha kısa bulundu. Bu nedenle cerrahi planlanırken bu durum göz önünde bulundurulmalı ve alternatif bir seçenek olarak levobupivakain düşünülmelidir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare fentanyl (2.2 ml) and levobupivacaine 0.5% combination with fentanyl (2.2 ml) and bupivacaine 0.5% combination with respect to hemodynamics, durations, levels of unilateral motor and sensory block, surgical anaesthesia quality, and associated side effects in adult cases (range: 25–70 years) undergoing single-sided inguinal hernia repair under hemiblock spinal anaesthesia.
METHODS: Fourty patients from ASAI-II groups were randomly divided into 2 groups as levobupivacaine (Group L) and bupivacaine (Group B) groups. Group L and Group B were administered 10 mg levobupivacaine 0.5% + 10 mcg fentanyl (2.2 ml) and 10 mg bupivacaine 0.5% + 10 mcg fentanyl (2.2 ml), respectively, through L3–L4 interspace in the intrathecal lateral position. Levels of sensory and motor blocks were evaluated by pinprick test and Bromage scale, respectively. Following injection, operation site motor and sensory block onset time, upper levels, times to uper levels of upper motor and sensory block levels, time to 2-segment regression of sensory block, onset time of sensory block to T10 dermatome, first analgesic requirement time, anaesthesia quality hemodynamic parameters at the 1st, 5th, 10th, 15th, 20th, 30th, 40th, and 60th minutes, and associated side effects were recorded.
RESULTS: Differences were found between the groups with respect to onset time of sensory block to T10 dermatome, time to 2-segment regression of sensory and motor block, and recovery time from motor block (p<0.05). Postoperative first analgesic requirement time was greater in Group B (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The hemodynamic effects of bupivacaine/fentanyl and levobupivacaine/fentanyl were found similar,but motor and sensorial block durations were found significantly shorter in levobupivacaine group. As a consequence, this should be taken into consideration in surgery planning and should be considered the usage of levobupivacaine as an alternative.

4.
Pattern VEP (Desen Görsel Uyarılmış Potansiyel) Normal Değerlerimiz
Pattern VEP (Visually Evoked Potentials) Normal Values
Muhammed Nurullah Bulut, Ayşe Yeşim Oral, Kezban Bulut
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.82957  Sayfalar 109 - 114
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimiz elektrofizyoloji laboratuvarında uygulanan desen görsel uyarılmış yanıt (pattern VEP) testi normal değerlerinin bulunması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlıklı ve görme keskinliği tam olan, 70 normal hastanın 140 gözüne desen görsel uyarılmış yanıt testi uygulandı. Sonuçlar üç yaş grubu halinde (8–19; 20–39; 40 ve üzeri yaş) değerlendirildi. Pattern VEP (PVEP) testi ile değişik düzeylerdeki görme keskinliğini objektif olarak saptamak için iki farklı büyüklükteki desenle kayıt alındı. Her iki desen için N75 ve P100 dalgalarının latans ve amplitüd değerleri kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmamızda PVEP 1° desenindeki N75 dalgasının ortalama latans değeri 8–19 yaş aralığı için 71.25±5.24 ms, 20–39 yaş aralığı için 69.56±4.18 ms, 40 ve üzeri yaş grubu için 71.74±5.42 ms idi. 1°’lik desenle elde edilen P100 dalgasının ortalama latans değeri 8–19 yaş için 104.86±4.04 ms, 20–39 yaş için 100.5±3.52 ms, 40 ve üzeri yaş için 105.32±7.14 ms idi. 1°’lik desenle elde edilen N75-P100 dalgasının ortalama amplitüd değeri 8-19 yaş için 20.5±7.42 µV, 20–39 yaş için 11.27±3.52 µV, 40 ve üzeri yaş için 10.08±4.12 µV olarak ölçüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kliniğimiz elektrofizyoloji laboratuvarında uygulanan PVEP testi normal değerleri kendi özgün ortamında belirlenmiştir. Sonuçlar üç farklı yaş grubu için değerlendirilmiş, latans ve amplitüd değerleri cinsiyet ve ölçüm yapılan göz değişkenlerinin teste olan etkisi belirlenerek çalışma tamamlanmıştır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to find normal values of pattern visually evoked potentials (VEP) in the electrophysiology laboratory of our clinic.
METHODS: Visually evoked response test was performed in 140 eyes of 70 healthy subjects with full visual acuity. Results were evaluated in 3 age groups (8–19, 20–39, 40 and above). Pattern VEP test was used to record 2 different-sized patterns in order to identify different levels of visual acuity. Latency and amplitude values were recorded of N75 and P100 waves for both patterns.
RESULTS: In our study, average latency value of N75 wave in PVEP 1º pattern was 71.25±5.24 ms for the 8–19 group, 69.56±4.18 ms for the 20–39 group, and 71.74±5.42 ms for the 40 and above group. Average latency value of P100 wave with 1º pattern was 104.86±4.04 ms for the 8–19 group, 100.5±3.52 ms for the 20–39 group, and 105.32±7.14 ms for the 40 and above group. Average amplitude value of N75-P100 wave with 1º pattern was 20.5±7.42 µV for the 8–19 group, 11.27±3.52 µV for the 20–39 group, and 10.08±4.12 µV for the 40 and above group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We identified normal values of PVEP test in the electrophysiology laboratory of our clinic. Results were analyzed for the 3 different age groups, and the study was completed by identifying the effects of latency, amplitude, gender, and analyzed eye to the study.

5.
Gebelikle İlişkili Plazma Protein-A Değerinin Preeklampsi Öngörüsündeki Önemi
The Importance of Pregnancy-associated Plasma Protein-A Level for the Prediction of Preeclampsia
Meriç Çağrı Ağır, Cihan İnan, Erdem Başkent, Erhan Karaalp, Halenur Bozdağ
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.23600  Sayfalar 115 - 121
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebelikte gebelikle ilişkili plazma protein-A (PAPP-A) düzeyinin preeklampsi öngörüsünde kullanılabilirliğini belirlemek bu çalışmanın temel amacıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Preeklampsi gelişen 53 gebe ve normotansif olan 50 gebenin birinci trimestr maternal serum PAPP-A MoM düzeyleri belirlendi. PAPP-A için kestirim değeri belirlenerek PAPP-A ve preeklampsi insidansı arasındaki ilişki ortaya konulmaya çalışıldı.
BULGULAR: Preeklampsi gelişen grupta PAPP-A değerinin anlamlı bir şekilde daha düşük olduğu görüldü (0.76 MoM, p<0.01). PAPP-A düzeyi azaldığında preeklampsi insidansının arttığı tespit edildi. Geriye doğru eleme analizi ve ROC eğri prosedürleri kullanılarak PAPP-A için kestirim değeri <0.86 olarak bulundu (p<0.05, ROC eğrisi altında kalan alan %66, duyarlılık %68, özgüllük 60%, GA 95° 0.56–0.77).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük PAPP-A seviyesi preeklampsi gelişiminin yararlı bir habercisi olarak değerlendirilebilir. Düşük PAPP-A değerli bu hastalar daha yakından takip edilebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to identfy the predictive value of maternal pregnancy-associated plasma protein-A (PAPP-A) levels as a predictor of risk of preeclampsia.
METHODS: Maternal serum PAPP-A levels in the first trimester from 53 singleton pregnancies developed preeclampsia, and 53 normotensive singleton pregnancies were identified. The association between PAPP-A levels and the incidence of preeclampsia was investigated by determining a cut-off value.
RESULTS: The PAPP-A multiple of the median (MoM) level in the preeclampsia group was significantly decreased (MoM=0.76, p<0.01). As PAPP-A levels decreased, an increase in the incidence of preeclampsia was observed. After performing a backward stepwise regression equation and an ROC curve procedure, a cut-off PAPP-A MoM value <0.86 was able to predict preeclampsia (p<0.05, area under the ROC curve 66%, sensitivity 68%, specificity 60%, 95° CI 0.56–0.77).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Low levels of serum PAPP-A (MoM=0.86) may be a useful predictor of preeclampsia. Patients with low PAPP-A levels should be closely monitored.

6.
Sepsisli Hastalarda Sistatin-C, Pro-BNP, Prokalsitonin ve CRP Düzeyinin Mortalite Üzerine Etkisi
The Effect of Cystatin-C, Pro-BNP, Procalcitonin, and CRP Levels on Mortality in Patients with Sepsis
Öykü Aksoy Arslan, Burak Arslan, Güzin Öztürk, Tufan Tükek
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.76588  Sayfalar 122 - 126
GİRİŞ ve AMAÇ: Sepsisli hastaları incelediğimiz bu çalışmada sistatin-C, pro-BNP, prokalsitonin ve C-reaktif proteinin (CRP) multiorgan yetersizliğine gidişi göstermede ve mortaliteyi öngörmede yararlı olup olmadığını araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sepsis nedeniyle tedavi edilen 54 hasta (26 erkek, 28 kadın, ortalama yaş 65.6±18.2) çalışmaya alındı. Kronik böbrek yetersizliği, hipotiroidi veya hipertiroidisi, diyabet öyküsü ve bilinen kalp yetersizliği olan hastalar çalışmaya alınmadı. Hastaların rutin biyokimyasal incelemelerinin yanında sistatin-C, pro-BNP, prokalsitonin ve CRP düzeyleri ölçüldü. Hastalar sepsis etiyolojilerine (ürosepsis, pnömoni, febril nötropeni, kolanjit ve diğer) ve tedavi sürecinin nasıl sonuçlandığına (mortalite ya da şifa) göre gruplara ayrılarak karşılaştırıldı. Niceliksel verilerin karşılaştırılmasında Kruskal-Wallis testi, kategorik verilerin karşılaştırılmasında ise ki-kare ya da Fisher kesin testi kullanıldı. İstatistiksel olarak p<0.05 değeri anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Hastalar sepsis etiyolojilerine göre karşılaştırıldığında gruplar arasında yaş, CRP, sistatin-C, pro-BNP, kreatinin, hemoglobin, trombosit düzeyi ve mortalite oranı açısından fark olmadığı; prokalsitonin düzeyi ve lökosit sayısı açısından febril nötropeni grubu ile diğer gruplar arasında anlamlı farklılık olduğu gözlendi. Her iki grup karşılaştırıldığında pro-BNP düzeyinin mortalite ile seyreden grupta daha yüksek olduğu saptandı (p=0.002).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sepsis veya septik şok tablosundaki hastalarda sistatin-C ve pro-BNP düzeylerinde artış saptanmaktadır. Bu hastalarda pro-BNP bir mortalite göstergesi olarak kullanılabilir, sistatin-C mortaliteyi öngörmede fayda sağlamamaktadır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate whether sepsis, cystatin-C, pro-BNP, procalcitonin, and CRP in patients are useful predictors of multiorgan failure and mortality.
METHODS: A total of 54 patients (26 men, 28 women, mean age 65.6±18.2) treated for sepsis were included in the study. Patients with chronic renal failure, hypothyroidism, hyperthyroidism, history of diabetes, or heart failure were excluded from the study. Cystatin-C, pro-BNP, procalcitonin, and CRP levels were measured in addition to routine biochemical examinations. Patients who were divided into groups according to the etiology of sepsis (including urosepsis, pneumonia, febrile neutropenia, cholangitis) and outcome of the treatment process (mortality and recovery) were compared. The Kruskal-Wallis test was used to compare quantitative data and chi-square or Fisher’s exact test were used for comparison of categorical data. A p value <0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: There was no statistically significant difference in patients’ age, CRP, cystatin-C, pro-BNP, creatinine, hemoglobin, platelet count, and mortality rate between the groups according to the etiology of sepsis. However, there was a significant difference in procalcitonin level and leukocyte count between the febrile neutropenia group and other groups. The pro-BNP levels were significantly higher in the mortality group when both groups were compared (p=0.002).
DISCUSSION AND CONCLUSION: An increase of cystatin-C and pro-BNP levels is detected in patients with sepsis or septic shock.The cystatin-C is not useful for predicting mortality whereas pro-BNP is useful as an indicator of mortality in these patients.

7.
Yoğun Bakım Ünitesindeki Dahili ve Cerrahi Hastalarda APACHE II’nin Mortalite Öngörmedeki Katkısı
Contribution of APACHE II to Predict the Mortality of Medical and Surgical Patients in Intensive Care Units
Elif Atar Gaygusuz, Sema Öncül, Mehmet Yılmaz, Osman Esen, Canan Balcı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.06025  Sayfalar 127 - 131
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda yoğun bakım ünitesi yatak sayıları artmış olsada artan hizmet kalitesi ve gelişen sağlık hizmetleri nedeniyle yatak ihtiyacı da her geçen gün artmaktadır. Bu nedenle hasta sirkülasyonu için yoğun bakım yataklarının efektif kullanımı oldukça önemlidir. Bu çalışmada sık kullanılan bir sistem olan APACHE II’nin farklı hasta gruplarında mekanik ventilasyon gereksinimi ve mortaliteyi öngörmeye katkısını geriye dönük olarak değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 01.08.2011–01.11.2012 tarihleri arasında yoğun bakım ünitesine yatan hastalar dahili ve cerrahi olarak ikiye ayrılarak geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Gruplar arasında yaş (p<0.05) ve APACHE II Skoru bakımından anlamlı düzeyde bir farklılık görüldü (p<0.05), cinsiyet ve beklenen mortalite bakımından ise anlamlı düzeyde bir fark gözlenmedi. Mekanik ventilasyon süresi, yoğun bakım yatış süresi ve yoğun bakım mortalitesi (p<0.05) bakımından gruplar arsında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark gözlendi. Yine gruplar arası santral katater, arter kateterizasyonu ve kan transfüzyonu bakımından anlamlı düzeyde bir farklılık gözlenmedi. Hemodiyaliz (p<0.05), trakeostomi (p<0.05) ve perkütan endoskopik gastrostomi (p<0.05) bakımından ise gruplar arasında anlamlı düzeyde fark gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yoğun bakım hastaları için yapılan APACHE II’ye bağlı beklenen mortalite klinik mortaliteyi göstermede %100 başarılı olmasa da ek skorlama sistemleri ile yoğun bakım hasta yatışlarını planlamada, yatış süresini öngörmede ve yatakların efektif kullanımında klinisyenlere yardımcı olmaktadır.
INTRODUCTION: In recent years, the need for hospital beds has been continuously increasing due to the requirements of the growing healthcare sector and rising service quality; as such, the need for intensive care unit beds is also increasing. Consequently, it is important to evaluate the use of intensive care unit beds so as to maximize efficacy in the circulation of patients. In this study, we aimed to retrospectively evaluate the frequently-used APACHE II system in the prediction of mechanic ventilation needs and mortality in different patient groups.
METHODS: In this study, patients who were cared for in our intensive care unit between 01 August 2011 and 01 November 2012 were classified into 2 groups (medical and surgical) and retrospectively evaluated.
RESULTS: Between the 2 groups, a statistically significant difference was found according to age (p<0.05), Apache II Score (p<0.05), mechanical ventilation time, length of stay in intensive care, and mortality. Additionally, a statistically significant difference according to hemodialysis (p<0.05), tracheostomy (p<0.05) and percutaneous endoscopic gastrostomy (p<0.05) was found. However, a statistically significant difference according to gender and expected mortality was not found. Neither was a statistically significant difference observed according to central venous catheterization, arterial catheterization, or blood transfusion.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Even predicted mortality due to APACHE II which is made for intensive care patients is not succesfull 100% at showing the clinic mortality, with additional scoring systems it is helping to clinicians for planning intensive care patient admissions, predicting staying time and using beds effectively.

8.
Premenopozal ve Postmenopozal Obez Kadınlarda Seks Hormonları, SHBG Düzeyi ve İnsülin Direnci Arasında İlişki
Correlation Between Sex Hormones, SHBG Levels, and Insulin Resistance in Premenopausal and Postmenopausal Obese Women
Tülay Karabayraktar, Şule Temizkan, Buket Tekin, Sakin Tekin, Mehmet Menke, Asuman Kaptanağası, Mehmet Sargın
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.75508  Sayfalar 132 - 138
GİRİŞ ve AMAÇ: Seks hormonları vücuttaki yağ dağılımının düzenlenmesi ile yakından ilişkilidir. Seks hormon bağlayıcı globülin (SHBG), seks steroidlerinin primer plazma transport proteinidir ve seks hormonlarının biyolojik aktivitelerini düzenlemekle sorumludur. Önceki çalışmalar SHBG’nin insülin direnci için bir belirteç olduğu ileri sürülmüştür. Bu yazıda, obez premenapozal ve postmenopozal kadınlarda SHBG kan düzeyleri ile insülin direnci arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya obezite polikliniğine başvuran ardışık 66 obez kadın alındı. Hastaların demografik özellikleri ve klinik bilgileri sorgulandı. Hastalardan diyabet tanısı olan, glukoz metabolizmasını etkileyen herhangi bir ilaç kullanan, polikistik over sendromu gibi hiperandrojeniminin eşlik edebileceği hastalık, tiroid fonksiyon bozukluğu, renal fonksiyon bozukluğu ve kronik karaciğer parankimal hastalık öyküsü olanlar dışlandı. Hastalar premenapozal (n=31) ve postmenapozal (n=35) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Endojen seks hormonları, SHBG ve HOMA-IR değerlendirildi.
BULGULAR: Pre ve postmenapozal grupta sırasıyla ortalama yaş 37.3±7.6 yıl-56.2±6.5 yıl olarak saptandı. Ortalama vücut kitle indeksi (VKİ) her iki grupta benzer bulundu (sırasıyla, 38.4±6 kg/m2 ve 37.8±5.5 kg/m2). Postmenapozal kadınlar premenapozal olanlara göre daha düşük SHBG düzeyine sahip olmakla birlikte anlamlı değildi (sırasıyla, 38.6±15.4 nmol/L -44.4±17.1 nmol/L p=0.1). SHBG düzeyi ve HOMA indeksi ile hesaplanan insulin direnci arasında ilişki bulunamadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Önceki çalışmalarda SHBG insülin direncini göstermede önemli bir belirteç olarak belirtilsede çalışmamızda hem pre hem postmenopozal kadınlarda HOMA-IR ile SHBG arasında anlamlı ilişki tespit edemedik. SHBG’nin insülin direncini göstermede bir belirteç olup olmayacağını gösterecek daha fazla hasta katılımıyla yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır.
Anahtar sözcükler: postmenopozal; seks hormonları; SHBG.
INTRODUCTION: Sex hormones are closely related to regulation of adiposity. Sex hormone-binding globulin (SHBG) is the primary plasma transport protein for sex steroids, and it is responsible for their biologic activities. Previous studies suggested that SHBG is a marker for insulin resistance. In this study, we aimed to determine the relationship between SHBG and homeostasis model assessment of insulin resistance (HOMA-IR) in pre- and postmenopausal obese women.
METHODS: Sixty-six obese women who were attending an obesity outpatient clinic were enrolled. Patients who were diagnosed with diabetes mellitus (DM) or polycystic ovary syndrome (PCOS), having a history of chronic liver disease, having thyroid or renal dysfunction, or taking any medication known to interfere with glucose and insulin secretion were excluded. Subjects were divided into 2 groups: premenopausal (n=31) and postmenopausal (n=35). All patients completed a questionnaire which included sociodemographic characteristics. Sex hormones, SHBG, and HOMA-IR were measured.
RESULTS: In the pre- and postmenopausal groups, mean age was 37.3±7.6 years and 56.2±6.5 years, respectively. Mean body mass index (BMI) was similar in both groups (38.4±6 kg/m2, 37.8±5.5 kg/m2, respectively). Postmenopausal women had lower SHBG levels than premenopausal (38.6±15.4 nmol/L, -44.4±17.1 nmol/L, respectively, p=0.1). No correlation was found between SHBG concentrations and insulin resistance calculated by HOMA index.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although other studies suggested that SHBG is a marker of insulin resistance, our results do not confirm this association between SHBG and HOMA-IR in obese women. Further studies with more subjects are required to explore this issue.

9.
Akromiyoklaviküler Eklemin Akut Rockwood Tip III-V Yaralanmalarının Çift Düğme (Button) Yöntemi ile Tedavisi: Erken Dönem Klinik ve Radyolojik Sonuçlarımız
The Early Results of Treatment With Double Button Technique in Acute Rockwood Type III-V Injuries of Acromioclavicular Joint Injuries
Alper Deveci, Serdar Yılmaz, Ahmet Fırat, Osman Tecimel, Deniz Çankaya, Bülent Özkurt
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.18942  Sayfalar 139 - 144
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda akut akromiyoklaviküler (AK) eklem yaralanmasında uyguladığımız açık çift düğme (button) tekniğinin kısa dönem klinik ve radyolojik sonuçları değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ağustos 2009–Nisan 2013 tarihleri arası AK eklem hasarı nedeni ile çift düğme tespit yöntemi uygulanan 12 hasta (10 erkek, 2 kadın) çalışmaya alındı. Ortalama yaş 32 (dağılım, 21–51 yaş) idi. Olguların yedisinde Rockwood tip III, ikisinde tip IV, üçünde tip V AK eklem hasarı tespit edildi. Akromiyoklaviküler eklem tespiti için TightRope® sistemi kullanıldı. Ortalama ameliyat süreleri kayıt edildi. Fonksiyonel değerlendirmede Vizüel Analog Skala (VAS) ve Constant omuz skoru (COS) kullanıldı. Radyolojik olarak korakoklaviküler (KK) mesafe ölçüldü.
BULGULAR: Ortalama izlem süresi 14.5 (dağılım, 3–38) aydı. Son izlemde 10 hastada mükemmel ve iki hastada iyi fonksiyonel sonuç elde edildi. Ortalama VAS skoru ameliyat öncesi 7.4±0.9’dan son kontrolde 2.1±0.9’a geriledi. Ortalama Constant omuz skoru ameliyat öncesi 35.6±8.0’dan son kontrolde 81.9±8.8’e yükseldi. Hem VAS hem de COS değerlendirildiğinde düzelme anlamlı idi (p<0.05). Ameliyat sonrası etkilenmiş taraf ortalama KK mesafe normal omuza göre kıyaslandığında anlamlı bir fark yoktu (p=0.413).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çift düğme tekniği kolay, pratik, minimal invaziv, düşük komplikasyon oranı ve yüksek stabiliteye sahip bir yöntem olarak akut AK eklem yaralanması olan olgularda öncelikle seçilebilecek bir yöntemdir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the preliminary results of acute acromioclavicular (AC) joint injuries with open double button technique.
METHODS: Twelve patients (10 men, 2 women) treated with double button technique in AC joint injuries between August 2009 and April 2013 were included in the study. The mean age was 32 (range: 21–51) years. Seven of the patients had type III, 2 had type IV, and 3 had type V injuries according to the Rockwood classification. TightRope® (Arthrex, Naples, Florida, USA) system was used to fix the AC joint. The mean surgical time was recorded. Visual analog score (VAS) and Constant shoulder score (CSS) was used in functional evaluation. Coracoclavicular (CC) distance was measured in radiographic evaluation.
RESULTS: The average follow-up was 14.5 (range: 3–38) months. At the most-recent follow-up, 10 patients were exemplary, while the remaining 2 patients showed satisfactory functional results. The mean VAS score improved from 7.4±0.9 preoperatively to 2.1±0.9 postoperatively. The mean CSS improved from 35.6±8.0 preoperatively to 81.9±8.8 postoperatively. These improvements were statistically significant (p<0.05). The CC distance of the operated and unoperated sides of the shoulders was not statistically significant (p=0.413).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The double button technique is straightforward, has low complication rates, offers high stability, and provides minimally invasive surgery in acute AC joint injuries. Due to these advantages, it is the most-effective technique in AC joint injuries, and therefore should be used as the primary technique in such case.

10.
Tanısal VATS Olguları
Diagnostic VATS Cases
Suat Durkaya, Levent Özdemir, Burcu Özdemir, Sema Nur Çalışkan, Ali Ersoy, Serdar Yanık
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.68542  Sayfalar 145 - 148
GİRİŞ ve AMAÇ: Video yardımlı göğüs cerrahisi (VATS) göğüs cerrahisi işlemlerinde, plevral biyopsi, akciğer rezeksiyonları gibi değişik endikasyonlar ile yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu yazıda VATS uygulanan hastaların özellikleri sunuldu.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2010 ile Ocak 2013 tarihleri arasında VATS uygulanan 51 olgunun (31 erkek, 20 kadın; ortalama yaş 56.8±15; dağılım 21–81 yıl) demografik özellikleri, şikayet, radyografi bulguları (plevral sıvı, nodül, interstisyel, kitle), solunum fonksiyon testleri ve patolojik tanıları geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların solunum fonksiyon testlerinde ortalama FEV1: 2±0.9, FVC: 2.4±1.1 şeklinde idi. Olgularda en sık öksürük (%74.5), nefes darlığı (%72.5), göğüs ağrısı (%70.6) semptomlarına rastlandı. Plevral sıvılı olan olgularda (n=24) en sık nedenler kronik aktif plörit, kazefiye granülomatöz reaksiyon, mezotelyoma, skuamoz hücreli karsinom, meme karsinom metastazı ve romatoid nodül idi. Nodül paterni olan olgularda (n=17) en sık nedenler, kazefiye granülomatöz reaksiyon, skuamoz hücreli karsinom, adeno skuamoz hücreli karsinom, adeno karsinom, bronkoalveolar karsinom, hamartom, tüberkülom ve mantar hifi idi. İnterstisyel paternli olgularda (n=8) en sık nedenler, kazefiye granülomatöz reaksiyon, deskuamatif interstisyel pnömoni, sarkoidoz, tipik karsinoid, skuamoz metaplazi ve kitle paterni idi. İki olguda da epidermoid karsinom ve dev hücreli tümör tanıları konuldu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, torasentez, kapalı plevra biyopsisi, bronkoskopi ve transtorasik biyopsi ile tanısı konulamamış hastalarda VATS uygun bir yöntemdir.
INTRODUCTION: VATS (video-assisted thoracic surgery) is commonly used for variable indications in thoracic surgery procedures such as pleural biopsy and lung resections. The characteristics of patients who underwent VATS are presented in this study.
METHODS: Demographic characteristics, symptoms, X-ray findings (pleural effusion, nodule, interstitial pattern, mass), pulmonary function tests, and pathological diagnoses of 51 patients (31 men, 20 women; mean age 56.8±15; range 21 to 81 years) who underwent VATS between September 2010 and January 2013 were evaluated retrospectively.
RESULTS: In pulmonary function tests, mean FEV1 (2±0.9) and mean FVC (2.4±1.1) were determined. The most common symptoms were cough (74.5%), dyspnea (72.5%), and chest pain (70.6%). In patients with pleural effusion (n=24), the most common causes were chronic active pleuritis and caseation granulomatous reaction, mesothelioma, squamous cell carcinoma, breast carcinoma metastasis, and rheumatoid nodule. In patients with pattern of nodule (n=17), the most common causes were caseation granulomatous reaction, squamous cell carcinoma, adenosquamous cell carcinoma, adenocarcinoma, bronchoalveolar carcinoma, hamartoma, tuberculoma, and fungal hyphae. In patients with interstitial pattern (n=8), the most common causes were caseation granulomatous reaction, desquamative interstitial pneumonia, sarcoidosis, typical carcinoid, squamous metaplasia, and mass pattern. In 2 cases, the diagnoses were squamous cell carcinoma and giant cell tumor.
DISCUSSION AND CONCLUSION: VATS is a convenient method to diagnose thoracentesis, pleural biopsy, bronchoscopy, and transthoracic biopsy.

11.
Karabük İl Merkezine Bağlı Hastanelerde Çalışan Ameliyathane Hemşirelerinin Cerrahi Dikiş İpliklerine İlişkin Bilgilerinin Belirlenmesi
Determining Level of Suture Materials Knowledge of Operating Room Nurses in Karabük Hospitals
Işıl Işık Andsoy
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.83788  Sayfalar 149 - 156
GİRİŞ ve AMAÇ: Araştırma Karabük ili hastanelerinde çalışan ameliyathane hemşirelerinin dikiş materyallerine ilişkin bilgilerinin belirlenmesi amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı desende planlanan çalışmanın örneklemini, 1 Mart–30 Mart 2012 tarihleri arasında Karabük ilinde devlet hastanelerinde çalışan ve araştırmaya katılmaya gönüllü 35 hemşire oluşturdu. Çalışmanın verileri kurum izni alındıktan sonra anket formu kullanılarak, araştırmacılar tarafından yüz yüze görüşme yöntemiyle toplandı. Çalışmanın verilerinin değerlendirmesinde sayı ve yüzdelik hesaplamaları kullanıldı.
BULGULAR: Hemşirelerin %91.4’ü cerrahi dikiş ipliğini doğru tanımladı. Hemşirelerin yaklaşık %90’ı cerrahi dikiş ipliklerinin seçiminde dokuya uyum ve güvenilir olmasınının önemli olduğunu, %74.3’ü cerrahi girişim sırasında iğne ve ipliğin ayrılmasının sorun olarak yaşandığını, cerrahların en fazla oranda poliglactin 910 ve polipropilen kullandıklarını, %88.6’sı bu malzemeleri tozsuz, nemsiz ve ısıya maruz kalmayacak şekilde depoladıklarını belirtti. Çalışmada hemşirelerin çoğunluğunun (%77.1) cerrahi dikiş iplikleri ile bir eğitim almadığı ve kongre, kurs veya seminerlere katılmadığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ameliyathane hemşirelerinin cerrahi dikiş ipliklerine yönelik bilgi ve sorumluluklarının farkındalığının artırılması için bilimsel programların yapılması, ayrıca cerrahi dikiş ipliği ambalajının açılışından cerraha takdimine kadar yapılan kontrolleri içeren daha geniş ameliyathane hemşiresi grubunda çalışma yapılması önerilmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the knowledge of the operating room nurses in Karabük hospitals regarding suture materials.
METHODS: The sample of the descriptive study was composed of 35 voluntary operating room nurses in Karabük State Hospitals. The study was conducted between 01 March 2012 and 30 March 2012. Following the approval of the institutional authority, the data of the study were collected via a questionnaire and face-to-face interviews. The descriptive data of the study were analyzed by percentages and averages.
RESULTS: According to the data of the survey, 91.4% of nurses understand the correct definition of suture materials. Approximately 90% of nurses choose the appropriate material for different tissues. The main technical problem that 74.3% of nurses experience is the separation of needle and cord. They indicate that surgeons mostly use polyglactin 910 and polypropylene; 88.6% of nurses store these materials in accordance with guidelines and do not reuse them. It was found that most of the nurses (77.1%) attend neither trainings nor congresses or seminars on surgical sutures.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is recommended that workshops on suture materials and operation needles be organized for operating room nurses in order to increase their knowledge and raise awareness. Additionally, a workshop for the wider operating room nurse group, based on the complete suture controlling process, should be organized.

OLGU SUNUMU
12.
Konjonktival Oküler Yüzey Skuamöz Hücreli Karsinomunda Fotodinamik Tedavi
Treatment of Conjunctival Ocular Surface Squamous Neoplasia With Photodynamic Therapy
Musa Musaoğlu, Titap Yazıcıoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.99609  Sayfalar 157 - 160
Konjonktivanın skuamöz hücreli karsinomunda fotodinamik tedavi sonucu değerlendirildi. Sağ gözündeki kırmızı, kabarık bir kitleden şikayet eden 28 yaşındaki erkek hastaya nazal konjontivadan yapılan tanısal biyopsi örneğinin histopatolojik incelemesinde skuamöz hücreli karsinom gelmesi nedeniyle fotodinamik tedavi uygulandı ve 12 ay takip edildi. Tedaviden dört hafta sonraki biomikroskopik muayenede tümörün rezolüsyonu ile birlikte normal görünümde konjonktiva ve kornea izlendi. Konjonktivanın skuamöz hücreli karsinomunda fotodinamik tedavi alternatif bir tedavi yöntemi olabilir.
The purpose of this study was to evaluate the clinical results of treatment of squamous neoplasia of the conjunctiva with photodynamic therapy. A 28-year-old male presented with erythema and a swollen mass in his right eye. We performed a biopsy, which showed squamous cell carcinoma. The squamous cell carcinoma was subsequently treated with photodynamic therapy. The follow-up time was 12 months. Four weeks after treatment, biomicroscopic evaluation showed normal-appearing conjunctiva and cornea with resolution of tumor tissue. Photodynamic therapy may be a viable alternative treatment therapy in squamous neoplasia of the conjunctiv.

13.
Vena Kava Superiyor Sendromu İle Tanı Konan Behçet Olgusu
A Case of Behçet’s Disease Diagnosed With Superior Vena Cava Syndrome
Nesrin Kıral, Elif Torun Parmaksız, Önder Çetin, Mehmet Engin Tezcan, Hatice Eryiğit, Betül Ayça Özdere Kurtuluş, Benan Çağlayan
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.04695  Sayfalar 161 - 164
Behçet hastalığı tekrarlayan oral ve genital ülserler, cilt lezyonları ve üveit ile karakterize, etiyolojisi bilinmeyen multisistemik, enflamatuvar bir vaskülittir. Vena kava superiyor trombozu nadirdir ve olguların yalnızca %9.8’ini oluşturur. Kırk iki yaşında erkek hasta hemoptizi şikayeti ile başvurdu. Fizik muayenede boyun ve üst ekstremitede şişlik ve gövde ön duvarında yaygın dilate venöz kollateraller gözlendi. Ağzında aft saptanan hastanın oral ve genital aftlarının 17 yıldır tekrarladığı öğrenildi. Skrotal bölgede ülserasyona ait skatris izlendi. Toraks bilgisayarlı tomografi anjiyografisinde vena kava superiyor, subklaviyan ven ve azigos ven distalinde trombüs saptandı. Bu bulgular ile Behçet hastalığı tanısı konuldu. Olgumuzu nadir bir prezantasyon olması nedeniyle literatür bilgileri ışığında tartışmak amacıyla sunuyoruz.
Behçet’s disease is a multisystemic vasculitis of unknown etiology which is characterized by recurrent ulcers of the mouth and genitalia, cutaneous lesions, and uveitis. Superior vena cava (SVC) thrombosis is rare and reported in 9.8% of patients. A 42-year-old male patient was admitted to our clinic with hemoptysis. Physical examination revealed swelling of the neck and upper extremities and dilated collateral veins on the upper trunk. Oral aphthosis was observed, and the patient reported oral/genitalia aphthosis for 17 years. Scarring of scrotal ulcers were observed. The CT angiography of the chest demonstrated thrombosis of the SVC, subclavian veins, and azygos veins. Based on these findings, the patient was diagnosed with Behçet’s disease. We present this rare case in order to discuss and correlate with the literature.

14.
İzole Trokenter Minör Avülsiyon Kırığı: Olgu Sunumu
Isolated Trochanter Minor Avulsion Fracture: A Case Report
Ömer Cengiz, Fatih Küçükdurmaz, Mehmet Anıl Pulatkan
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.48343  Sayfalar 165 - 168
Adölesan dönemdeki sporcularda trokanter minör avulsiyon kırıkları, apofize bağlı kasların şiddetli kasılmasıyla meydana gelen nadir yaralanmalardır. Özellikle 13–17 yaş arası erkek adölesanlar etkilenirler. Tanı inguinal bölgede lokalize akut ağrı, topallama, maksimum ekstansionda kalçanın her yöne pasif hareketiyle oluşan ağrı, istirahatle rahatlama gibi klinik bulguların radyografik değerlendirmeyle desteklenmesiyle konur. Ekstremiteyi fleksiyonda istirahat ettirerek yapılan konservatif tedavi, hala mükemmel fonksiyonel sonuçlarıyla çoğu olguda tedavi seçeneği olmayı sürdürmektedir. Bu yazıda, 15 yaşındaki bir erkek hastada futbol oynarken meydana gelen trokanter minör avülsiyon kırığı sunuldu. Tanı için ön-arka pelvis radyografisi, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme ve fizik muayene kullanıldı. Hastaya, akut dönemde non-steroid antienflamatuvar ilaç kullanımı ve yatak istirahatinden oluşan konservatif tedavi uygulandı. Altıncı haftanın sonunda sportif aktiviteye başlamasına izin verildi.
Isolated avulsion fractures of the lesser trochanter rarely occur in adolescent athletes. They occur as a result of sudden and strong contraction of the muscles attached to the apophysis. Adolescent male athletes between the ages of 13–17 are affected most. Diagnosis is based on radiographic evidence supported by typical clinical findings. These findings include acute pain in the inguinal region, limping, and painful passive movement of the hip exacerbated by maximum extension and alleviated by sitting down. Nonsurgical treatment with the limb resting in flexion still remains the most common choice of treatment. This treatment produces excellent functional results. We present a 15-year-old male patient with an avulsion fracture of the left lesser trochanter experienced while playing football. The diagnosis was made with pelvis X-rays, computed tomography, magnetic resonance imaging (MRI) and physical examination. The patient was treated conservatively with a non-steroidal anti-inflammatory drug and bed rest. He returned to his pre-injury level of sports activities within 6 weeks with no complaint of pain.

15.
Mülleryan Anomali ve Ektopik Gebelik: Olgu Sunumu
Mullerian Anomaly and Ectopic Pregnancy: A Case Report
Zehra Sema Özkan, Remzi Atılgan, Melike Başpınar, Banu Kumbak, Mehmet Şimşek, Ekrem Sapmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.93685  Sayfalar 169 - 172
Kırk yaşında, multipar ve son adet tarihine göre altı hafta gebeliği olan hasta aşırı vajinal kanama şikayetiyle kliniğimize başvurdu. Jinekolojik muayenesinde serviksten pıhtılı yoğun kanama, normal cesamette uterus saptanan hastanın karın muayenesinde rebound ve defans yoktu. Transvajinal ultrasonografik değerlendirimde çift endometrial ring ve sol kavite yerleşimli düzensiz anembriyonik gebelik kesesi izlendi. Beta-hCG 40704 mIU/mL, progesteron 15.5 ng/mL ve hemoglobin 9.1 gr/dL idi. Küretaj işleminde sadece sağ kaviteye girilebildi, sol kaviteye girilemedi ve gebelik kesesi boşaltılamadı. Sağ endometrial kaviteden alınan örnek patolojik incelemeye gönderildi. Bikornuat uterusta kornual yerleşimli erken gebelik tanısı konulan vakaya iki doz haftalık metotreksat tedavisi yapıldı. Sonrasında ayaktan takibe alınan hastanın β-hCG’si ikinci doz metotreksat tedavisinin 28. gününde 2.35 mIU/ml’e indi ve gebelik kesesinde spontan regresyon izlendi. Patoloji sonucu aries-stella reaksiyonu olarak rapor etti.
A 40-year-old multiparous female in her sixth week of pregnancy presented to our clinic with extreme vaginal bleeding. On physical examination, the patient had cervical blood clots, normal uterine size, and no abdominal guarding or rebound. A double endometrial ring and irregular gestational sac on the left cavity were detected via transvaginal ultrasound. The values of β-hCG, progesterone, and hemoglobin were 40704 mIU/mL, 15.5 ng/mL, and 9.1 gr/dL, respectively. The left uterine cavity was unable to be reached; consequently, therapeutic curettage procedure was not successful. Endometrial sampling was taken from only the right endometrial cavity and was sent for pathologic examination. Systemic methotrexate was administered weekly for regression of the cornual gestational sac. On Day 28 of second dose methotrexate treatment, β-hCG level was decreased to 2.35 mIU/mL and gestational sac regressed spontaneously. The histopathologic evaluation was reported as Arias-Stella reaction.

16.
Graves Oftalmopatide Orbital Yağ Dokusu Dekompresyonu
Orbital Fat Decompression in Graves Ophthalmopathy
Titap Yazıcıoğlu, Musa Musaoğlu, Yusuf Özertürk
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.94899  Sayfalar 173 - 176
Bu yazıda, orbital yağ dekompresyonu tekniğinin etkinlik ve güvenirliliği ve erken dönem sonuçları değerlendirildi. Graves oftalmopati tanısı ile takip edilen 35 yaşındaki bir erkek hastaya proptoz miktarını azaltmak için temporal ve medial kompartmandaki yağ dokusu, heriki üst göz kapağında transkutanöz ve sağ alt göz kapağında transkonjonktival yaklaşımla eksize edildi. Birinci hafta, birinci ay ve üçüncü ay erken dönem sonuçlar değerlendirildi. Her iki tarafta 30 mm olan ameliyat öncesi proptoz miktarı, ameliyat sonrası sağda 23 mm, solda 26 mm olarak ölçüldü. Gözler kapalı durumda iken sol tarafta 2 mm kapak açıklığı kaldığı saptandı. Üst göz kapağının aşağı bakış hareketindeki geri kalması ve konjonktiva ve skleradaki konjesyonun ameliyat sonrası azaldığı saptandı. Kompresif optik nöropatinin gelişmediği olgularda, orbita yağ dokusunun uzaklaştırılması ile orbital hacmin azaltılması proptoz miktarında tatminkar gerileme sağlamaktadır.
The purpose of this study was to evaluate the efficacy and safety of orbital fat decompression and observe the short-term results. In order to decrease the amount of proptosis, fat was removed from the temporal and medial compartments of the bilateral upper eyelids via transcutanous surgery and transconjunctival surgery in the right lower lid of a 35-year-old man with Graves ophthalmopathy. Short-term results were reviewed at 1 week, 1 month, and 3 months. Thirty mm proptosis was measured preoperatively; 23 mm proptosis was measured in the right eye and 26 mm proptosis was measured in the left eye postoperatively. A 2 mm opening remained in the left eye with eye closure. Limitation of the upper eyelid in downward gaze and conjunctival and scleral conjection were all diminished postoperatively. With the exception of compressive optic neuropathy, decreasing orbital volume via orbital fat removal produces satisfactory results in regression of proptosis.

17.
İki Taraflı Tubal Ligasyon Sonrası Gelişen Rüptüre Ektopik Gebelik
Ruptured Ectopic Pregnancy after Bilateral Tubal Ligation
Burcu Artunc, Özer Birge
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.13281  Sayfalar 177 - 178
Tüp ligasyonu, kalıcı ve kesin bir yöntem olarak tanımanan kontraseptif bir yöntemdir. Tubal sterilizasyon olgularının yaklaşık yarısı postpartum dönemde sezaryen veya normal doğum sonrası yapılmaktadır. Ancak tubal sterilizasyon sonrası ender olarak gebelik izlenebilir. Gebelik tespit edildiğinde öncelikle ektopik gebelik olasılığı akılda tutulmalıdır. Kliniğimize akut karın ile başvurmuş bir hastada tubal sterilizasyon sonrası gelişmiş rüptüre ektopik gebelik olgusu sunuldu.
Tubal ligation is a permanent and irreversible contraceptive method. Approximately 50% of tubal sterilization cases occur during the postpartum period following cesarean section or vaginal birth. Although rare, pregnancy can occur after tubal sterilization. The probability of an ectopic pregnancy must be considered if pregnancy is detected. We report a case of ruptured ectopic pregnancy following tubal ligation which presented with acute abdomen.

18.
Topikal Siklopentolat Hidroklorid Bağımlılığı Sonucu Gelişen İleri Düzey Korneal Hasar
Advanced Corneal Injury Related to Topical Cyclopentolate Hydrochloride Addiction
Oğuzhan Genç, Işıl Kutlutürk, Cengiz Akkaya
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.85698  Sayfalar 179 - 181
Otuz sekiz yaşında erkek hasta kliniğimize ağrı, kızarıklık şikayeti ile başvurdu. Yapılan muayenesinde her iki gözde görme kaybı, korneada ülser ve buna bağlı sol gözde perforasyon ve desmatosel geliştiği görüldü. Hastanın anamnezinde uzun süreli ve yüksek doz siklopentolat hidroklorid kullanımı tespit edildi. Hastadan kültür alındıktan hemen sonra yama grefti ile desmatosel cerrahi olarak kapatıldı. Alınan kültürlerde üreme olmaması, ülserin steril olması, hastanın uzun süreli ve yüksek doz siklopentolat hidroklorür kullanması nedeniyle, korneal ülserin uzun süreli ve yüksek doz topikal siklopentolat hidroklorür kullanımına bağlı siklopentolat hidroklorür ve benzalkonyum klorür (BAC) toksisitesine bağlı geliştiği düşünüldü. Hastaya psikiyatri uzmanı tarafından madde bağımlılığı tanısı konulmasıyla bu olgu bir siklopentolat hidroklorür bağımlılığı olarak tanımlandı. Sonuç olarak oftalmoloji kliniklerinde uygulamada sıklıkla kullanılan topikal siklopentolat hidroklorür, diğer antikolinerjik ajanlar gibi bağımlılığa neden olabilir ve bu bağımlılık geri dönüşümü olmayan görsel kayıplara neden olabilir.
A 38-year-old male patient was referred to our clinic with complaints of a painful red eye. Upon physical examination, the patient was found to have bilateral visual loss secondary to corneal ulcers and a perforated corneal descemetocele in his left eye. He reported having continuously used a high dose of cyclopentolate hydrochloride. Topical cyclopentolate hydrochloride and benzalkonium chloride toxicity was the determined etiology. The results of the culture demonstrated simultaneous bilateral sterile ulcers and the history of long-term high-dose cyclopentolate hydrochloride use. After obtaining the culture, we repaired the desmatocele with a patch graft. The culture was sterile; the corneal ulcer was related to extended use of high-dose topical cyclopentolate hydrochloride and benzalkonium chloride toxcicity. According to the patient’s psychiatric evaluation, the case was determined to be cyclopentolate hydrochloride addiction. In conclusion, cyclopentolate hydrochloride, which is frequently used in opthalmology practice, may cause addiction similar to other anticholinergic agents, and this addiction may cause non-reversible visual loss.

19.
Mide Tümörünü Taklit Eden Splenozis Olgusu
A Case of Splenosis Mimicking a Gastric Tumor
Zuhal Demirhan Yananlı, Ergun Uçmaklı, Alaattin Öztürk, Ömer Faruk Akıncı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.54715  Sayfalar 182 - 184
Splenozis dalak dokusunun heteretopik ototransplantasyonudur. Genellikle travma ile dalağın rüptürü veya splenektomi sonrası görülür. Çoğunlukla şikayete sebep olmaz ve tesadüfen tespit edilir. Ayırıcı tanıda malign kitlelerle karışır. Bu yüzden kesin teşhisi önemlidir. Bu yazımızda mide duvarında yerleşen ve mide karsinomunu taklit eden splenozis olgusunu sunuyoruz.
Splenosis is a heterotypic autotransplantation of splenic tissue. It usually results from posttraumatic rupture of the spleen or splenectomy. It is typically asymptomatic and is often detected incidentally. It may also be confused with malignant masses on differential diagnosis. For this reason, a definitive diagnosis is critical. We present a case of splenosis located on the stomach wall that mimicked a gastric tumor.

20.
Lokalize Malign Mezotelyoma: Zor Tanı
Localized Malignant Mesothelioma: A Difficult Diagnosis
Yasemin Bilgin Büyükkarabacak, Ayşen Taslak Şengül, Mehmet Gökhan Pirzirenli, Ahmet Başoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.91069  Sayfalar 185 - 187
Lokalize malign mezotelyoma, malign mezotelyomanın çok nadir görülen bir formudur. Serozal ya da subserozal olarak tespit edilen lokalize kitle, mikroskopik olarak diffüz malign mezotelyomanın tüm karekteristik bulgularını taşır. Bu yazıda, toraks duvarında kitle nedeniyle başvuran ve bifazik mezotelyoma tanısı alan hasta sunuldu.
Localized malignant mesothelioma is a rare form of malignant mesothelioma. It presents as a localized mass which is identified as serosal or subserosal and has all the characteristic microscopic findings of diffuse malignant mesotelioma. We evaluated a patient admitted with a thoracic wall mass which was later diagnosed as biphasic mesothelioma.

21.
Whipple Prosedürü Sonrası Nadir Görülen Bir Mortalite Nedeni, Uygunsuz Antidiüretik Hormon Sendromu: Olgu Sunumu
A Rare Cause of Mortality Following Whipple Procedure-Inappropritate Antidiuretic Hormone Secretion: A Case Report
Yiğit Düzköylü, Oğuz Koç, Yavuz Selim Sarı, Güngör Üzüm, Hasan Bektaş, Vahit Tunalı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.16362  Sayfalar 188 - 192
Periampüller bölge kanserleri nadir görülür, mortalite ve morbidite oranlarının çok yüksek olması nedeniyle genel cerrahide oldukça önemli bir yere sahiptirler. Uygun olan hastaların tedavisinde standart cerrahi yaklaşım Whipple prosedürüdür. Bu prosedürün de ameliyat öncesi ve sonrası mortalite oranlarının yüksek olması, hasta takibini önemli kılmaktadır. Prosedürün varolan yüksek komplikasyon oranları yanında nadir de olsa hastalar beklenmedik ve operasyon harici nedenlerle kaybedilebilir. Burada uygunsuz antidiüretik hormon sendromu ve buna bağlı olabilecek serebrovasküler olay nedeniyle ameliyat sonrası 43. günde kaybedilen bir olgu sunuldu.
Although tumors of the periampullary region are not the most prevalent type of tumor, their high mortality and morbidity rates make the treatment of them critical, especially in general surgery. The Whipple procedure is the standard surgical treatment for these tumors. Postoperative care is paramount because of the frequent peri- and postoperative complications resulting from the procedure. Rarely, patients die due to causes other than these complications. In this case, we report a patient who died on postoperative Day 43 as the result of a cerebrovascular infarct, secondary to inappropriate antidiuretic hormone secretion.

LookUs & Online Makale