E-ISSN : 2587-1404
ISSN    : 2587-0998

Hızlı Arama




SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 15 (2)
Cilt: 15  Sayı: 2 - 2004
ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
İDRARIN MİKROSKOBİK İNCELEMESİNDE FLOW MİKROSKOBİ TEKNOLOJİSİ İLE MANUEL MİKROSKOBİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
COMPARISON OF FLOW MICROSCOPY TECHNOLOGY WITH MANUEL METHOD FOR URINE MICROSCOPIC ANALYSIS
Buket Tekçe, Asuman Orçun, İnci Küçükercan, Nazan Çamursoy, Özlem Çakır Madenci
Sayfalar 69 - 72
Klinik tanıda yararlı bir test olarak kullanılmakta olan idrar sedimentinin manuel analizinin, birçok metodolojik problemi vardır. Bu nedenle doğruluk (accuracy) ve tekrarlayıcılık (precision) gibi metodolojik problemlerin düzeltildiği, otomatize yeni bir yöntem geliştirilmiştir. Biz bu çalışmamızda eritrosit, lökosit ve epitel hücresinin saptanmasında geleneksel görsel mikroskobi metodumuzun performansını otomatize mikroskobik metot ile karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmamızda 203 hastanın idrar örneği flow mikroskobi yöntemini esas alan IRIS model 500 idrar analizörü ve manuel mikroskobi ile incelendi. Sonuçlar Mann-Whitney U testi ile karşılaştırıldı ve aralarındaki ilişki için lineer regresyon analizi yapıldı. Her iki metotla saptanan hasta-sağlıklı oranının uyumunu incelemede McNemar testini kullandık. Otomatize ve manuel mikroskobiden elde edilen sonuçların lineer regresyon analizi ile karşılaştırılması ile elde edilen sonuçlara göre eritrosit (r=0.7678), lökosit (r=0.8302) ve epitel hücresi (r=0.8570) sayılarının iki yöntemde de iyi korelasyon gösterdiği saptandı. Her iki yöntemle elde ettiğimiz sonuçlan, referans aralık çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlara göre gruplandırıp her analiz için 2x2 bir tablo oluşturarak incelediğimizde, her iki yöntemin de eritrosit için %84. lökosit için %81, epitel hücresi için %90 örneği aynı aralıkta bulduğunu gördük. Her iki metodun her bir analizi saptayabilmedeki farklılıklarının istatistiksel analizini yaptığımızda, otomatize metot ile manuel metottan daha fazla sayıda eritrosit (p=0.0367) ve lökosit (p<0.0001) sayısı elde edildi. Bunun tersine manuel metotla bulunan epitel hücresi (p=0.0037) sayısı otomatize metottan fazla idi. Otomatize yöntem ile manuel mikroskobiden elde edilen sonuçların birbiri ile uyum gösterdiği ve otomatize mikroskobinin klinik karar noktasında daha fazla patolojik örneği saptayabildiği kanısına varıldı.
Manual analysis of urine sediment, although clinically useful, is fraught with methodological problems. To this end, there have been attempts to automate the process to improve accuracy and precision. In this study, we aimed to compare the performance of our conventional visual microscopic methods with that of the automated microscopic method in the detection of erythrocytes, leukocytes and squamos cells. Urine specimens from 203 patients were examined with IRIS Model 500 urine analyzer, which based on flow microscopic method and manual microscopy. Results matched with Mann-Whitney U test and we made linear regression analysis for searching relation each other. We use to study relation results, which obtained each method. We use McNemar's test to investigate each patient/healthy ratios importance and relations, which obtained each methods. When we compared results of automated and manual microscopy with linear regression analysis; the results of both methods erythrocytes (r=0.7678), leukocytes (r=0.8302) and squamos cells (r=0.8570) counts were correlated. We grouped each method's results according to reference range study and obtained 2x2 table. When we investigating this table; for erythrocytes 84%, for leukocytes 81%, for squamos cells 90% of all specimens were within the same range by both methods. When we made statistical analysis to find detection's difference, the automated method detected greater number of abnormal erythrocyte (p=0.0367) and leukocyte (p<0.0001) counts than did the manual method. In contrast, manual method detected greater number of squamos cell (p=0.0037) than did the automated method. Depending on this study; we conclude that microscopic urine analysis with automated method for erythrocytes, leukocytes and squamos cells counts were correlated, even better in determining pathological urine than did manual microscopic sediment analysis and automated method useful for providing standardization.

2.
SON İKİ YIL İÇİNDE ACİL BİRİM TORAKOTOMİLERİMİZ
EMERGENCY DEPARTMENT THORACOTOMIES IN LAST TWO YEARS
Selahattin Vural, Barış Tuzun, Nimet Süslü, Feyyaz Onuray, Murat Çağ, Fazlı Cem Gezen, Orhan Şad
Sayfalar 73 - 75
Bu çalışmada travma nedeniyle uygulanan acil birim torakotomilerimizin başarı oranlarını inceledik. Ocak 2002-Ocak 2004 yılları arasında acil birim torakotomisi uygulanan 19 olguyu retrospektif olarak inceledik. Demografik özellikleri, yaralanma şekli, hastaneye geliş anındaki yaşamsal bulguları, hangi endikasyon ile acil birim torakotomisi uygulandığı, internal masaj gerekli olup olmadığı ve internal masajın başarı oranı, yaralanmalar ve uygulanan cerrahi yöntemler ile eşlik eden organ yaralanmaları incelendi. Mortalite oranı hesaplandı. Olguların yaş ortalaması 23.7 ve kadın/erkek oranı: 9/10 idi. Olguların 8'i (%42,l) kunt travma, 11'i (%57,8) penetran yaralanma ile başvurmuştu. Olguların 9'unda(%47,3) geliş anında yaşamsal bulgular mevcuttu. Mortalite 13 (%68,4) olguda gelişti. Penetran yaralanmaların 8'i (%72.7) halen yaşamakta olup, 3 (%27,3) olguda mortalite gelişti. Kunt yaralanmaların ise tümü kaybedildi. Çalışmamızdaki penetran yaralanmalardaki başarı, literatürde olduğu gibi kunt travmalarda görülememiştir. Ancak triaj sistemi henüz yeterli olmayan ülkemizde agresif resüsitasyon uygulamamız gerektiğini düşünüyoruz.
We evaluated the mortality rate in emergency department thoracotomies performed in our emergency unit. We have retrospectively evaluated emergent department thoracotomies performed on 19 cases between January 2002 and January 2004. Demographic aspects, mechanisms of injuries, vital findings at admission, indications of emergency department thoracotomies, need for internal cardiac massage, injuries and surgical techniques and associated organ injuries were noted. Mortality rate was calculated. Mean age was 23.7 and female/male ratio was 9: 10. Eight (42,1%) cases were admitted for blunt trauma, II (57.8%) cases had penetrating injuries. Nine (47,3%) cases had vital findings at admission. Mortality was observed in 13 (68,4%) cases. Eight (72,7%) patients with penetrating injuries survived, mortality was seen in 3 (27,3%) cases. All of blunt traumas were died. As presented in the literature, our study concluded that emergency department thoracotomies might not be successful with blunt traumas as it is in penetrating injuries. We believe that resuscitation must be aggressively performed since an adequate triage system is not obtained to (he trauma patients in our country.

3.
ELEKTİF CERRAHİDE İNDÜKSİYONDA KULLANILAN SUFENTANİLİN GÖZ İÇİ BASINCI VE HEMODİNAMİ ÜZERİNE OLAN ETKİLERİ
THE EFFECTS OF INDUCTION WITH SUFENTANIL ON INTRAOCULER PRESSURE AND HEMODYNAMICS VARIABLES IN ELECTIVE SURGERY
Gülten Arslan, Hüsnü Süslü, Tamer Kuzucuoğlu, Feriha Temizel, Esra Onuray, Zuhal Arıkan
Sayfalar 76 - 78
Çalışmaya kardiyovasküler ve oküler problemi olmayan, ASA I-II sınıfı, premedikasyon uygulanmayan 40 hasta dahil edildi. Hastalar eşit olarak iki gruba ayrıldı. Grup S 0.5 µg/kg sufentanil, Grup P aynı volümde serum fizyolojik aldı. İlave olarak olguların hepsine 2 mg/kg propofol, 0.1 mg/kg vekuronyum intravenöz olarak verildi. Kas gevşeticinin enjeksiyonundan 60 sn sonra entübasyon başlatıldı. Anestezi idamesi %1.5 konsantrasyonda izofluran+%50 N2O+%50 O2 ile sağlandı. Entübasyon koşulları, sistolik arter basıncı (SAB). diyastolik arter basıncı (DAB), ortalama arter basıncı (OAB). kalp atım hızı (KAH), periferik oksijen saturasyonu (SpO2) ve göz içi basınç (GÎB) entübasyon öncesi ve entübasyon sonrası 30, 60, 120, 240 sn'de kaydedildi. Entübasyon koşulları S grubunda 18 mükemmel, 2 iyi iken; P grubunda 17 mükemmel, 3 iyi olarak değerlendirildi. GİB grup P'de 30, 60, 120, 240 sn'de artar iken; grup S'de 30, 60, 120, 240 sn'de azaldı (p>0.05). KAH ise grup P'de 30 ve 60 sn'de artış gösterdi (p<0.05). Sonuç olarak indüksiyonda sufentanilin (0,5µg/kg dozda) kullanımının GİB ve hemodinamik parametreleri anlamlı olmayan miktarlarda azalttığı tespit edilmesine karşın, bu ilacın daha geniş popülasyonda ve farklı dozlarda uygulanmasının daha efektif neticeler sağlayacağı kanısındayız.
Forty unpremedicated patients of ASA class I-II, without cardiovascular and ocular disease, were included in this study. The patients were divided into two equal groups. Group S received sufentanil 0.5 µg/kg, group Preceived serum physiologic at the same volume. Additionally all of the groups received propofol 2 mg/kg, vecuronium 0.1 mg/kg. Sixty seconds after the injection of the muscle relaxant. intubation was started. Anesthesia was maintained with isoflurane 1.5% in N 2O 50%, + O2 50%. Intubation conditions, systolic arterial pressure (SAP), diastolic arterial pressure (DAP), mean arterial pressure (MAP), heart rate (HR), peripheric oxygen saturation (SpO2) and intraocular pressure (IOP) were recorded before intubation and at 30, 60, 120, 240 seconds after intubation. In group S, there were 18 excellent and 2 good intubation conditions while in group P, there were 17 excellent and 3 good conditions. In group S, IOP was decreased at 30, 60, 120, 240 seconds while in group P. IOP was increased at 30, 60, 120, 240 seconds. HR was increased at 30, 60 seconds in group P (p>0,05). In conclusion, it should be needed a lot of studies in great of population and different doses while sufentanil 0,5µg/kg was decreased insignificant hemodynamic parameters and IOP.

4.
ÇOCUKLARDA UYGULANAN DAKRİYOSİSTORİNOSTOMİ VE PROGNOZUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
THE EVALUATION OF DACRYOCYSTORHINOSTOMY APPLIED IN CHILDREN AND ITS PROGNOSIS
Pınar Varcan, Titap Yazıcıoğlu, Şule Pınar Eker, Sevilay Bıçakçı, Yusuf Özertürk
Sayfalar 79 - 81
Pediatrik yaş grubunda nazal hava yollarının anatomisi ameliyatlarda teknik olarak güçlük yaratır. Bu çalışma çocuklarda konjenital nazolakrimal kanal tıkanıklığının tedavisinde uygulanan endonazal endoskopik dakriyosistorinostomi (DSR) ve eksternal DSR'nin etkinliğini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. 2000-2003 yılları arasında kliniğimize başvuran yaşlan 4-14 arasında değişen 10 olgunun (2 erkek, 8 kız) 12 gözüne DSR ve silikon tüp entübasyonu uygulandı. Yaşları 4-7 arasında olan ve silikon tüp entübasyonunun başarısız olduğu 5 göze ve 2 kere nüks etmiş, öncesinde eksternal DSR olan 11 yaşındaki olgunun l gözüne endonazal endoskopik DSR ve silikon tüp entübasyonu yapıldı. Yaşları 12-14 arasında olan 6 olgunun 6 gözüne eksternal DSR ve silikon tüp entübasyonu yapıldı. Ortalama l yıl takip edilen olgularda başarı oranı %100 bulundu. Silikon tüp entübasyonunun başarısız olduğu 4-7 yaş arası çocuklarda endonazal endoskopik DSR, 7 yaş üzerindeki çocuklarda ise eksternal DSR'nin tercih edilmesinin uygun olduğu sonucuna vardık.
Nasal airways in children create technical difficulties in operations. This study was presented to evaluate the efficacy of endonasal dacryocystorhinostomy (OCR) and external OCR in children with congenital nasolachrimal duct obstruction. Twelve eyes of 10 patients (2 male, 8 female) with congenital nasolachrimal duct obstruction with an age range from 4 to 14 years were applied DCR and silicon tube intubation in our clinic between 2000-2003. Five unsuccessful eyes, ages between 4-7, which applied silicon tube intubation and 1 unsuccessful eye (11 years old) which have two times recurrences after external DCR, were applied endonasal endoscopic DCR and silicon tube intubation. Six eyes of 6 patients whose ages were between 12-14 underwent external DCR operation and silicon tube intubation. The cases were followed about 1 year and success rate was 100%. So we found that after unsuccessful silicon tube implantation in 4 -7 years old children it may be better to perform endonasal endoscopic DCR, in children greater than 7 years old external DCR should be preferred.

5.
KARIN ÖN DUVARI ATEŞLİ SİLAH YARALANMALARINDA LAPAROTOMİ KARARI
DECISION OF LAPAROTOMY OF GUNSHOT WOUNDS TO ANTERIOR ABDOMINAL WALL
Selahatlin Vural, Barış Tuzun, Nimet Süslü, Feyyaz Onuray, Erhan Tuncay, Gülay Dalkılıç, Orhan Şad
Sayfalar 82 - 86
Karın boşluğuna penetre kesici-delici alet yaralanmaları konservatif olarak takip edilip negatif laparotomiler azaltılmış olmasına rağmen, ateşli silah yaralanmalarında halen kabul edilmiş takip etme kriterleri bulunmamaktadır. Kliniğimize başvuran olgularda yaptığımız bu çalışmada, karın ön duvarında ateşli silah yaralanması olan olgularda negatif laparotomi oranımızı araştırdık. Son 5 yıllık dönemde (1.1.1999-1.1.2004) kliniğimize başvuran 41 olgu retrospektif olarak incelendi. Bu 41 olgunun yaş ortalaması 30,5 (14-75), erkek/kadın oranı 35/6 idi. Otuz yedi (%90,2) olgu direk laparotomiye alındı, 4 (%9,8) olgu ise diagnostik periton lavajı ile değerlendirildi, laparotomi uygulanmadı. İçi boş organ yaralanmasına 28 (%68,2) olguda rastlanırken, solid organ yaralanmasına 16 (%38,9) olguda rastlandı. Üç (%8,1) olguda ise laparotomi ile organ yaralanmasına rastlanmadı. Toplam 41 olgu içerisinde karın içi organ yaralanması gelişmeyen 7 (%17,1) olgu mevcuttu. Karna penetre ateşli silah yaralanmalarında, fizik muayenede akut karın bulguları olan, hemodinamik açıdan stabil olmayan olgularda laparotomi kaçınılmazdır. Çalışmamızda % 17, l olguda cerrahi girişim gerektirecek yaralanma ve bu olgularda mortalite gelişmemiştir. Hemodinamik açıdan stabil ve karında hassasiyet olmayan, radyolojik yöntemlerle cerrahi girişim gerektirmediğine inanılan olguların, laparotomisiz takip edilebileceğini düşünüyoruz. Böyle olgularda klinik gözlem, diagnostik periton lavajı veya diagnostik laparoskopi tercih edilebilir.
Although conservative follow-up of the stab wounds, which penetrate the abdominal cavity, reduces negative laparotomies, gunshots wounds penetrate to the abdominal cavity have no accepted follow-up criteria yet. In this study, we evaluated the patients with negative laparotomies after gunshot wounds to anterior abdominal wall. Forty-one cases, admitted to our clinic between 1.1.1999-1.1.2004, were retrospectively evaluated. Mean age was 30, 5 (14-75) and male/female ratio was 35/6. Thirty-seven (90,2%) cases were treated with laparotomy, 4 (9,8%) cases were treated with diagnostic peritoneal lavage without laparotomy. Hollow organs were injured in 28 (68,2%) cases and solid organs were injured in 16 (38,9%) cases. In 3 (8,1%) cases no visceral injuries were found at the time of laparotomy. In 7 (17,1%) out of 41 cases had no intraabdominal visceral injuries. Laparotomy is inevitable in cases who have abdominal tenderness or hemodynamic instability after gunshot wounds to the abdominal cavity. In our study, no injury was observed in 17,1% of cases and no mortality was observed in this group. We think that, hemodynamically stable patients who have no radiological findings indicate surgery and who have no abdominal tenderness may be treated conservatively. Diagnostic peritoneal lavage, diagnostic laparoscopy and clinical follow may be chosen in these cases.

6.
TIP 1 DİYABETLİLERDE PERİFERİK NÖROPATİ VE SEMPTOMATİK KARPAL TÜNEL SENDROMU SIKLIĞI
PREVALENCE OF PERIPHERAL NEUROPATHY AND SYMPTOMATIC CARPAL TUNNEL SYNDROME IN TYPE 1 DIABETICS
Recep Alp, Haluk Sargın, Güven Bulut, Mehmet Sargın, Ülkü Türk Boru, Ali Yayla
Sayfalar 87 - 89
Karpal tünel sendromu (KTS) en sık görülen tuzak nöropatilerdendir. Diyabetlilerde normal populasyona göre KTS daha sık görülmekte, ancak sıklığı değişik çalışmalara göre farklılık göstermektedir. Bu çalışmada, tip l diyabetlilerde semptomatik KTS prevalansının ve bununla ilişkili durumların araştırılması amaçlandı. Çalışmaya hastanemiz Diyabet Ünitesi'nde takip edilen tip l diyabet tanısı konmuş ardışık 67 hasta alındı. KTS'na neden olabilecek başka hastalığı olanlar çalışmaya alınmadı. Vakalar KTS semptomları açısından sorgulandı, provakatif testlerle tanı kondu, EMG ile tanı desteklendi. Hastaların 35'i (%52.2) erkek, 32'si (%47.8) kadın olup yaş ortalaması 27.1±9.4 yıl, diyabet başlangıç yaş ortalaması 19.9±8.2 yıl, diyabet süreleri ortalaması 7.2±6.8 yıl, HbA1C düzeyi ortalaması 9.4±2.6 olarak bulundu. Vakaların 8'inde (%11.9) genel olarak KTS semptom ve bulgularına rastlandı. EMG yapılan hastaların tümünde nöropati zemininde veya nöropatisiz KTS tanısı kondu. EMG yapılan hastalardan 7'sinde (%87.5) polinöropati vardı. KTS tespit edilen hastaların 7'si kadındı. Çalışmamızdaki diyabetlilerde saptanan semptomatik KTS sıklığı literatürle uyumlu bulundu. Ayrıca KTS'nun kadınlarda daha sık görüldüğü ve diyabet süresi ile ilişkili olduğu tespit edildi.
Carpal Tunnel Syndrome (CTS) is one of the frequently seen trap neuropathy. CTS are more common in diabetics than the normal population. The prevalence of CTS in diabetics was changed according to the different studies. In this study, we aimed to investigate symptomatic CTS prevalence in diabetics and related conditions with this. 67 patients, who were consecutively admitted to the diabetes outpatient clinic of our hospital, were enrolled in the study. Patients who had other disease that can be a cause of CTS were dropped out. Patients were asked for CTS symptoms, diagnosed with provocative tests and diagnosis of CTS was confirmed with EMG. The mean age, the age of beginning diabetes, diabetes duration and HbA1C levels of the 67 patients [35 (52.2%) male, 32 (47.8%) female] were 27.1±9.4 years, 19.9±8.2 years, 7.2±6.8 years and 9.4±2.6 respectively. CTS symptoms were found in 8 (11.9%) patients. All patients who were performed EMG, were diagnosed as CTS with or with neuropathy. Polyneuropathy was found with EMG in 7 (87.5%) patients. In our study, the prevalence of symptomatic CTS among type 1 diabetics was in concordance with literature. Furthermore, we found that CTS is more frequent in females and related with diabetes duration.

7.
SERT VE SIKI YAPIŞIK MEMBRANLI DİYABETİK PROLİFERASYONLARDA ANATOMİK VE GÖRSEL PROGNOZ YÖNÜNDEN VİTREKTOMİ TEKNİĞİNİN ÖNEMİ
THE IMPORTANCE OF VITRECTOMY TECHNIQUE CHOSEN IN DIABETIC RETINOPATHY CASES WITH HARD AND FIRMLY ATTACHED MEMBRANES REGARDING ANATOMICAL AND VISUAL PROGNOSIS
Pınar Varcan, Yusuf Özertürk, Arif Koytak, Ş Pınar Eker, Sevilay Bıçakçı
Sayfalar 90 - 92
Bu çalışma, sert ve sıkı yapışık membranlı proliferatif diyabetik retinopatide anatomik ve görsel prognoz yönünden vitrektomi tekniği seçiminin öneminin araştırılması amacıyla yapılmıştır. Nisan 2001-Ocak 2003 tarihleri arasında kliniğimizde öpere edilen 12'si tip l, 23'ü tip 2 diyabetli yaş ortalaması 56.2 (36-77) olan 35 hastanın (20 kadın, 15 erkek) 37 gözü çalışmaya dahil edildi. Retina yüzeyini bir tabaka halinde örten membranlarda klasik pars plana vitrektomi (PPV) yapıldıktan sonra; retinaya sıkı yapışık yerleri bir sap şeklinde olan membranlar retinal spatula yardımıyla delamine edilip horizontal makasla kesilerek çıkartıldı. Retinaya birden fazla sapla veya bütün yüzeyi boyunca sıkı yapışık membranlar hızlı kesici prob (1500/dk/kesme) yardımıyla azami tıraşlama yapıldıktan sonra kalan kısmı çıkartılmadan bırakıldı. Bırakılan membranların etrafına yoğun endolazer fotokoagülasyon uygulandı. Hastalar ortalama 12,6 (6-20) ay takip edildi. Proliferatif diyabetik retinopatide, retinaya sıkı yapışık sert membranlarda, membranları intravıtreal penslerle ve total olarak çıkartmaya çalışmamak, daha ziyade intravitreal spatula, intravitreal makas ve hızlı kesici vitrektomi gibi aletlerin kullanılmasının ve silikon yağı verilmesinin anatomik ve görme prognozunu olumlu yönde etkilediğini düşünmekteyiz.
This study was performed to investigate the importance of selection of vitrectomy technique in diabetic proliferation with hard and firmly attached membranes. This study was performed between April 2001-January 2003. Thirty-seven eyes of 35 patients (15 males, 20 females) with a mean age of 56.2 (range, 36 to 77 years) were included in this study. Twelve of the patients had type 1 diabetes while 23 of them had type 2 diabetes. Membranes with a stalk-shaped firm attachment site to the retina were delaminated with the help of a retinal spatula, cut with horizontal scissors and excised thereafter. Membranes that were attached to the retina through more than one stalk and those that were firmly attached throughout their surface were shaved as much as possible with a high speed cutter probe (cutting speed, 1500 per min.) and the remaining parts were left in their places. Endolaser photocoagulation was applied densely around these remaining membranes. The mean patient follow-up period was 12.6 months (range, 6 to 20 months). In proliferative diabetic retinopathy cases with thick, stiff and firmly attached membranes, attempts to remove the membranes totally and with intravitreal pincers frequently cause serious complications. Retinal spatulas, retinal scissors and a high-speed cutter vitrectomy probe are more safely employed in such cases. The usage of silicone oil also positively affects the prognosis.

8.
KLİNİĞİMİZDE KARACİĞER HİDATİK KİST HASTALIĞINDA RADİKAL CERRAHİ GİRİŞİMLERİMİZ
RADICAL SURGICAL OPERATIONS FOR LIVER HYDATID DISEASE IN OUR CLINIC
Barış Tuzun, Murat Çağ, Nimet Süslü, Feyyaz Onuray, Cem Gezen, Levent Kaptanoğlu, Selahattin Vural, Orhan Şad
Sayfalar 93 - 97
Bu çalışmada kliniğimizde Ocak 2000-Mayıs 2004 tarihleri arasında, radikal yöntemler ile ameliyat edilen olgular geriye dönük olarak değerlendirildi. Karaciğer hidatik kisti nedeni ile 44 olguya cerrahi tedavi uygulandı. Bu olgulardan 30'una(%68,l) parsiyel kistektomi, 14'üne (%31,8) ise radikal cerrahi girişimler uygulandı. Radikal cerrahi girişim uygulanan olguların yaş ortalamaları 41,3±23,7 yıl ve erkek/kadın oranı: 6/8 olarak hesaplandı. Bu 14 olguda bulunan 17 kist çıkarıldı. On dört (%82,3) olguya perikistektomi, 2 (%11,7) olguya sol lateral segmentektomi ve l (%5,8) olguya ise segment 6 rezeksiyonu uygulandı. Operasyon süresi ortalama 132,1±47,9 dakika olarak bulundu. Ameliyat sonrasında ortalama yatış süresi 5,5±1,5 gündü. Tüm olgular değerlendirildiğinde morbidite %14,2 olarak hesaplandı. Mortalite gelişmedi ve safra fistülü görülmedi. Rekürrense rastlanmadı. İyi seçilmiş olgularda radikal hidatik kist ameliyatları güvenilirdir. Kliniğimizde son yıllarda daha fazla başvurulan bu yöntemlerin daha az safra fistülü gelişmesi, daha az morbiditeleri olması, albendazol kullanımına gerek duyulmaması, skolisidal ajanlara ihtiyaç duyulmaması ve karın boşluğuna kontaminasyon riskinin olmaması gibi avantajları vardır.
Patients with hydatid disease, who were operated with radical techniques between January 2000-May 2004, were retrospectively evaluated. Forty-four cases with hydatid disease in liver were operated. Partial cystectomy was performed in 30 (68,1%) cases and 14 (31,8%) of them underwent radical operations. The mean age was 41,3±23,7 for radical operations and male/female ratio was 6/8. Seventeen cysts were excised in 14 cases. Fourteen (82,3%) pericytectomy, 2(11,7%) left lateral segmentectomy and 1 (5,8%) segment 6 resection were performed. Mean operation time was 132,1±47,9 minutes. Mean hospitalization time was 5,5±1,5 days after the operation. The morbidity ratio was 14,2% and no mortality was observed. Neither bile leakage nor recurrence occurred in our patients. Radical hydatid cyst operations are safe methods in selected cases. In our clinic, radical hydatid cyst operations have been performed more often in recent years and these operations may have advantages of lower bile leakage or lower morbidity rates. Furthermore, albendazole treatment and the use of scolisidal agents are not needed in these patients, since there is no risk of abdominal cavity contamination.

OLGU SUNUMU
9.
SPONTAN İNTRAKRANYAL HİPOTANSİYON: OLGU SUNUMU
SPONTANEOUS INTRACRANIAL HYPOTENSION: CASE REPORT
Murat Örten, Himmet Dereci, Orhan Yağız, Çimen Kalender, İlkay Yıldırım, Aysel Tekesin
Sayfalar 98 - 99
Spontan intrakranyal hipotansiyon düşük beyin omurilik sıvısı basıncı ve buna bağlı oluşan ortostatik baş ağrısı ile karakterizedir. Biyolojisinden meningeal beyin omurilik sıvısı kaçakları sorumlu tutulmaktadır. Kranyal manyetik rezonans görüntülemede diffüz pakimeningeal gadolinyum tutulması olan nadir görülen bir sendromdur.
Spontaneous intracranial hypotension is characterized by low cerebrospinal fluid pressure and the prominent feature of the syndrome is orthostatic headache. Meningeal cerebrospinal fluid leakage is blamed at the etiology. It is a rare syndrome where the diffuse pachimeningeal gadolinium enhancement can be observed in the cranial magnetic resonance imaging studies.

10.
EPİDURAL ANESTEZİ SIRASINDA OLUŞAN HORNER SENDROMU
HORNER'S SYNDROME DURING EPIDURAL ANESTHESIA
Hakan Erkal, Yaman Özyurt, Zuhal Arıkan
Sayfalar 100 - 101
Epidural anestezi sırasında gelişen Horner Sendromu, yüksek seviyeye yayılan epidural bloğun ilk bulgusu olabilen, ancak geriye dönüşümlü bir komplikasyondur. Bu çalışmada, ortopedik cerrahi girişim nedeniyle epidural anestezi uygulanan 64 yaşındaki erkek olguda Horner Sendromu gelişmesini sunduk. Ayrıca, Horner Sendromu'nun gelişmesinden sorumlu mekanizmaları gözden geçirdik.
The Horner's syndrome, which may be seen during epidural anesthesia, is a reversible complication and may be accepted as the first symptom of the extensively spreading blockade. In this report a Horner's syndrome case, developed during the management of an epidural anesthesia for orthopedic operation, is presented and the mechanisms responsible for development of the syndrome are revised.

11.
MONZİGOTİK İKİZLERDE EŞ ZAMANLI RENAL KOLİK: OLGU SUNUMU
SIMULTANEOUS RENAL COLIC IN MONOZYGOTIC TWINS: CASE REPORT
Cemal Göktaş, Önder Cangüven, Erkan Hirik, Selami Albayrak
Sayfa 102
Monozigotik ikizler tek döllenmiş yumurtanın ikiye bölünmesi ile oluşur, benzer genler taşır. Literatürde monozigotik ikizlerde eş zamanlı başlayan birçok hastalık bulunmaktadır. Bu olguda monozigotik ikizlerde eş zamanlı başlayan renal kolik semptomları bulunmuştur. Bu şaşırtıcı olguyu tartışmak istiyoruz.
The division of a single fertilized ovum is forming monozygotic twins, carrying identical genes. There are plenty of literatures on simultaneous onset of diseases in monozygotic twins. Simultaneous renal colic symptoms were seen in monozygotic twins in this case. We would like to discuss about this amazing case.

12.
Memede nüks malign filloides tümör tanılı hasta ve radyoterapi: Olgu sunumu
Recurrent malign cystosarkoma phylloides and radiotherapy: Case report
Alpaslan Mayadağlı, Özgür Ozan Şeşeoğulları, Hüseyin Tepetam, Zerrin Özgen, Kimia Çepni, M. Levi Akın
Sayfalar 103 - 104
Sistosarkoma filloides memenin yaygın olmayan bir tümörüdür. Tümör histopatolojik olarak fibroadenom ile benzerlik göstermektedir. Filloides tümöründe cerrahi sonrası lokal nüks olasılığı yüksektir. Tümörün büyüklüğü ve cerrahi sınırın pozitif olması filloides tümörünün doğal seyrinde nüks açısından yüksek risk göstergesidir. Radyoterapi seçilmiş vakalarda endikedir.
Cystosarkoma phyllodes is an uncommon neoplasm of the breast. The tumor is similar to fibroadenoma in structure. The local recurrence rate is high after limited surgery for malignant phyllodes. In phyllodes tumor’s natural progress, tumor size and positive surgical margin shows a higher risk for recurrence. Radiotherapy is indicated in selected cases.

13.
ATEŞ YİYENLERİN PNÖMONİSİ: OLGU SUNUMU
FIRE-EATER'S PNEUMONIA: CASE REPORT
Elif Torun, Benan Çağlayan, Nagihan Durmuş, Ayşegül Eren, İpek Erdem, Ülkü Aka Aktürk, Gülsen Saraç
Sayfalar 105 - 107
Ateş yiyenlerin pnömonisi hidrokarbon ürünlerinin aspirasyonuna bağlı olarak gelişen, nadir görülen akut bir pnömoni tablosudur. Nefes darlığı, öksürük, hemoptizi, göğüs ağrısı, ateş, akciğer konsolidasyonları ve ardından lezyonların pnömotoseller oluşturarak kaviteleşmesi ile karakterizedir. Akut psödoenfeksiyöz bir durum olarak açıklansa da süperenfeksiyonlar eşlik edebilmektedir. Tedavide kortikosteroid ve antibiyotikler kullanılır. Bu olgu sunumunda gaz aspirasyonu sonrası ateş yiyenlerin pnömonisi gelişen 23 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur.
Fire-eater's pneumonia, a rare form of acute pneumonitis, develops after aspiration of hydrocarbon products. It is characterized by symptoms such as dyspnea, cough, hemoptysis, chest pain, fever and lung consolidations which typically cavitate forming pneumatoceles. Despite the fact that it is a pseudoinfectious entity, superinfections may sometimes coexist. Corticosteroids and antibiotics are used in treatment. In this study, a 23-year-old male patient with fire-eater's pneumonia due to gas aspiration is presented.

14.
HEMOLİTİK ÜREMİK SENDROM: 4 OLGU SUNUMU
HEMOLYTIC UREMIC SYNDROME: 4 CASES REPORT
Öznur Kılıç, Turgut Ağzıkuru, Serdar Cömert, Neslihan Çiçek, Ayça Vitrinel, Yasemin Akın
Sayfalar 108 - 110
Hemolitik üremik sendrom (HÜS) süt çocuklarında akut böbrek yetmezliğinin en sık nedeni olup mikroanjiyopatik hemolitik anemi, trombositopeni ve akut nefropatiyle karakterize bir hastalıktır. Yeni geçirilmiş diare veya üst solunum yolu enfeksiyonu olan hastalarda azotemi, ateş ve hematolojik anormallikler varsa mutlaka HÜS akla gelmelidir. Hipertansiyonun agresif tedavisi, uygun elektrolit ve sıvı tedavisi, erken diyaliz ve nütrisyonel destek mortaliteyi önler. Biz bu olgu sunumunda HÜS tanısı alan ve farklı şekillerde sonuçlanan 4 olguyu sunarak, süt çocukluğu döneminde akut böbrek yetmezliğinin önemli bir nedeni olan HÜS'e dikkat çekmeyi amaçladık.
Hemolyüc uremic syndrome, characterized by microangiopathic hemolytic anemia, thrombocytopenia and acute nephropathy is the most frequent cause of acute renal failure during infancy. Hemolytic uremic syndrome should be suspected in a child with azotemia, fever and hematological abnormalities after a recent diarrhea or upper respiratory tract infection episode. Aggressive treatment of hypertension, fluid and electrolyte restoration, early dialysis and nutritional support decreases the mortality. In this case report, we presented 4 hemolytic uremic syndrome patients with different prognosis to emphasize the importance of the disease as the most frequent cause of acute renal failure in infancy.

15.
NPS-1 TİPİ BROCQ'UN EPİDERMOLİTİK HİPERKERATOZU: OLGU SUNUMU
EPIDERMOLYTIC HYPERKERATOSIS OF BROCQ SUBTYPE NPS-1: CASE REPORT
Özer Arıcan, Harun Çıralık, Sezai Şaşmaz, Mesut Garipardıç
Sayfalar 111 - 114
İktiyozis kelimesi Yunanca balık anlamına gelen "ichthys" kelimesinden türemiş olup, genel olarak aşırı skuamlı bir grup hastalığı tarif etmek için kullanılmaktadır. Bu grupta yer alan ve nadir olarak 200000-300000'de bir gözlenen Brocq'un epidermolitik hiperkeratozunun otozomal dominant geçişli olduğu düşünülmekle beraber çoğu olgu sporadiktir. Keratin 1 ve 10'da mutasyon tespit edilmiştir. Doğumda büyük büller gözlenen hastalıkta daha sonraları balık pulu görünümü yerleşmektedir. Benzer histopatolojik bulgulara rağmen değişik klinik özellikler taşıyan 6 alt tipi tanımlanmıştır. Burada, nadir görülmesi nedeniyle 5 yaşındaki bir kız çocuğunda Brocq'un epidermolitik hiperkeratozu (alt tip NPS-1) sunulmuş, hastalığın etyopatogenezi, klinik bulguları ve tedavisinden söz edilerek kısaca ayırıcı tanısı vurgulanmıştır. Hastaların dış görünümleri ile birlikte psikolojilerini ve sosyal yaşamlarını etkileyen bu tür hastalıklara biz hekimlerin daha çok eğilmesi ve tedavisine multidisipliner olarak yaklaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Şüphesiz ülkemizde sık ihmal edilen genetik danışmanlık da bu ailelere verilmelidir.
The word ichthyosis is derived from Greek word 'ichthys' which means fish. It is used to name a group of diseases with excessive scales. Epidermolytic hyperkeratosis of Brocq, which is seen very rarely (1 in 200000-300000), can be considered in this group and it could be autosomal dominant transmitting, but most of the cases are sporadic. Mutation has been detected in keratin 1 and keratin 10. After birth, large blisters can be seen but later they take the appearance of fish scale. In spite of similar histopathological features, because of different clinical characteristics, 6 sub-types have been determined. In this paper, as it is rarely seen, epidermolytic hyperkeratosis of Brocq (subtype NPS-1) in a 5 years old girl is presented. The etiopathogenesis, clinical findings and treatment of disease are given with an emphasis on differential diagnosis. We, doctors, would like to underline that we have to deal with this disease with a multi-disciplinary approach as it not only affects the external look of the patients but also affects their psychological and social life. Undoubtedly, genetic consulting which is widely ignored in our country must be given to these families.

16.
MİYASTENİK KRİZ VE YOĞUN BAKIM: OLGU SUNUMU
MYASTHENIC CRISIS AND INTENSIVE CARE UNIT: CASE REPORT
Banu Çevik, Elif Bombacı, Ayşegül Çizen, Tülin Yollu Atakan, Ayşenur Boztepe, Serhan Çolakoğlu
Sayfalar 115 - 117
Miyastenia gravis sinir-kas kavşağında iletim defekti sonucu ortaya çıkan ve kuvvet azlığı ile seyreden otoimmun bir hastalıktır. Miyastenik kriz, hastaların yaklaşık %15-20'sinde karşılaşılan, solunum yetmezliği ile seyreden ve mekanik ventilasyon gerektiren hayati bir durumdur. Tedavi hem sinir-kas bileşkesi hem de immün sisteme yönelik olmalıdır. Mekanik ventilasyon ve immunoterapilerin yaygın kullanımı miyastenik krizin prognozunu değiştirebilir. Nöroloji kliniğinde takip edilmekte olan ve solunum sıkıntısı gelişmesi üzerine yoğun bakıma alınıp mekanik ventilasyon uygulanan, immunoterapi ile olumlu sonuçlar aldığımız iki olgu nedeniyle miyastenik krizi ve tedavisini tartışmak istedik.
Myasthenia gravis (MG) is a disorder of neuromuscular transmission, manifesting variable weakness of skeletal muscle. Myasthenic crisis, defined as respiratory failure requiring mechanical ventilation is a common life-threatening complication that occur approximately 15% to 20% of patients with MG. Management relies on combination of medications that influenced the function of the neuromuscular junction and the immune response. The advent of effective mechanical ventilation and widespread use of immunotherapies have substantially altered the prognosis of myasthenic crisis. We discussed the myasthenic crisis and its treatment by means of good prognosis related to mechanical ventilation and immunotherapies in patients followed up by neurology department and improved respiratory distress.

17.
BATIN DUVARINDA HETEROTOPİK OSSİFİKASYON: OLGU SUNUMU
HETEROTOPIC OSSIFICATION UNDER ABDOMINAL WALL: CASE REPORT
F Cem Gezen, Selahattin Vural, Mustafa Öncel, Feyyaz Onuray, Cengiz Menteş, Sevinç Keser, Ali Alıcı, H Tarık Kırat, Engin Baştürk
Sayfalar 118 - 119
Laparotomi sırasında kemik dokunun insizyon skarına ekimi ile gelişen heterotopik ossifikasyon laparotominin nadir komplikasyonlarındandır. Semptomatik olan hastalarda kitlenin eksizyonu önerilmektedir. Bu yazıda 12 ay önce akut pankreatit nedeniyle göbek üstü orta hat insizyonuyla öpere edilen 69 yaşında bir erkek hasta prezente edilmektedir. Hastanın ağrıları nedeniyle yapılan ultrasonografisinde insizyonel herni izlenmesi sonrasında herni tamiri amacıyla öpere edilmiş, ancak peroperatuar 10x4x2 cm boyutlarında kemik yapısıyla karşılaşılmış ve total eksizyon uygulanmıştır. Patolojik incelemesinde kitlenin heterotopik ossifikasyon olduğu izlenmiştir. Bu olgu ile insizyonların seyrek görülen bu ilginç komplikasyonunun tanı ve tedavisindeki ayrıntıların incelenmesi amaçlanmıştır.
Heterotopic ossification is a rare complication of laparotomy occurs secondary to the seeding of bone particles to the incision. Total excision is the procedure of the treatment if it is symptomatic. In this paper, a patient who was operated for acute pancreatitis via a midline incision 12 months before the admission is presented. Ultrasound examination was performed for the evaluation of severe incisional pain, revealed an incisional hernia. The patient underwent an operation aiming hernia repair, however a 10x4x2 cm in-diameter mass, which was totally excised, was observed at the time of surgery. The pathological examination of the specimen revealed a piece of mature bone (heterotopic ossification). The aim of this paper is to present the details of the diagnosis and treatment of this interesting entity.

DERLEME
18.
ORTOPEDİK CERRAHLARIN PRİMER HİPERPARATİROİDİZM HAKKINDA BİLMESİ GEREKENLER
Önder Ofluoğlu, H Yener Erken, Ender Sarıoglu
Sayfalar 120 - 123
Makale Özeti |Tam Metin PDF

19.
NONKARDİYAK HASTANIN PREOPERATİF DEĞERLENDİRİLMESİ
Ahmet Akın, Özgür Keşkek, Hasan Kılıç, Rahmi Irmak
Sayfalar 124 - 127
Makale Özeti |Tam Metin PDF

20.
TORAKS RADYOTERAPİSİ SONRASINDA GELİŞEBİLEN ENDER BİR KOMPLİKASYON: BRONŞİOLİTİS OBLİTERANS ORGANİZE PNÖMONİ
Altay Martı, Alpaslan Mayadağlı
Sayfalar 128 - 131
Makale Özeti |Tam Metin PDF

LookUs & Online Makale