ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 26 (1)
Volume: 26  Issue: 1 - 2015
1.Cover
Keah 2015–1
Page I

RESEARCH ARTICLE
2.Impact of HCG Day Progesteron Levels on IVF Outcome
Zehra Sema Özkan, Ekrem Sapmaz, Mustafa Ekinci, Hüseyin Timurkan
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.35693  Pages 1 - 6
AMAÇ: Gonadotropin salgılatıcı hormon (GnRH) agonist/antagonisti ile hipofizer down-regülasyon yapılan kontrollü overyan hiperstimülasyon (KOH) sikluslarında, human koryonik gonadotropin (hcg) uygulandığı gün plazma progesteron (P) düzeyinin tedavi sonuçlarına etkisini araştırmak.
YÖNTEMLER: Bu çalışmada Tüp Bebek Ünitemizde KOH + intrasitoplazmik sperm injeksiyonu uygulanan 217 siklusun stimülasyon özellikleri incelendi. Hcg günü P seviyesinin 1 ng/mL ve 1.5 ng/mL üzerine çıkmasının elde edilen oosit, matür oosit ve fertilize oosit sayıları ile gebelik oranlarına etkisi olup olmadığını araştırdık.
BULGULAR: P eşiği 1 ng/mL alındığında prematür lüteinizasyon (PL) insidansı %34 iken; P eşiği 1.5 ng/mL alındığında %8 idi. Hipofizer down-regülasyon için GnRH agonisti ya da antagonisti kullanılması, PL insidansı için anlamlı bir fark oluşturmadı. Fertilizasyon ve implantasyon oranları 1 ng/mL eşiğinde bir fark göstermezken; 1.5 ng/mL eşiğinin üstünde gebelik ve implantasyon gözlenmedi. P değeri 1.5 ng/mL‘yi aştığında gebelik üzerine OR=0.52 oranında (%95 CI=0.332-0.844, p<0.01) etki ettiği gözlendi.
SONUÇ: PL için kabul edilmiş kesin bir P eşik değeri bulunmamakla beraber 1.5 ng/mL üzerine çıktığında gebelik gerçekleşmediğini gözledik.

OBJECTIVE: The aim of this study was to investigate the impact of plasma progesteron (P) level on human chorionic gonadotrophin (hcg) administration day during controlled ovarian hyperstimulation (COH) cycles which were down-regulated with either gonadotrophin releasing hormone (GnRH) agonist or antagonist.
METHODS: This study was conducted with 217 COH+ intracytoplasmic sperm injection cycles performed at our IVF Center. We evaluated the impact of P levels higher than 1 ng/mL and 1.5 ng/mL on hcg day for parameters of total retrieved, mature and fertilized oocyte numbers and pregnancy rates.
RESULTS: Incidence of premature luteinization (PL) was 34% among women with P greater than 1 ng/mL, and 8% among women with P greater than 1.5 ng/mL. There was no significant difference in PL incidence following the use of GnRH agonist and antagonist. The fertilization and implantation rates did not differ significantly among women with P levels higher than 1 ng/mL relative to women with P levels lower than 1 ng/mL. Pregnancy did not occur in women with P levels higher than 1.5 ng/mL. P levels higher than 1.5 ng/mL had a statistically significant influence on the rate of pregnancy (OR=0.52, 95% CI=0.332 – 0.844, p<0.01).
CONCLUSION: There is no consensus on the threshold level of P for PL. In our study we observed no pregnancies among women with P levels higher than 1.5 ng/mL.


3.Evaluation with short-term follow-up of the factors affecting the success of Pavlik harness treatment for developmental dysplasia of the hip
Seyit Ali Gümüştaş, Güven Bulut, Mehmet Müfit Orak, Talat Çağırmaz, Tolga Onay, Halil İbrahim Bekler
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.19480  Pages 7 - 12
AMAÇ: Gelişimsel kalça displazisinin (GKD) Pavlik bandajı ile tedavisinin başarısını etkileyen faktörleri kısa süreli takiple değerlendirmek.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda ultrasonografi (USG) ile GKD tanısı konup Pavlik bandajı ile tedavi edilen 0-6 ay arası 55 hasta (76 kalça) incelendi. Tedavi başlangıcındaki fizik muayene bulguları, GKD açısından tanımlanmış risk faktörleri, kalçaların Graf metoduna göre tipleri ve tedavi başlangıç yaşı ile Pavlik bandajı tedavisinin sonuçları karşılaştırıldı. Elde edilen verilerin tedavi sonucuna etkileri analiz edildi.
BULGULAR: Pavlik bandajı ile tedaviye başlama yaşı ortalama 2.80±1.97 ay, Pavlik bandajı kullanım süresi 3.80±1.73 ay, ortalama takip süresi 20.9 ay (6-46 ay) idi. Hastaların 48’inde (68 kalça-%89.5) Pavlik bandajı ile tedavi başarılı olurken, yedisinde (8 kalça-%10.5) kapalı redüksiyon ve pelvi-pedal alçı yapılması gerekti. Tedavi öncesi kalçanın disloke (Graf tip 3 ve 4) olması (p=0.010), makat gelişi (p=0.030) ve kundak kullanım öyküsü varlığı (p=0.003) çok değişkenli analizde Pavlik bandajı tedavisinin başarısını olumsuz etkileyen faktörler olarak tespit edildi.
SONUÇ: Tedaviye başlama yaşı ile kundak kullanımı başarı oranına etki eden değiştirilebilir faktörlerdir. Tarama ile GKD olguları erken saptanarak tedavi başarısı artırılabilir. Ayrıca ülkemizde halen sorun olan kundak ile mücadele edilerek GKD riski azaltılabileceği gibi, Pavlik bandajı ile erken dönem tedavinin başarısı da artırılabilir.
OBJECTIVE: The aim of this study is to assess the factors affecting the success of early treatment for developmental dysplasia of the hip (DDH) with the Pavlik harness over the course of short-term clinical follow up.

METHODS: We evaluated the medical records pertaining to 55 patients (76 hips) who were diagnosed with DDH by ultrasonography (USG) and treated using the Pavlik harness. Physical examination findings at the beginning of treatment, risk factors associated with DDH, hip types as determined by the Graf method, and age at the start of treatment were evaluated as potential factors related to the results of Pavlik harness treatment.

RESULTS: The average age at the time of treatment by Pavlik harness was 2.80±1.97 months. Mean usage time was 3.80±1.73 months and mean follow-up time was 20.9 months (6-46 months). While treatment with the Pavlik harness was successful in 48 patients (68 hips-89.5%), 7 patients (8 hips-10.5%) exhibited closed reduction and hip spica cast. Multivariate analysis identified the presence of a dislocated hip (Graf type 3 and 4) (p=0.010), breech presentation (p=0.030), and history of swaddle (p=0.003) as factors adversely affecting the success of a Pavlik harness treatment.
CONCLUSION: Age at the start of treatment and the use of swaddling are modifiable factors that affect treatment success rate. The rate of treatment success is increased by early detection of DDH cases through proper screening. The risk of the DDH can be reduced and efficacy of treatment interventions improved through the education of parents regarding swaddling techniques.

4.The Association Between Non-Alcholic Fatty Liver Disease With Carotid Intima Media Thickness
Abdulkadir Kırvar, Teslime Ayaz, Tugba Durakoğlugil, Serap Baydur Şahin, Osman Zikrullah Şahin, Emre Durakoğlugil
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.13284  Pages 13 - 18
AMAÇ: Çalışmada non-alkolik yağlı karaciğer hastaları ve sağlıklı kontrollerin karotid arter intima-media kalınlığınıın karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Hastanemiz dahiliye polikliniğe başvuran ve üst abdomen ultrasonografisinde karaciğer yağlanması tespit edilen 100 hasta ve yağlanması olmayan 30 kişi kontrol grubu olarak alındı. Tüm bireylerin, karotis intima media kalınlıkları ultrasonografi ile ölçüldü. Lipid profilleri, açlık serum insülini, açlık kan şekeri, homeostasis model of assessment-insulin resistance, C-reaktif protein ve karaciğer fonksiyon testleri ileriye yönelik olarak karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Hastalarının Karotis intima media kalınlıkları (sağ, sol ve ortalama değerleri için p<0.001), açlık kan şekeri (p<0.001), HOMA-IR (p=0.022), C-reaktif protein (p=0.010), aspartat amino transferaz (p<0.001), alanin amino transferaz (p<0.001), gama glutamil transferaz (p<0.001) değerleri, kontrol grubunun değerlerine göre anlamlı düzeyde yüksekti. Non-alkolik yağlı karaciğer hastalarının yüksek dansiteli lipoprotein (HDL) düzeyleri kontrollerle karşılaştırıldığında daha düşüktü (p=0.045). Gruplar arasında; Açlık serum insülini, total kolesterol, düşük densiteli lipoprotein (LDL) ve trigliserid (TG) açısından fark yoktu.
SONUÇ: Çalışmanın sonunda non alkolik yağlı karaciğer hastalarının karotis intima media kalınlığının kontrollere göre daha fazla olduğunu gördük. Bu artışın non alkolik yağlı karaciğer hastalarında, kardiyovasküler hastalık için, olası risk artışı açısından prognostik önemi olabilir.
OBJECTIVE: The aim of the study was to evaluate carotid artery intima media thickness in patients with non-alcholic fatty liver disease and in healthy controls.
METHODS: A total of 100 patients with hepatosteatosis as diagnosed by upper abdominal ultrasonography and 30 healthy subjects without hepatosteatosis who presented at the internal medicine clinic were enrolled in the study. Carotid artery intima media thickness was measured in all study subjects by ultrasonography. Patient lipid profile, fasting serum basal insulin, fasting plasma glucose, homeostatic insulin resistance, C- reactive protein level, and liver function tests were completed and evaluated in all study subjects.
RESULTS: Carotid artery intima media thickness was significantly higher among hepatosteatosis patients (p<0.001 for right, left and mean values). In addition, FPG (p<0.001), HOMA-IR (p=0.022), CRP (p=0.010), aspartate amino transferase (p<0.001), alanine amino transferase (p<0.001) and gamma glutamyl transferase (p<0.001)differed significantly between the patients and control groups. Non-alcoholic fatty liver disease patients exhibited significantly reduced high density lipoprotein (HDL) (p=0.045) compared relative to the control subjects. There was no difference in FSI, total cholesterol, low density lipoprotein (LDL) or triglyceride (TG) between the groups.
CONCLUSION: Carotid artery intima media thickness is greater among patients with Non-alcholic fatty liver disease relative to control subjects. Carotid artery intima media thickness may have prognostic significance as an indicator of cardiovascular disease risk in these patients.

5.Corneal Collagen Cross-Linking for Treatment of Keratoconus
Nadir Koçkar, Banu Acar, Alev Koçkar, Tahir Kansu Bozkurt
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.24085  Pages 19 - 24
AMAÇ: Keratokonusta ultraviole-A ve riboflavin kullanarak yapılan korneal kollajen çapraz bağlama (KKÇB) sonuçlarının değerlendirilmesi.
YÖNTEMLER: Bu geriye dönük çalışmada ilerleyici keratokonuslu 37 hastanın 37 gözü değerlendirildi. Santral 8-9 mm çapında kornea epiteli manuel olarak uzaklaştırıldı. İşlemden önce 30 dakika boyunca her beş dakikada bir %0.1’lik riboflavin solüsyonu damlatıldı. Kornea 30 dakika boyunca UV-A ile ışınlandı ve ışınlama sırasında her beş dakikada bir damla riboflavin solüsyonu damlatıldı. Hastaların ameliyat sonrası birinci, üçüncü, altıncı aylardaki takiplerde elde edilen gözlükle en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (GEİDGK), topografik keratometri (K) değerleri, refraksiyon değerleri kaydedildi.
BULGULAR: GEİDGK’de istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Ameliyat öncesi ortalama EİDGK 0.47±0.21’den 0.47±0.19’a değişti. Sferik eşdeğerde ortalama 0.55 D azalma saptandı (p<0.05). Ortalama K değerinde 0.53 D azalma saptandı. Bu azalma istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.05).
SONUÇ: Bulgular keratokonusta KKÇB sonrası düzelme ve stabilizasyon olduğunu göstermiştir. Bu çalışma KKÇB’nin keratokonusta güvenilir ve umut vaad eden bir metot olduğunu ileri sürmektedir.
OBJECTIVE: The aim of this study was to assess the results of corneal collagen cross-linking (CXL) with riboflavin using ultraviolet-A light for the treatment of keratoconus.
METHODS: Thirty seven eyes of 37 patients with progressive keratoconus were included in this retrospective study. The corneal epithelium was removed manually within the central 8-9 mm diameter area. A solution of 0.1% riboflavin was applied to the cornea every 5 min for 30 min prior to irradiation. The cornea was irradiated with UV-A light. During the 30 min irradiation, drops of riboflavin solution were applied to the cornea at 5 min intervals. During the follow up period, we recorded the best spectacle-corrected visual acuity (BSCVA), manifest refraction and corneal topographic changes at 1 month, 3 and 6 months.
RESULTS: There was no statistically significant change in BSCVA (p>0.05). The preoperative mean BSCVA was 0.47±0.21 and the postoperative BSCVA was 0.47±0.19. Spherical equalant decreased by an average of 0.55 D (p<0.05). The mean K value decreased by 0.53 D. There was a statistically significant decrease in the mean K reading (p<0.05).
CONCLUSION: The results show a stabilization and improvement in keratoconus after CXL. This suggests that CXL is a safe and promising method for the treatment of keratoconus.

6.Investigation of the factors effecting static balance in deaf subjects
Ali Kitiş, Nihal Büker, K. Emre Eren, Hakan Aydın
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.06926  Pages 25 - 30
AMAÇ: Bu çalışma işitme engeli olan bireylerin denge yeteneklerini işitme engeli olmayan sağlıklı bireylerle karşılaştırmak ve antigravite kaslarının kuvveti ile kas kısalıklarının denge üzerine etkilerini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEMLER: Rastgele seçilen 20 işitme engelli ile 41 işitme engeli olmayan sağlıklı birey çalışmaya dahil edildi. Tüm olguların sırt ekstansör ve quadriceps kas gruplarına kuvvet ölçümü, kalça fleksörleri ve hamstring grubu kaslar ile gastrocnemius kasına esneklik ölçümleri yapıldı. Laboratuvar ortamında SportKat Kinestetic Ability Trainer (SPORTKAT 550) cihazı kullanılarak statik denge ölçümü yapıldı.
BULGULAR: Gruplar arasında Hamstring kas kısalığı açısından anlamlı fark bulunmuştur (p=0.001). Denge değerlendirmesine ilişkin sonuçlar incelendiğinde; sola denge (p=0.01), öne denge (p=0.011) ve total denge (p=0.005) skorunda işitme engelli olmayan grup lehine istatistiksel olarak anlamlı fark elde edilmiştir.
SONUÇ: İşitme engelli bireylerde denge yeteneğini geliştirmeye yönelik çalışmalarda kas kısalıkları ve kuvvet kaybının da ortadan kaldırılması gerektiğini düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: This study is designed to compare balance abilities in deaf and healthy subjects and to determine the antigravity muscle strength and the effects of muscle shortness on balance.
METHODS: Twenty deaf and 41 healthy subjects selected at random for inclusion in this study. Back extensors, leg flexors, hamstring and gastrocnemius-soleus flexibility and quadriceps strength were measured. Static balance ability was evaluated in a laboratory setting using the SportKat Kinestetic Ability Trainer (SPORTKAT 550).
RESULTS: There was a significant difference in hamstring length between the two groups (p=0.001). Deaf patients exhibited decreased left-side balance (p=0.01), decreased anterior balance (p=0.011), and decreased total balance ability (p=0.005) in relative to healthy subjects.
CONCLUSION: We concluded that muscle shortness and loss of muscle strength must remove in studies that centred developing of balance abilities in deaf subjects.

7.Xanthogranulamatous Pyelonephritis Cases Mimicking Renal Tumors
Akif Türk, Ahmet Selimoğlu, Kadir Demir, Hasan Aslan, Osman Çelik, Mustafa Yücel Boz, Murat Tuncer, Aydın Özgül
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.59365  Pages 31 - 34
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı renal kitle nedeniyle cerrahi tedavi uygulanan hastalarda ksantogranülomatöz pyelonefrit sıklığını ve hastaların klinik özelliklerini araştırmaktır.
YÖNTEMLER: Hastanemizde 2005 ile 2011 yılları arasında renal kitle nedeniyle radikal nefrektomi veya nefron koruyucu cerrahi uygulanan 420 hasta geriye dönük olarak incelendi. Klinik ve histopatolojik bulgular değerlendirildi. Sonuç patolojisi ksantogranülomatöz piyelonefrit olan hastaların klinik özellikleri geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Böbrek hücreli kanser ön tanısıyla cerrahi tedavi uygulanan toplam 420 hastanın 36’sında ksantogranülomatöz piyelonefrit saptandı. Ksantogranülomatöz piyelonefrit insidansı %8.5 olarak tespit edildi. Ksantogranülomatöz piyelonefrit saptanan hastaların yaş ortalaması 38 yıl (24-48) olarak bulundu. Kadın/erkek oranı 2/1 idi. Hastaların 18’inde diabetes mellitus (DM) mevcuttu. Sekiz hastanın (%22) anamnezinde altta yatan taş hastalığı yok iken 28 hastanın (%78) daha önceden taş düşürme veya operasyon öyküsü mevcuttu.
SONUÇ: Ksantogranülomatöz piyelonefrit insidansı %8.5 olarak saptandı. Klinik hikaye ve radyolojik görüntülemelerle ksantogranülomatöz piyelonefrit düşünülen hastalarda antibiyoterapi ve destek tedavisi ile tedavi edilmeli tanının geciktiği durumlarda uygulanacak cerrahi tedavide hastanın klinik durumu gözönünde bulundurulmalıdır.
OBJECTIVE: The aim of this study is to evaluate the incidence of xantogranulomatous pyelonephritis and characterize the clinical features of patients who underwent surgical intervention to treat renal masses.
METHODS: The medical records of 420 patients who underwent radical nephrectomy or nephron sparing surgery due to a renal mass between 2005 and 2011 were retrospectively analyzed. The clinical and histopahological features of the patients who were diagnosed with xantogranulomatous pyelonephritis based on pathology results were retrieved and retrospectively evaluated.
RESULTS: Xantogranulomatous pyelonephritis was detected in 36 patients out of 420 who underwent surgery because of renal mass. The incidence of xantogranulomatous pyelonephritis was determined to be 8.5% in histopathological examination. The mean age of patients with xantogranulomatous pyelonephritis was 38 years. The ratio of female to male patients was 2: 1. Diabetes mellitus was detected in 18 patients. In 28 (78%) patients there was a history of nephrolithiasis or surgery, while there was no relevant medical history in eight (22%) patients.
CONCLUSION: The incidence of xantogranulomatous pyelonephritis was 8.5% in the present case series. Patients in which xantogranulomatous pyelonephritis is suspected based on clinical history and radiographic imaging should be treated with antibiotics and supportive care. In cases of delayed diagnosis, surgical treatment approaches should take into account the clinical state of the patient.

8.Evaluation of Dexamethasone-Haloperidol and Dexamethasone-Metoclopramide for the Treatment of Post-operative Nausea and Vomiting
Tahsin Şimşek, Osman Ekinci, Gülşen Bosna, Dilek Subaşı, Asu Özgültekin, Berna Terzioğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.97658  Pages 35 - 41
AMAÇ: Ameliyat sonrası dönemde en sık karşılaşılan bulantı ve kusma, ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir. Antiemetik özelliği olan deksametazonu diğer sık kullanılan antiemetikler haloperidol ve metoklopramid ile kombine ederek etkinliklerini karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Ameliyat sonrası dönemde bulantı kusma gözlenen hasta verileri incelendiğinde; DH ve DM kombinasyonlarının kullanıldığı hasta gruplarında, plasebo kullanılan hasta gruplarına göre, istatistiksel olarak anlamlı ölçüde daha düşük VDS değerlerinin elde edildiği görülmüştür (p<0.05).
BULGULAR: Hastanemizde elektif koşullarda laparoskopik kolesistektomi operasyonu planlanan ASA I-II grubundan, 18-65 yaşları arasında 80 hasta çalışmaya dahil edildi. Grup D’ye anestezi indüksiyonu öncesi deksametazon 5 mg iv, Grup DH’ye anestezi indüksiyonu öncesi deksametazon 5 mg iv bolus, ekstübasyondan 15 dk önce haloperidol 2 mg iv, Grup DM’ye anestezi indüksiyonu öncesi deksametazon 5 mg iv, ekstübasyondan 15 dk önce metoklopramid 10 mg iv uygulandı. Olgulardaki bulantı ve kusma şiddeti beş aşamalı Verbal Deskriptif Skala (VDS) ile değerlendirildi. Bulantı-kusma skoru 5, 15, 30. dakikalarda ve 1, 3, 6, 24. saatlerde kaydedildi.
SONUÇ: Çalışmamızda deksametazonun 5 mg’lık dozunun ameliyat sonrası bulantı kusmayı önlemede yetersiz kaldığı, DH ve DM kombinasyonları kullanımının POBK profilaksisinde etkili olduğu görülmüştür. Ancak en iyi VDS değerinin DM grubunda görülmesi nedeniyle DM grubunun DH grubuna göre daha iyi bir tercih olacağı sonucuna vardık.
OBJECTIVE: Nausea and vomiting are one of the most common complications during the post-operative period. The aim of the present study was to evaluate anti-emetic efficiency using the combination of dexamethasone and other commonly used anti-emetic agents, haloperidol and metoclopramide.
METHODS: Group D was treated with 5 mg IV dexamethasone prior to the induction of anesthesia; Group DH was treated with 5 mg IV dexamethasone as a bolus prior to the induction of anesthesia and 2 mg IV haloperidol 15 minutes before extubation; Group DM was treated with 5 mg IV dexamethasone prior to the induction of anesthesia and 10 mg IV metoclopramide before extubation. Nausea-vomiting was assessed using the 5-point Verbal Descriptive Scale (VDS).
RESULTS: The evaluation of patients who experienced post-operative nausea and vomiting revealed significantly lower VDS scores in patients treated with DH or DM compared to patients who received the placebo (p<0.05).
CONCLUSION: DH and DM combinations were effective prophylaxis against postoperative nausea and vomiting. However, the highest VDS scores occurred in the DM group. As a result, we concluded that DM combination would be superior to DH combination for the prevention of postoperative nausea.

9.Breast Cancer in Men and Treatment Characteristics
Öztun Temelli, Cemal Ekici, Kemal Ekici
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.92653  Pages 42 - 46
AMAÇ: Bu çalışmamızda amacımız kliniğimizde tedavi edilen erkek meme kanseri (EMK) olgularını literatür bilgisi ışığında sunmaktır.
YÖNTEMLER: Bu geriye dönük çalışmada Haziran 2004 ile Ocak 2013 tarihleri arasında kliniğimizde incelenen ve tedavi edilen 15 erkek hastanın kayıtları incelendi. Hasta yaşı, tümörün hangi memeden geliştiği, tümör evresi, histopatolojik özellikler, genetik özellikler, adjuvan tedaviler ve sağkalım süreleri analiz edildi.
BULGULAR: Hastalar 44-82 yaşları arasında, ortalama 62 yaşındaydı. Tümör 11 hastada sol memede, dört hastada sağ memede yerleşimli idi. AJCC 2010 evrelemesine göre altı hasta evre 2, dört hasta evre 3A, üç hasta evre 3B ve iki hasta evre 3C idi. Hastalarımızın tamamı invaziv duktal karsinomdu. Hastalarımızın hepsine modifiye radikal mastektomi sonrası adjuvan kemoterapi ve radyoterapi uygulanmıştı. Hastalıksız sağkalım medyan 46 (12-108) ay bulundu.
SONUÇ: Erkek meme kanserleri kadın meme kanserlerine benzer klinik, histopatolojik ve prognostik özellikler göstermekte olup, aynı prensiplerle tedavi edilmelidir. Erkek meme kanserine erken evrede tanı konulur ve uygun tedavi yapılırsa prognoz iyi görünmektedir.
OBJECTIVE: The aim of this study was to evaluate cases of male breast cancer treated at our clinic.
METHODS: We reviewed retrospectively the medical records of 16 male breast cancer patients who were treated in our clinic between June 2004 and January 2013. Patient age, tumor localization, tumor stage, histopathologic characteristics, genetic properties, adjuvant therapy, and survival were analyzed.
RESULTS: Patients ranged in age from 44 to 82 and the average age was 62. Tumors were localized in the left breast in 11 patients and in the right breast in 4 patients. Using the AJCC 2010 staging, 6 patients were stage 2, 4 patients were stage 3A, 3 patients were stage 3B, and 2 patients were stage 3C. All of the cases involved invasive ductal carcinoma. In all patients, modified radical mastectomy followed by adjuvant chemotherapy and radiotherapy was administered. The median disease free survival was 46 months (12-108).
CONCLUSION: Male breast cancer is associated with clinical, histopathological and prognostic features that are similar to female breast cancer and should be treated based on the same principles. Early diagnosis and treatment can result in good prognosis for male patients with breast cancer.

10.Comparison of Open and Laparoscopic Splenectomy for Nontraumatic Diseases
Sedat Tan, Selçuk Kılınç, Ayça Tan, Eyüp Kebapçı, Cezmi Karaca, Mustafa Ölmez, Mehmet Görgün
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.38981  Pages 47 - 53
AMAÇ: Laparoskopik girişimler günümüzde birçok alanda güvenle uygulanmaktadır. Çalışmamızda travma dışı nedenlerle yapılan laparoskopik splenektominin, açık splenektomiyle karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Kasım 2001 ve Ağustos 2009 tarihleri arasında hematolojik hastalık nedeni ile splenektomi uygulanan toplam 62 olgu dahil edildi. Splenektomi uygulanan hastalar geriye dönük olarak araştırıldı. Hastaların yaş, cinsiyet ve hematolojik hastalık yönünden genel dağılımları değerlendirildi. Laparoskopik ve açık ameliyat uygulanan hastalar dalak boyutu, dalak ağırlığı, ameliyat sonrası hastanede yatış süresi, ameliyat süresi, kanama miktarı, ameliyat öncesi ve sonrası trombosit düzeylerinde artış yüzdesi, aksesuar dalak bulma yüzdesi, erken ve geç dönem majör komplikasyonlar yönünden değerlendirilip karşılaştırıldı.
BULGULAR: Laparoskopik splenektomi, yatış süresi, kanama miktarı ve ameliyat sonrası birinci gün trombosit artış yüzdesi olarak anlamlı derecede üstün iken açık ameliyat dalak boyutu, ağırlığı ve ameliyat süresi olarak anlamlı derecede üstün bulundu (p<0.05). Ameliyat sonrası komplikasyon ve aksesuar dalak bulma oranında anlamlı fark saptanmadı.
SONUÇ: Laparoskopik splenektomi, diğer kapalı girişimlerde olduğu gibi birçok yönden açık cerrahiye üstünlüğü olan bir yöntemdir. Halen ameliyat süresi ve çok büyük dalaklarda teknik açıdan uygulama güçlükleri dezavantaj gibi görünse de gelişen teknik ve cerrahi beceriler ile bu zorlukların ortadan kaldırılabileceğini düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: Laparoscopic techniques are utilized with confidence in many procedures. In our study, we aimed to compare laparoscopic and open splenectomy for the treatment of non-traumatic diseases.
METHODS: We performed a retrospective evaluation of 62 patients who underwent splenectomy due to hematological disease between November 2001 and August 2009. The patients were evaluated on the basis of age, gender and hematological disease. Spleen size, spleen weight, postoperative hospital stay, operative time, bleeding, pre- and postoperative platelet count, incidence of accessory spleen, and the incidence of major complications were evaluated and compared in patients undergoing laparoscopic surgery and open surgery.
RESULTS: Laparoscopic splenectomy was associated with improvements in the duration of hospitalization, bleeding, and postoperative day 1 platelet count. Open surgery was superior with regards to spleen size, weight and operative time (p<0.05). There was no significant difference in the rate of postoperative complications or the incidence of accessory spleen.
CONCLUSION: Similar to other laparoscopic procedures, laparoscopic splenectomy is superior to open splenectomy in many aspects. Currently, laprocscopic surgery may be disadvantageous for patients with very large spleens due to the increased operative time and technical difficulty of the procedure. Improvements in surgical technique and skill can enhance the utility of laparoscopic methods in splenectomy.

11.The Results of Cataract Surgery in Patients With Pseudoexfoliation Syndrome
Sibel Öskan, Sinan Çalışkan, Özlen Rodop Özgür
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.46514  Pages 54 - 58
AMAÇ: Psödoeksfoliasyon sendromu (PES) olan ve olmayan olguları, katarakt cerrahisi sırasında gelişen komplikasyonlar açısından karşılaştırmak.
YÖNTEMLER: Katarakt cerrahisi uygulanan 104 olgunun 115 gözü geriye dönük olarak değerlendirildi. Gruplar yaş, cinsiyet, katarakt morfolojisi, ameliyat tipi, arka kapsül açılması, vitreus kaybı, zonül diyalizi ve lens gibi intraoperatif komplikasyonlar gruplar arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Psödoeksfoliasyon sendromlu 24 hastanın yaş ortalaması 70.42 yıl, PES’siz 80 hastanın yaş ortalaması 62.06 yıl olarak bulundu. PES’li hastaların %70’i (n=19) 65 yaş ve üstü iken, PES’siz grubun %43.2’si (n=38) 65 yaş üzerinde bulundu. PES’li grupta en sık matür katarakt (n=14, %51.9)görülürken, PES’siz grupta en sık arka subkapsüler katarakt (n=27, %30.7) görüldü. Her iki grupta da en sık fakoemülsifikasyon cerrahisi uygulanırken intrakapsüler ekstraksiyon sadece PES’li grupta iki hastaya uygulandı. Komplikasyonlar katarakt tipine göre incelendiğinde en sık matür kataraktlarda komplikasyon gelişmiştir (n=4, %40). İntraoperatif komplikasyonlar irdelendiğinde PES’li olguların dördünde (%14.8) komplikasyon gelişirken, PES’siz grupta altı olguda (%6.8) gelişmiştir. Zonül diyalizi sadece PES’li (%7.4, n=2) grupta görüldü. Arka kapsül açılması, PES’li grupta %7.4 (n=2), PES’siz grupta %5.7 (n=5) bulundu.
SONUÇ: Zonül diyaliz ve arka kapsül açılması gibi intraoperatif komplikasyonlar PES’li olgularda daha fazla rastlanmaktadır. Doğru cerrahi yaklaşım PES’li olgularda komplikasyonlar azaltmaktadır.

OBJECTIVE: The aim of the present study is to compare intraoperative cataract surgery complications in patients with and without pseudoexfoliation syndrome (PES).

METHODS: One hundred and fifteen eyes of 104 patients who had undergone cataract surgery were evaluated retrospectively. Age, gender, cataract morphology, surgery types, and the incidence of intraoperative complications such as posterior capsule tear, vitreous loss, and zonular dialysis were compared between groups.

RESULTS: The study included 13 (54.2%) men and 11 (45.8%) women with PES. The mean age of the 24 patients with PES was 70.42 years and 62.06 years among the sixty patients without PES. In the PES group, 70% (n=19) of patients were over 65 years old, whereas only 43.2% of patients without PES were over 65 years old. The most common cataract type among the patients with PES was mature cataract (n=14, 51.9%). In the group without PES the most common cataract type was posterior supcapsular cataract (n=27, 30.7%). In both groups, phacoemulsification was the most common surgery type performed. Intracapsular cataract extraction was performed in two patients in the PES group. Complications were most common among the patients with mature cataracts (n=4, 40%). In the PES group, four cases (14.8%) developed intraoperative complications. Six cases (6.8%) developed the intraoperative complications in the group without PES. Zonular dialysis occurred in two patients (7.4%) in the PES group. Posterior capsule developed in 7.4% (n=2) of cases in the PES group and 5.7% of cases (n=5) in the group without PES.

CONCLUSION: Intraoperative complications such as, zonular dialysis and posterior capsule tear occurred commonly in the PES group. Excellent surgical technique can dramatically decrease the rate of complications among patients with PES.


CASE REPORT
12.Neuroleptic Malignant Syndrome
Seydahmet Akın, Muhammet Emin Erdem, Semih Keçici, Ercan Ergin, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.14227  Pages 59 - 62
Nöroleptik Malign Sendrom, trankilizan ve antipsikotik ilaçların kullanılmasıyla ilişkisi olan, santral nörotransmitterlerin inbalansıyla karakterize, dopaminerjik bloğun geliştiği düşünülen bir sendromdur. Görülme sıklığı çeşitli yayınlarda %0.02-3.20 arasında değişmektedir. Mortalitesi %55 gibi yüksek olmakla birlikte, günümüzde erken tanı ve bakım ile ciddi olgularda bile ölüm engellenebilmektedir. Nadir görülmesi ve ayırıcı tanısının zor olması nedeniyle bu olguyu sunuyoruz.
Neuroleptic malignant syndrome is a life-threatening neurological disorder most often caused by an adverse reaction to neuroleptic or antipsychotic drugs. It is characterized by central neurotransmitter imbalance. The syndrome is thought to be caused by Dopaminergic block. Pooled data suggests the incidence of NMS is between 0.2%-3.20%. The mortality rate is very high at 55%, but may be reduced significantly by early recognition and improved management. We present this case as an example of the difficulty in diagnosing NMS.

13.A Case of Stomach Burkitt Lymphoma
Kemal Ekici, Muhammed Emin Erdem, Gülcan Şahin, Alpaslan Mayadağlı, Seydahmet Akın, Nagehan Özdemir Barışık, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.34392  Pages 63 - 66
Lenfoid neoplazmlar non-Hodgkin lenfoma, Hodgkin lenfoma, multiple myelom ve akut kronik lenfositik lösemi gibi heterojen bir grubu temsil ederler. Burkitt lenfoma non-Hodgkin lenfomaların agresif matür B hücreli lenfomalarıdır. Burkitt lenfomada mide tutulumu hastaların sadece %10’unda görülür. Bunların çoğu karın veya gastrointestinal sistemin diğer bölgelerinden kaynaklanan ve geç yakalanan büyük kitleler şeklindedir. Bu yazıda midenin burkitt lenfoması tanısını alan 72 yaşındaki kadın hastayı tartıştık.
Lymphoid neoplasms represent a heterogeneous group of neoplasms, including non-Hodgkin lymphoma, Hodgkin lymphoma, multiple myeloma and acute and chronic lymphocytic leukemia. Burkitt lymphoma is a highly aggressive neoplasm of mature B cells in non-Hodgkin lymphomas. Stomach involvement occurs in only 10% of patients. Almost all cases are detected in the late stages as a bulky mass located in the abdomen or other gastrointestinal sites. In this report, we describe a 72-year-old female diagnosed with BL of the stomach.

14.Luteoma of Pregnancy: A Case Report
Selma Şengiz Erhan, Aylin Ege Gül, Sevinç Hallaç Keser, Hüseyin Ekici, Ayşe Nimet Karadayı
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.25593  Pages 67 - 70
Gebelik luteoması overin luteinize hücrelerinin solid proliferasyonu ile karakterize farklı bir nonneoplastik lezyonudur. Bir çok olgu semptomsuzdur. Ovaryan büyüme genellikle insidental olarak sezaryan ya da postpartum tüp ligasyonu sırasında saptanır. Olgumuz da makat prezentasyon endikasyonu ile sezaryana alındı ve sol overdeki büyüme tipik olarak ameliyat sırasında tespit edildi. Gönderilen biyopsi materyaline bölümümüzde gebelik luteoması tanısı verildi. Nadir olan bu olgu literatür bilgileri ışığında sunuldu.
Luteoma of pregnancy is a distinctive non-neoplastic ovarian lesion characterized by solid proliferations of luteinized cells. The majority of patients are asymptomatic. The ovarian enlargement is usually discovered incidentally at cesarean section or during postpartum tubal ligation. Our case underwent a cesarean section as a result of breech presentation and left ovarian enlargement was detected during the operation. The diagnosis of pregnancy luteoma was made by the pathology department. This rare case is presented in the context of the current literature.

15.A Case of Takayasu’s Arteritis Presenting With Abdominal Angina and Weight Loss
Muhammet Emin Erdem, Semih Keçici, Seydahmet Akın, Didem Kılıç Aydın, Nesibe Vardı, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.94547  Pages 71 - 74
Takayasu arteriti, aorta ve onun büyük dalları gibi geniş arterlerin duvarlarının enflamasyonuyla karakterize nadir görülen bir hastalıktır. Hastalığın sonuçları immün sistemin vucüdun kendi arterinin duvarlarına saldırmasıyla ortaya çıkar. Hastaların başvuru şikayetleri genelde ateş, halsizlik, miyalji gibi nonspesifik semptomlardır. Hastamız abdominal anjina ve kilo kaybıyla tarafımıza başvurdu. Üst ekstremitelerde nabızlar alınıyorken, alt ekstremitelerde nabızlar alınamadı. Manyetik rezonans anjiografide inen aort ve mezenterik arterde stenoz saptandı ve Takaysu arteriti tanısı konuldu. Nadir rastlanması nedeniyle bu olguyu sunuyoruz. Klinik pratikte bu tip olgulara nadir rastladığımız için bu olguyu sunmaya karar verdik.
Takayasu’s arteritis is a rare disease involving inflammation in the walls of the largest arteries in the body: the aorta and its main branches. The disease results autoimmunity which causes inflammation in the arterial wall. Patient symptoms are usually non-specific and include fever, malaise and myalgia. The patient was admitted with abdominal angina and weight loss. We were able to detect a pulse only in the upper extremities. Magnetic resonance angiography (MRA) revealed stenosis of the descending aorta and mesenteric artery. We diagnosed the patient with Takatasu’s arteritis. This case is presented as an example of this rare condition.

16.Intrahepatic Cholestasis of Pregnancy: Case Series
Burcu Artunc, Nagehan Ikiz
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.28190  Pages 75 - 79
Gebeliğin intrahepatik kolestazı, gebeliğin ikinci yarısında vücutta yaygın kaşıntı ile ortaya çıkan bir karaciğer hastalığıdır. Gebeliğe bağlı en sık karaciğer patolojisidir. Patofizyolojisinde gebelikte artan östrojenin safra asitlerinin atılımını engellemesi rol oynar. Yaygın kaşıntı ve artmış serum safra asitleri ile karakterizedir. Maternal komplikasyonları nadirdir. Ancak spontan preterm eylem, mekonyumlu amniotik sıvı ve fetal distres, intrauterin ani fetal ölüm gibi ciddi perinatal komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle gebe bir olguda yaygın kaşıntı tespit edildiğinde olası komplikasyonlar nedeni ile gebeliğin intrahepatik kolestazı mutlaka akılda tutulmalıdır. Bu çalışmada gebeliğe bağlı sekiz intrahepatik kolestazlı olgunun 10 bebeği (biri üçüz gebelik) perinatal sonuçları ile incelenerek güncel literatürler ışığında hastalığın etiyolojisi ve yönetiminin gözden geçirilmesi amaçlandı.
Intrahepatic cholestasis of pregnancy (ICP) is a liver disease that manifests as common pruritus during the second half of pregnancy. ICP is the most common liver disease triggered by pregnancy. Increasing levels of estrogen play a key role in the pathophysiology of the disease by limiting the passage of serum bile acids. ICP is characterized by increased serum bile acids and pruritus. Maternal complications are rare. However, ICP may cause severe perinatal complications such as spontaneous preterm labor, meconium staining of the amniotic fluid, fetal distress and sudden in utero fetal death. Due to serious adverse outcomes, the possibility of ICP should be examined in pregnant women with puritus. In the present study, we present 10 cases with ICP and briefly review the current literature regarding the etiology and clinical management of this condition.

17.Caudal Regression Syndrome: A Case Report
Ali Karaman, Hatip Aydın, Bilge Geçkinli
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.60320  Pages 80 - 82
Kaudal regresyon sendromu (KRS) inperfore anüs, sakral agenezi ve sirenomeli içeren bir spektrumun parçası olduğu düşünülmektedir. Kaudal regresyon olgularının çoğu sporadik veya gestasyonel diyabet ile ilişkilidir. Biz hidrosefali, pes equinovarusu, ösofageal atrezi, anal atrezisi, hipoplastik böbrekler, sakrum ve koksiks yokluğu ile karakterize KRS‘li bir olguyu tanımladık.
Caudal regression syndrome (CRS) is part of a spectrum of conditions that include imperforate anus, sacral agenesis and syringomyelia. Most cases of caudal regression are sporadic or associated with gestational diabetes. We describe a case of characteristic CRS in a patient who with hydrocephalus, esophageal atresia, anal atresia, hypoplastic kidneys, pes equinovarus, and the absence of a sacrum and coccyx.

18.Hydrocele of the Canal of Nuck in the Differential Diagnosis for Inguinal Masses
Aybala Agac Ay, Bülent Halaçlar, Ahmet Ay, Ozan Turgut
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.86648  Pages 83 - 85
Kadın popülasyonunda Nuck kanalı hidroseli oldukça nadir bir durum olup, parietal peritonun Nuck kanalına invajinasyonu olarak da tanımlanabilir. Bu makalede kadın olguda Nuck kanalı hidroseli sunuyoruz. Otuz dokuz yaşında kadın hasta son üç aydır, dış merkezde verilen antibiyoterapiye rağmen büyüme gösteren inguinal kitle ile başvurdu. Nuck kanal hidroseli saptanan hasta ameliyat edilerek defekt yüksek ligasyonla onarıldı. Inguinal kitlelerin ayırıcı tanısında oldukça nadir görülen bu antitenin, özellikle herni ile uyumsuz inguinal kitle saptanan kadın hastalarda akılda tutulmasının önemli olduğu görüşündeyiz
Hydrocele of the canal of Nuck is a rare condition in females. It involves a small invagination of the parietal peritoneum, which forms the canal of nuck. A 39-year-old female patient was admitted to the hospital with an expanding inguinal mass that had not regressed after 3 months of antibiotic. Further investigation revealed hydrocele of the canal of nuck and the defect was closed with high ligation. As a result of this finding, it is important to remember female hydrocele in the differential diagnosis of female patients with inguinal masses that are not consistent with hernia.

19.A Giant Bulla Which May Mimic Tension Pneumothorax: A Case Report
Erkan Akar, Tarık Candan
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.80148  Pages 86 - 88
Dev büllöz amfizem, sıklıkla bir veya her iki hemitoraksın en az 1/3’ünü kaplayan apikal yerleşimli büller ile karakterize bir patolojidir. Daha çok sigara içen genç erkek hastalarda görülür. Hastaneye başvuru genellikle akut solunum yetersizliği nedeniyle olmaktadır. İleri derecede büyüyen bül, radyolojik olarak tansiyon pnömotoraks ile karışabilir. Sunduğumuz olgu, hiç sigara içme öyküsü olmayan 37 yaşında kadın hastaydı. Hastaneye başvuru şikâyeti, öksürük ve hırıltılı solunumdu, nefes darlığı olmamıştı. Toraks bilgisayarlı tomografisinde, mediasteni sağa iten sol üst lobda dev bül yapısı görülmesi üzerine torokotomi ile büllektomi yapıldı. Hastaneye yatışından beş gün sonra şifa ile taburcu edildi.
Giant bullous emhysema is characterized by apically located bullae involving at least 1/3 of one or both lungs. It is most common among young male smokers. Patients are usually admitted to the hospital with acute respiratory failure. Excessively enlarged bulla mistaken for tension pneumothorax during radiologic evaluation. A 37-year-old female patient with no history of smoking presented with cough and wheezing but no dyspnea. Bullectomy was performed with thoracotomy after computed tomography of the chest revealed a giant bulla in the left upper lobe, which displaced the mediastinum to right. The patient was discharged five days after admission.

20.Solitary Osteochondroma of the Ilium: A Case Report
Serdar Yılmaz, Yunus Demirtaş, Murat Gülçek, Alper Deveci, Ahmet Özgür Yıldırım, Özdamar Fuad Öken, Sualp Turan, Ahmet Uçaner
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.26779  Pages 89 - 93
Osteokondromlar en sık görülen iyi huylu kemik tümörleridir ve sıklıkla uzun kemiklerin metafiz bölgesinden köken alırlar. Çocuk yaşta görülen iliyak kanat yerleşimli osteokondromlar ise nadir görülmektedir. Sıklıkla ağrıya sebep olması ve kondrosarkom gelişme riskindan dolayı cerrahi tedavi önerilmektedir. Bu olgu sunumunda iliyak kanat üzerinde gelişen osteokondrom olgusu bildirilmiştir.
Osteochondroma is the most common benign bone tumor. It is usually derived from the metaphyseal regions of long bones. Osteochondroma of the ilium is rarely seen in the pediatric population. Surgery is the recommended treatment of iliac osteochondroma in symptomatic patients due to the risk of malignant transformation to chondrosarcoma. We report a case of an iliac osteochondroma.

21.Focal Segmental Glomerulosclerosis Secondary to Preeclampsia
Burcu Artunc, Kemal Sarsmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.16769  Pages 94 - 96
Preeklampsi 20. gestasyonel hafta sonrasında gelişen hipertansiyon ve proteinüri ile karakterize multisistemik bir hastalıktır. Preeklampsiye bağlı olarak preeklamptik nefropati olarak tanımlanan bazı tipik renal değişimler oluşmaktadır. Bu değişiklikler geri dönüşümlü olabileceği gibi, nefron kütlesinde azalmaya neden olan kalıcı değişiklikler de olabilmektedir. Preeklamptik renal patolojilerden birisi fokal segmental glomerulosklerozdur. Gebelik sırasında oluşan proteinürinin, gebelik sonrasında da devam etmesi renal prognoz açısından kötüdür ve bir sonraki gebelik ile daha da ağırlaşarak böbrek yetersizliğine ilerleyebilir. Ayrıca, altta yatan renal patoloji varlığı ya da şiddetli hipertansiyon antenatal prognoz açısından da oldukça kötüdür ve gebelik sırasında renal patolojinin daha da ağırlaşması, preeklampsi ve preeklampsiye bağlı ek patolojiler, erken doğum, intrauterin gelişme kısıtlılığı gibi komplikasyonlar gelişebilmektedir.
Preeclampsia is a multisystemic disease characterized by hypertension and proteinuria developing after 20 weeks of gestation. Preeclampsia causes some typical changes in the kidneys called ‘preeclamptic nephropathy’. These changes may be reversible or permanent, causing a decrease in nephron mass. One of the preeclamptic renal pathologies is focal segmental glomerulosclerosis. Persistence of gestational proteinuria after pregnancy has a poor renal prognosisi and it aggravates further in subsequent pregnancy potentially leading to renal insufficiency. Furthermore, presence of underlying renal pathologies or severe hypertension carry a poor antenatal prognosis. Besides, it may lead to various complications including further exacerbation of renal pathology during pregnancy, preeclampsia, and related additional pathologies, premature birth, and intrauterine growth restriction.

LookUs & Online Makale