ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 25 (2)
Volume: 25  Issue: 2 - 2014
1.Cover
Keah 2014–2
Page I

RESEARCH ARTICLE
2.Feto-maternal outcomes of pregnancies with thrombocytopenia
Burcu Artunc Ulkumen, Filiz Aktenk, Yesim Baytur
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.25582  Pages 89 - 94
AMAÇ: Gebelikte trombositopeni saptanan olguların fetal ve maternal sonuçlarının sağlıklı gebelikler ile karşılaştırılması.
YÖNTEMLER: Ocak 2008-Ocak 2013 tarihleri arasında kliniğimizde takip edilmiş trombositopeni olan 80 gebe ile sağlıklı 80 gebenin fetal ve maternal sonuçları retrospektif olarak dosya kayıtlarından incelenmiştir.
BULGULAR: Trombositopeni etiyolojisi incelendiğinde en sık neden 31 hastada gestasyonel trombositopeni olarak değerlendirilmiştir. 34 hastada ağır preeklampsi, 6 hastada eklampsi, 2 hastada HELLP sendromu ve 7 hastada idiopatik trombositopenik purpura (ITP) izlenmiştir. Trombositopenik gebelerin yaş ortalaması 29.41±5.48, kontrol grubunun 29.80±5.98 olarak saptanmıştır (p 0,670). Trombositopenik gebelerde primer sezaryen oranı %48.75 (39/80) iken kontrol grubunda primer sezaryen oranı %23.75 (19/80) olup istatistiksel olarak anlamlıdır (p < 0.05). Gestasyonel trombositopeni olan olguların 13 tanesi normal doğum yapmıştır. Diğer olgular sezaryen olmuştur. Erken doğum ve düşük doğum kilosu trombositopenik grupta daha sık izlenmiştir.
SONUÇ: Gebelikte trombositopeni, anemiden sonra en sık karşılaşılan hematolojik komplikasyondur. Trombositopeni saptandığında öncelikle olumsuz perinatal sonuçlar yaratan preeklampsi ve HELLP düşünülmelidir. En sık etiyolojik etken olan gestasyonel trombositopenide fetomaternal sonuçlar daha iyidir.
OBJECTIVE: to compare the feto-maternal outcomes between healthy and thrombocytopenic pregnancies.
METHODS: the data of the pregnancies with thrombocytopenia (n: 80) admitted to our clinic between January 2008-January 2013 are evaluated retrospectively. The data of the healthy pregnancies (n: 80) were randomly selected during the same period.
RESULTS: the most common cause of thrombocytopenia was gestational thrombocytopenia found in 31 pregnancies. 34 patients had preeclampsia, 6 patients had eclampsia, 2 patients had HELLP syndrome and 7 had idiopathic thrombocytopenic purpura (ITP). The mean age was 29.41±5.48 and 29.80±5.98 in thrombocytopenic pregnancies and healthy pregnancies, respectively (p 0,670). Primary cesarean ratio was %48.75 (39/80) in thrombocytopenic group, whereas it was %23.75 (19/80) in control group (p < 0.05). Only 13 of the patients with gestational thrombocytopenia had spontaneous vaginal labor, the rest of the thrombocytopenic group had cesarean. Preterm birth and low birth weight were more common in the pregnancies with thrombocytopenia.
CONCLUSION: Thrombocytopenia during pregnancy is the second most common hematologic complication after anemia. Once thrombocytopenia is detected during pregnancy, preeclampsia and HELLP must be kept in mind because of the adverse perinatal outcomes. Feto-maternal outcomes are better in gestational thrombocytopenia.

3.Techniques in the treatment of keratoconus patients with big-bubble deep anterior lamellar keratoplasty long-term results of operation
Oğuzhan Genç, Esin Söğütlü Sarı
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.43179  Pages 95 - 100
AMAÇ: Keratokonuslu gözlerde big-bubble tekniği ile uygulanan deep anterior lamellar keratoplasti cerrahisinin (DALK) görsel, refraktif sonuçları ve potansiyel komplikasyonlarını değerlendirmek.
YÖNTEMLER: Kliniğimizde big-bubble tekniği ile DALK uygulanan 184 keratokonus hastasının 203 gözü çalısmaya dahil edildi. Cerrahi öncesi ve tüm kontrollerde düzeltilmemiş görme keskinliği (DGK), düzeltilmiş en iyi görme keskinliği (DEGK), refraksiyon, keratometrik ölçümler, endotel hücre sayısı ve biyomikroskobik muayeneyi içeren oftalmik muayene yapıldı, tüm komplikasyonlar rapor edildi.
BULGULAR: DALK cerrahisi sırasında hastaların ortalama yaşları 26.3 yıl veortalama takip süresi 48,6 aydı. DGK cerrahi öncesi ortalama 0.03 iken son kontrolde gözlerin 178’unda (87,8%) 0,2’den daha iyi idi. DEGK ise cerrahi öncesi ortalama 0,10 iken son kontrolde 0,79 idi. Ortalama maksimum keratometri cerrahi öncesi 61,3 D’den son kontrolde 45,6 D’e geriledi. Ortalamakeratometrik astigmatizma ise cerrahi öncesi 8,6D son kontrol vizitinde ise 3,8 Dolarak ölçüldü. Ortalama endotel hücre sayısı cerahi öncesi 2769 ± 533 cells/mm², 1. yılda 2586 ± 572 cells/mm² (6,6% kayıp), 2. yılda 2521 ± 534 cells/mm² (9,5% kayıp), 6. yılda 2424 ± 482 cells/mm² (12,6% kayıp) ve son kontrolde 2394± 544 cells/mm² idi. Cerrahi sırasında 26 gözde (12,8%) descement memranı (DM) perforasyonu (mikroperforasyon) gelisti.Erken postoperatif dönemde 8 gözde (3,9%) DM dekolmanı izlendi. Ön kamaraya hava verilmesi ile dekolman 7 gözde düzeldi. DM dekolmanı izlenen gözlerin 1’indeise çift ön kamara gelisti ve bu göze cerrahi sonrası 6. ayda penetran keratoplastiuygulandı. Gözlerin 7’sinde (3,4%) pupiller bloklu akut glokom krizi gelişti. Takiplerde 5 gözde (2,5%) stromal greft rejeksiyonu gelişti. Medikal tedavi ile rejeksiyon tümgözlerde düzeldi.
SONUÇ: Keratokonuslu gözlerde big-bubble tekniği ile uygulanan DALK cerrahisi başarılı görsel ve refraktif sonuçlar sağlamaktadır. Bu teknik penetran keratoplastiye iyi bir alternatif olarak düşünülebilir.
OBJECTIVE: To evaluate the visual and refractive outcomes and potential complications of deep anterior lamellar keratoplasty (DALK) using the big-bubble technique in eyes with keratoconus.
METHODS: 203 keratoconic eyes of 184patiens who underwent DALK surgery using the big-bubble technique were included. Preoperatively and at control visits complete ophthalmic examination was performed including uncorrected visual acuity (UCVA), best-spectacle corrected visual acuity (BSCVA), refraction, keratometric readings, endothelial cell count and biomicroscopy. Also all surgical complications were recorded.
RESULTS: The mean age of the patients was 26,3 and the mean follow up period was 48,6 months. UCVA was mean 0,03 before surgery. After surgery at the last visit UCVA was beter than 0,2 in 178 eyes (87,8%). The mean BSCVA was improved from 0.1 to 0.79 at the last postoperave examination The meanmaximum keratometry (Kmax) was decreased from 61,3 D (Diopter) to 45,6 D at thelast examination. Preoperative the mean keratometric astigmatism was decreasedfrom 8,6 D to 3,8 D at the last examination. Preoperative the mean endothelial cell count was 2769±533 cells/mm². At the first year it was 2586 ± 572 cells/mm² (6,6%loss) and at the sixty year the mean endothelial cell count was 2424 ± 482cells/mm²(12,6% loss). At last visit the mean endothelial cell count was 2394 ± 544 cells/mm². Descement membrane (DM) microperforation was occured in 26 eyes(12.8%). DM detachment was seen in early postoperative period in 8 eyes (3,9%).After air injection into the anterior chamber DM detachment was fixed in 7 eyes. DMdetachment in one eye developed double anterior chamber and penetratingkeratoplasty was performed after 6 month. Acute glaucoma with pupillary block was seen in 7 eyes (3,4%). Stromal corneal graft rejection was developed in 5 eyes (2,5%) and with medication graft rejection was resolved.
CONCLUSION: In keratoconic eyes, DALK surgery using the big-bubble technique provides good final visual and refractive outcomes with a clearer interface and thus can be considered a reasonable alternative to penetrating keratoplasty.

4.Prevalence and risk factors of female urinary incontinence during reproductive stage
Zehra Sema Özkan, Ekrem Sapmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.93271  Pages 101 - 106
AMAÇ: Reprodüktif çağdaki bayanlarda üriner inkontinans (UI) prevalansını, UI’ın alt tipleri olarak stres (SUI), urge (UUI) ve miks (MUI) inkontinans oranlarını ve buna etki eden faktörleri araştırmak.
YÖNTEMLER: Bu prospektif, randomize, kesitsel çalışma 462 gönüllü bayanın doldurduğu UI sorgulama formlarının değerlendirilmesi ile yapıldı. Demografik özellikler, eğitim, aylık gelir düzeyi, obstetrik ve medikal, kontraseptif tercih bilgileri ve üriner inkontinans şikayetleri sorgulandı.
BULGULAR: Çalışmadaki kadınların ortalama yaş ve vücut kitle indeksi (VKI) sırasıyla 33.6±8.3 yıl ve 25.6±4.3 kg/m2 idi. Kadınların %31.4’ünde UI şikayeti mevcuttu. UI şikayeti olan kadınların da %57’nde SUI, %34’ünde UUI ve %9’unda MUI mevcuttu. SUI prevalansının yaş, VKI, doğum ve eğitimden etkilendiğini gözledik. UUI şikayet yaşı, SUI ve MUI şikayet yaşından daha küçük idi. SUI şikayeti en yüksek oranda 45 yaş üstü bayanlarda görülürken, bu oran yaşla doğru orantı gösteriyordu. Diabetes mellitusu olan bayanlarda UI daha yüksek oranda gözlendi.
SONUÇ: UI’ın sadece menapozal dönemdeki kadınların değil, reprodüktif çağdaki kadınların da önemli bir problemi olduğu görülmektedir. Bizim popülasyomuz için SUI prevalansını etkileyen faktörler yaş, VKI, diabetes mellitus ve doğum idi.
OBJECTIVE: To investigate prevalance, rate of subtypes and risk factors of female urinary incontinence (UI) during reproductive stage of female life.
METHODS: This prospective, randomized, cross-sectional study was performed with volunteer 462 women who answered the UI questionnaire. The demographic, educational, monthly income, obstetric and medical, contraceptive and urinary incontinence characteristics of women were inquired.
RESULTS: : Mean age and body mass index (BMI) of women were 33.6±8.3 years and 25.6±4.3 kg/m2 respectively. The 31.4% of women have had UI. The rate of subtypes of UI were as follows; 57% stres UI (SUI), 34% urge UI (UUI) and 9% mix UI (MUI). Age, BMI, delivery and education were the factors that have influence on prevalence of SUI. The age of women suffering from UUI were lower than of women suffering from SUI and MUI. Prevalence of SUI was highest among women elder than 45 years and increasing in accordance with age. Prevalence of UI was highest among women suffering from diabetes mellitus.
CONCLUSION: UI is not only the problem of menopausal women, but also women on reproductive stage suffer from UI. Age, BMI, diabetes mellitus and delivery have effect on prevalence of SUI.

5.Microorganisms and antibiotic sensitivity in infection of congenital nasolacrimal duct obstruction
Selim Cevher, Nedime Şahinoğlu Keşkek, Asım Kayıklık, Şakir Özgür Keşkek, Gonca Özyazıcı
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.66934  Pages 107 - 111
AMAÇ: Amaç; konjenital nazolakrimal kanal tıkanıklığı olan bir yaş altı olgularda, enfeksiyona neden olan mikroorganizmaları ve antibiyotik duyarlılıklarını incelemektir.

YÖNTEMLER: Konjenital nazolakrimal kanal tıkanıklığı olan, bir yaş altındaki 40 olgunun 40 gözü çalışmaya alındı. Mükopürülan akıntıdan alınan örneklerden kanlı agar, çikolata agar ve eozin-metilen mavili agara ekim yapıldı. Yirmidört saatlik inkübasyon süresinden sonra pozitif kültürlerden gram boyama yapıldı. Bakteri tanımlanması ve antibiyotik duyarlılık testi Vitek cihazı (BioMerieux, Fransa) kullanılarak yapıldı. Antibiyotik duyarlılık testi için minimal inhibitör konsantrasyon yöntemi kullanıldı.

BULGULAR: Kültür örneklerinin 26 (%65)’sında üreme saptandı. İzole edilen mikroorganizmaların 23’ü (% 85.2) gram-pozitif, 4’ü (% 14.8) gram-negatif idi. En fazla izole edilen mikroorganizma Streptecoccus pnemonia (% 29.6) ve Staphylococcus aureus (% 11.1)’ tu. Vankomisin (% 100), trimetoprim/sulfometoksazol (TMP-SMZ) (% 82,6), levofloksasin (% 78,2) gram-pozitif bakterilere en etkili antibiyotikler iken; TMP-SMZ (% 100), siprofloksasin (% 100) ve gentamisin (% 100) gram-negatif bakterilere en etkili antibiyotikler olarak tesbit edildi.

SONUÇ: Çalışmamızda en sık gram-pozitif mikroorganizmalar izole edildi. Tetrasiklin ve kinolon grubu antibiyotiklerin nazolakrimal kanal tıkanıklığında oluşan enfeksiyonlarda invitro olarak etkili ajanlar olduğu belirlendi.

OBJECTIVE: The aim was to evaluate the microbial pathogens and their susceptibilities to antibiotics in children aged 12 months and younger with congenital nasolacrimal duct obstruction.
METHODS: Fourty eyes of 40 children with congenital nasolacrimal duct obstruction were enrolled in the study. Samples obtained from mucopurulent discharge were cultured onto the blood, chocolate and eosin-methylene blue agars. Gram staining was performed for positive cultures after twenty-four hours of incubation period. Identification of the microorganism and susceptibility test was done by Vitek device (BioMerieux, France). Minimal inhibitor concentration method was used for susceptibility test.
RESULTS: Cultures were positive for bacteria in 26 (65 %) of the samples. Twenty-three (85.2 %) of the isolated microorganism were gram-positive and 4 (14.8 %) were gram- negative. The most frequently isolated microorganisms were Streptecoccus pnemonia (29.6 %) and Staphylococcus aureus (11.1 %). Most effective drugs were vancomycine (100 %), trimethoprim/sulfamethoxazole (TMP-SMZ) (82.6 %) and levofloxacin (78.2 %) for Gram-positive bacteria and TMP-SMZ (% 100), ciprofloxacin (% 100) and gentamicin (% 100) for Gram-negative bacteria.
CONCLUSION: In our study, the most frequently isolated microorganisms were gram-positive. Tetracyclines and quinolones were effective in vitro agents against infections due to congenital nasolacrimal duct obstruction.

6.Selective non-operative management in penetrating posterior abdominal stab injuries
Metin Yücel, Adnan Özpek, İbrahim Atak, Ali Kılıç, Fatih Başak, Gürhan Baş, Orhan Alimoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.37928  Pages 112 - 116
AMAÇ: Karına penetre delici kesici alet yaralanmalarına yaklaşım, zaman içinde değişiklik göstermiştir. Anterior yaralanmalarda uygulanan rutin laparotomiden selektif konservatif tedaviye geçiş deneyimi, karın posterior yaralanmalarında da kabul görmektedir. Konservatif tedavide amaç, rutin laparotomide görülen yüksek gereksiz laparotomi oranlarını en aza indirmektir. Çalışmamızın amacı karın posterior yaralanması olan hastaların takip ve tedavi sonuçlarının analiz edilmesidir.
YÖNTEMLER: Nisan 2009 – Eylül 2012 tarihlerinde, karın posterior bölgesine penetre delici kesici alet yaralanması olan hastalar prospektif olarak incelendi. Hemodinamik açıdan instabil ve/veya peritonit bulguları olan hastalara acil laparotomi yapılırken diğerlerine konservatif tedavi uygulandı. Ek bölge yaralanmalarında lokalizasyona uygun ek değerlendirme yapıldı. Görüntüleme yöntemi olarak üç kontrastlı bilgisayarlı tomografi kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 19 hasta dahil edildi. Sadece posterior yaralanması olan hastalarda cerrahi müdahale gerekmezken, ek bölge yaralanmalı üç hasta ameliyat edildi. Bunlardan 2’sine laparotomi ve torakotomi, birine sadece laparotomi yapıldı. Hemopnömotoraks saptanan 3 hastaya tüp torakostomi uygulandı. İlave sol torakoabdominal yaralanmalı 2 hastaya diyagnostik laparoskopiyle diyafragma değerlendirmesi yapıldı, patoloji saptanmadı. Cerrahi dışı sebepden dolayı bir hastada mortalite görülürken, selektif konservatif tedavi edilen hastalarda mortalite ve morbidite görülmedi.
SONUÇ: Karın posterior bölgesine penetre delici kesici alet yaralanmalarında cerrahi tedavi gereksinim oranı düşüktür. Klinik takip ve üç kontrastlı bilgisayarlı tomografik değerlendirme ile yapılan konservatif tedavi bu hasta grubunda uygun bir yaklaşımdır.
OBJECTIVE: The management of penetrating abdominal stab injury has been changed in time. The experience of selective non-operative management in anterior injuries has also been accepted in posterior injuries. The aim of this study was to analyse the treatment and follow-up outcomes of patients with penetrating posterior stab injury.
METHODS: Between April 2009 and September 2012, patients with penetrating posterior abdominal stab injuries were evaluated prospectively. While patients with hemodynamically unstable or peritonitis findings were undertaken emergent laparotomy, the others were treated with non-operative management. Additional evaluation was performed according to the associated injuries. Triple contrast computed tomography was used as the imaging method.
RESULTS: Nineteen patients were included in the study. Surgical treatment was not required in patients with only posterior injury. However, three patients with additional injuries were treated surgically. Tube thoracostomy was required in 3 patients with hemopneumothorax, diagnostic laparoscopy was performed to 2 patients with left thoraco-abdominal injury. Mortality due to non-operative pathology was observed in one patient. No mortality and morbidity was observed in patients treated with non-operative management.
CONCLUSION: Requirement of surgical treatment is low in penetrating posterior abdominal stab injury. Non-operative management with clinical follow-up and triple contrast computed tomography is a proper approach in selected patients.

7.Effects of Periacromial Kirchner Wire Fixation on Shoulder Range of Motion in Surgical Management of Distal Clavicula Fractures
Birkan Kibar, Tuhan Kurtulmuş, Necdet Sağlam, Gürsel Saka, Uğur Bakır, Esra Demirel
doi: 10.5505/jkartaltr.2015.97059  Pages 117 - 123
AMAÇ: Çalışmamızda distal klavikula kırıklarının cerrahi tedavisinde periakromiyal intramedüller K teli fiksasyonunun omuz eklem hareketleri üzerine etkisini inceledik.
YÖNTEMLER: Ocak 2007 ocak 2011 arasında 31 hasta retrospektif değerlendirildi.Hastaların yaşı 35.88±20.41, %80,6’sı erkek %19,4’ü kadındı. Takip süresi 30.84±19.55 aydı. Kırıklar Neer sınıflamasına göre % 25,8 tip 1, % 12,9 tip 2A, % 3,2 tip 2B, %16,1 tip 4, %41,9 tip 5 kırıktı. Cerrahi tedavide açık redüksiyon, 2 ya da 3 Kirschner(K) teli internal fiksasyon uygulandı. Hastaların omuz fonksiyonlarını değerlendirmek için Constant skoru kullanıldı.
BULGULAR: Hastaların hepsinde kaynama elde edildi.Kaynama süresi 47.19±9.35 gündü. Pinlerin çıkarılma süresi 47.19±9.35 gündü.Hastaların %12,9(n=4)’unda pindibi enfeksiyonu, %6,5(n=2)’inde keloid, %6,5(n=2)’inde pin migrasyonu oluştu.Postoperatif major komplikasyon görülmedi. Yaş ile constant skoru arasında ters yönde (constant skoru arttığında, yaş düşmekte) %82,6 ilişki saptanmış olup (r=-0,826; p=0,001) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farklılık saptanmıştır. Cinsiyetlere göre Constant Skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır (p>0,05).Ayrıca komplikasyonlara göre yaş ortalamaları ve cinsiyet dağılımları arasında anlamlı farklılık yoktur (p>0,05).
SONUÇ: Klavikula distal uç kırıklarında bir tespit yönteminin diğerine üstünlüğü bildirilmemiştir.K teli fiksasyonu minimal invaziv bir yöntemdir. Diğer avantajıysa K telleri anestezi ve ek bir girişim gerektirmeksizin poliklinik şartlarında alınabilir.Distal klavikula kırıklarında peri-akromiyal K teliyle tespit, yüksek kaynama oranı, iyi fonksiyonel sonuçlar ve kabul edilebilir komplikasyonlarıyla güvenilir bir yöntemdir.
OBJECTIVE: In our study we aimed to evaluate effects of periacromial kirchner wire fixation on sholder function in distal klavicula fractures
METHODS: January 2011 and january 2007 31 patients were evaluated resrospectively.Mean age was 35.88±20.41,%80,6 of patiens were male and %19,4 female.Mean follow up time was 30.84±19.55 months.According to Neer classification %25,8 of fractures were type 1, %12,9 type 2A, %3,2 type 2B, %16,1 type 4, %41,9 type 5.Open reduction and internal fixation with 2-3 Kirschner wires was applied.Constant score was used to evaluate the function of the shoulder.
RESULTS: Union was achieved in all patients. Mean union time was 47.19±9.35 days.Pin tract infection %12,9(n=4), keloid %6,5(n=2), pin migration %6,5(n=2) developed. A negative correlation between age and the Constant score (when constant score increases age decreases) was detected (82.6%) (r=-0,826;p=0,001), and the difference was statistically significant. There was no statistically significant difference between the Constant scores and gender (p>0.05). In addition, there is no significant difference between mean age according to complications and gender distribution (p>0.05).
CONCLUSION: K-wire fixation is a minimally invasive method.K-wires can be removed in outpatient settings without anesthesia and additional procedure.Periacromial K-wire fixation in distal clavicula fractures is reliable method with high union rate, good functional results and acceptable complications.

8.Clinical and histopathological features at the renal cell cancers of kidney
Akif Türk, Hasan Aslan, Muhsin Balaban, Mehmet Kutlu Demirkol, Fatih Tarhan
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.81489  Pages 124 - 126
AMAÇ: Böbrek hücreli kanserler (BHK), erişkin solid tümörlerinin %3'ünü, tüm parankimal böbrek tümörlerinin yaklaşık % 85'ini oluşturur. Bu çalışmada, böbrek hücreli kanser tanısıyla tedavi edilen hastaların klinik ve histopatololojik özelliklerinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEMLER: 2005-2010 yılları arasında kliniğimizde böbrek tümörü tanısı ile cerrahi olarak tedavi edilen 230 hastanın klinik ve patoloji kayıtları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 57. 5 yıl (32-84) idi. Hastaların 69'u kadın (% 30), 161'i erkek (% 70) idi. Yirmiyedi hastaya (%12) nefron koruyucu cerrahi, 203 hastaya (%88) ise radikal cerrahi uygulandı. Ortalama tümör çapı 6.9 cm (2-18) olarak ölçüldü. Otuz dört (% 15) hasta tedavi anında metastaz izlendi. Kromofob hücre tipli BHK’de metastaz saptanmazken en fazla sarkomatid varyantta metastaz saptanmıştır.
SONUÇ: : Çalışmamızda tümör evresi ve histolojik alttipin tümörün klinik davranışını belirlemede daha önemli olduğu saptanmıştır. Tümör derecesi ile ilgili olarak ise daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
OBJECTIVE: Renal cell cancers (RCC) constitute about %3 of adult solid tumors and 85% of all parenchymal renal tumors. In this study, it is aimed to evaluate the clinical and histopathologic properties of patients treated with the diagnosis of renal cell cancer.
METHODS: The clinical and pathological records of 230 patients that were surgically treated with a diagnosis of renal tumors in our clinic in between 2005-2010 were analyzed retrospectively.
RESULTS: The mean age of patients was 57.5 (32-84) years. The sixty-nine (%30) of patients were female and 161(%70) were male. It was performed to 27 patients (%12) nephron-sparing surgery and to 203 patients (%88) radical surgery. The mean tumor size was 6.9 cm (2-18). The thirty-four (%15) patients had metastases during treatment. The chromophobe cell RCC wasn't detected metastasis, but the sarkomatid variant RCC had the most metastasis rates.
CONCLUSION: In our study, the tumor stage and histological subtype were found to be more important in determining the clinical behavior of the tumor. The more studies are needed with respect to the tumor grade.

9.Obesity And Irritable Bowel Syndrome
Tülay Karabayraktar, Emel Ahıshalı, Can Dolapçıoğlu, Buket Tekin, Şule Temizkan, Mehmet Taşkın Eğici, Reşat Dabak
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.59320  Pages 127 - 132
AMAÇ: Obezite günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli sağlık sorunları arasında yer almaktadır. İrritabl barsak sendromu (İBS) da toplumda oldukça sık rastlanan, yaşam kalitesini bozan fonksiyonel bir barsak hastalığıdır. Çalışmamızın amacı obez hastalarda İBS sıklığını araştırmak ve İBS sıklığı ile ilişkili faktörleri incelemektir.
YÖNTEMLER: Bu çalışmaya 1 Şubat - 1 Mart 2013 tarihleri arasında hastanemiz obezite ünitesine başvuran 124 hasta dahil edilmiştir. İBS tanısı, mevcut organik patolojiler dışlanarak, Roma III tanı kriterlerine göre konulmuştur. Çalışmaya alarm semptomları olan, barsak hareketlerini etkileyen sistemik hastalıkları olan (diyabet, kronik böbrek yetmezliği, sistemik lupus eritematosus, multiple skleroz, tiroid fonksiyon bozukluğu v.b.), barsak hareketlerini etkileyebilecek ilaç (antihipertansif olarak kalsiyum kanal blokeri, beta bloker ve antidepresanlar v.b.) kullanımı olan hastalar dahil edilmemiştir.
BULGULAR: Hastaların % 79,8 'i kadın, ortalama yaşı 39,1 ± 10,5 yıl olarak tespit edilmiştir. Hastaların % 10,5'inde Roma III tanı kriterlerine göre İBS saptanmıştır. Obez hastalarda sigara kullanımı ile İBS sıklığı arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır (p=0.003). Buna karşılık cinsiyet, yaş, vücut kitle indeksi, eğitim durumu ve ek hastalık varlığı ile İBS arasında istatiksel anlamlı ilişki saptanmamıştır.
SONUÇ: Çalışmamızda obez hastalardaki İBS sıklığı toplumdaki İBS sıklığıyla benzer bulunmuştur. Obez hastalarda sigara kullanımının İBS sıklığını arttıran önemli faktör olarak tespit edilmiştir. Birinci basamak sağlık hizmetlerinde İBS, aile hekimleri tarafından sıklıkla karşılaşılan bir sorun olması nedeniyle ilgili durumların ve risk faktörlerinin belirlenmesi için daha geniş çaplı kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.
OBJECTIVE: Obesity is one of the most common health problems in developed and developing countries. On the other hand, İBS is one of the quite common diseases that impair quality of life, leading to a functional bowel disorder. The aim of this study was to find the frequency of İBS in obese patients and risk factors associated with İBS.
METHODS: A cross-sectional study was carried out in obese patients who attended the outpatient clinic of obesity. Between February 1 and March 1 2013, 124 obese patients were included in the study. İBS was diagnosed based on Rome III diagnostic criteria. Organic pathologies that affect bowel movements were excluded. Patients who had systemic diseases (diabetes, chronic renal failure, systemic lupus erythematosus, multiple sclerosis, thyroid dysfunction) and patients on drugs (antihypertensive calcium channel blockers and beta-blockers) affecting bowel movements were not included in this study. Patients’ demographic and clinical informations were recorded.
RESULTS: 79.8 % of the patients were female, mean age 39.1 ± 10.5 years. According to Rome III criteria 10.5 % of patients met the diagnosis criteria of İBS. We found statistically significant correlation between smoking and frequency of İBS (p=0.003). On the other hand we didn’t find statistically significant correlation between gender, age, education level and İBS.
CONCLUSION: In our obese study group, the prevalence of İBS is not different than in the general population. Similar to results of other studies, smoking was found to be a risk factor for IBS. Since İBS is frequently experienced by family physicians in primary care, it is important to make studies on İBS and risk factors.

10.Evaluation Of The Sociocultural Status and Management Course Of The Diabetic Patients Admitted To Internal Medicine Department of our Hospital Using SF36 Health Survey
Ercan Ergin, Seydahmet Akın, Zeynep Göktaşlar, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.47450  Pages 133 - 137
AMAÇ: Diyabet kronik ve ilerleyici bir hastalıktır. Tip 2 diyabetin yaygınlığı arttıkça, diyabet ve komplikasyonlarına bağlı morbidite ve mortalite de artmaktadır. Tedaviye uyum diyabetik komplikasyonlarla direkt ilişkilidir. Bu çalışmada hastanemizde diyabet tanısı ile yatırılarak tedavi edilmiş hastalarda tedavi uyumu ve yaşam kalitesini SF- 36 ölçeği ile değerlendirmek.
YÖNTEMLER: Hastanemiz iç hastalıkları servisinde yatarak tedavi gören 133 tip 2 diyabet hastasının (erkek=55, kadın=78) tedavi uyumu ve sosyokültürel faktörlerini SF 36 iyilik ölçeğiyle değerlendirdik.
BULGULAR: Çalışmamıza katılan 133 hastanın %41,4’ü (n=55) erkek, %58,6’sı (n=78) kadındı. Hastaları yaş gruplarına göre sınıflandırdığımızda ise %29’u (n=38) kişi 46-55 yaş aralığında, %53.4’ü (n=70) kişi ise 56 yaş ve üzerindeydi. Çalışmaya katılan hastaların %38,2’si (n=50) hiç okuma yazma bilmemekte, %49,6’sı (n=65) ilkokul mezunu, %3,6’sı (n=5) hasta ünevirsite mezunu idi. Hastaların tanı aldıkları süre göz önüne alındığında ise %48,8’i (n=65) son 5 yıldır diyabet tanılı, %24’ü (n=32) ise 11 yıl ve üzeri zamandır diyabet tanılı bulundu. Hastaların tedavi şekilleri dikkate alındığında ise %48’inin (n=64) sadece oral antidiyabetik (OAD) kullandığını, %27’sinin (n=36) sadece insülin tedavisi aldığını, %25’inin (n=23) ise insülin ve OAD beraber kullandığını gördük. Diyabet yaşı 5yıl ve altında olanların yaşam kalitesi ölçek sonucu 6 yıl ve üzeri olanlardan anlamlı olarak daha iyiydi (p=0,001). Hastaların eğitim durumlarına göre ise ilkokul ve üstü eğitim düzeyine sahip hastaların yaşam kalite ölçeği sonucu okur-yazar olmayanlara oranla daha iyi bulundu (p=0,02). Eğitim durumu incelenirken aynı anlamlı ilişki ilkokul ve altı eğitim durumu ile lise ve üstü kıyaslandığında tespit edilmedi (p=0,98). Tedavi şekillerine göre hastalar değerlendirildiğinde yaşam kalite ölçeği sonucu ile alınan tedavi şekli farklı bulunmadı (p=0,13). Hastalar tedavi gördükleri sağlık kurumuna göre değerlendirildiğinde de tedavi aldıkları sağlık kurumu ile yaşam kalitesi ölçeği arasında ilişki bulunmadı (p>0,05).
SONUÇ: Hastaların diyabet yaşı ilerledikçe yaşam kalitesi bozulmakta, okuma yazma bilmeyen diyabetik hastalarda yaşam kalitesi bilenlere göre daha kötü tespit edilmektedir. Fakat ilkokul mezunları ile üstü eğitim seviyesindeki hastalar iyilik ölçeği sonucu ile kıyaslandığında istatiksel anlamlı farklılık yoktur. Hastaların aldığı tedavi şekli de yaşam kalitesi ile ilişkili bulunmamıştır.
OBJECTIVE: Diabetes is a chronic and progressive disease. Increase in prevalence of type 2 diabetes cause increase in morbidity and mortality related to its complications. Compliance to treatment is directly related to diabetic complications. To evaluate the compliance to treatment and quality of life of the diabetic patients admitted to our hospital using SF-36 health survey.
METHODS: We evaluated the compliance to therapy and sociocultural factors of a total of 133 type 2 diabetic patients (male=55, female=78) whom were admitted and treated in our internal medicine department.
RESULTS: Of 133 patients, 41.4% of them were male (n=55) and 58.6% of them were female (n=78). Classification regarding age showed that 29% of patients (n=65) were between 46-55 years of age, whereas 53.4% of them (n=65) were over 56. 38.2% of the patients were illiterate; patients graduated from primary school or from university were 49,6% (n=65) and 3,6% (n=5); respectively. 48.8% (n=65) of the patients were diagnosed diabetes 5 years ago and 24% (n=36) of them were diagnosed 11 or more years ago. Treatment modalities were including oral diabetics (OADs) alone (48%; n=65), insulin alone (27%; n=36) or insulin and OAD both (25%; n=23). Patients with a diabetic age younger than 5 years had better quality of life scores when compared to patients with 6 years or older diabetes (p=0,001). Similarly, patients with graduated from primary school or higher education had better quality of life score than illiterate patients (p=0,02). The same association was not observed in comparison of patients graduated from primary school or lower and the patients with high school graduation or higher (p=0,98). Treatment modalities had similar effect on quality of life (p=0,13). There were no association between quality of life and the institution treating the patients (p>0,05).
CONCLUSION: As diabetic age of the patients progress, quality of life deteriorates. Moreover, illiterate diabetic patients have worse quality of life scores than literate patients. However, there is no statistically significant difference between patients graduated from primary school and patients with higher education in terms of health survey scores. Treatment modality is not found associated with quality of life.

11.Comparison of cleavage stage versus blastocyst embryo transfer with regard to ovarian reserve
Zehra Sema Özkan, Mustafa Ekinci, Hüseyin Timurkan, Ekrem Sapmaz
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.14238  Pages 138 - 142
AMAÇ: İntrasitoplazmik sperm injeksiyonu (ICSI) siklusuna alınan hastaların over rezervlerine göre klivaj evresi ile blastokist tek embriyo transferi (ET) sonrası gebelik oranları arasında fark olup olmadığını araştırmak.
YÖNTEMLER: Bu çalışmada hastanemiz Tüp Bebek Merkezi’nde ICSI-ET siklusuna alınan 200 çiftin tedavi sonuçları incelendi. Tubal faktör, azalmış over rezervi ve açıklanamayan kısırlık tanısı konan, GnRH antagonisti ile hipofizer down-regülasyonu yapılan toplam 78 çift toplanan oosit sayısına (TOS) göre azalmış ve normal over rezervli şeklinde iki gruba ayrıldı. Bu gruplar ET günü, ET günü grade1 embriyo oranı, implantasyon ve gebelik oranları açısından kıyaslandı.
BULGULAR: Açıklanamayan kısırlık (n=41), azalmış over rezervi (n=29) ve tubal faktör (n=8) tanılı 78 hastanın ortalama yaş, vücut kitle indeksi (VKI), menstrual siklusun 3. günü FSH ve estradiol seviyeleri sırasıyla 31.5±5.2 yıl, 24.9±5.3 kg/m2, 6.9±3.4 IU/mL ve 40.4±16.6 pg/mL idi. TOS<8 olan 40 hasta azalmış over rezervi grubunda (AOR); TOS 8-12 olan 38 hasta ise normal over rezervi grubunda (NOR) idi. AOR’de ET’nin %67.5’i klivaj evresinde yapılırken; NOR’de ET’nin %86.8’i blastokist evresinde yapıldı (p<0.01). Fakat gruplar arasında ET günü grade1 embriyo, fertilizasyon, gebelik ve implantasyon oranları açısından anlamlı bir fark gözlenmedi.
SONUÇ: ICSI-ET sikluslarında azalmış over rezervli hastalar, normal rezervli hastalara göre embriyo sayısındaki azlıktan ileri gelen dezavantajlarını iyi kalitede klivaj evresi ET ile ortadan kaldırabilmektedir.
OBJECTIVE: To compare the pregnancy rates of patients experienced cleavage stage versus blastocyst single embryo transfer (ET) with regard to ovarian reserve.
METHODS: This study was conducted with analysis of 200 ICSI-ET cycles performed in our IVF Center. A total of 78 ICSI- ET cycles down-regulated with GnRH antagonists were included in the study and the etiology of infertility were as follows: tubal factor (n= 8), decreased ovarian reserve (n=29) and unexplained infertility (n=41). The population was divided into two groups according to the number of retrieved oocytes (NRO). The groups were compared for the parameters of ET day, embryo quality, grade1 embryo rate, pregnancy rate and implantation rate.
RESULTS: The 78 women divided into two groups as follows: poor responders (NRO<8, n=40) and normoresponders (NRO= 8-12, n=38). The mean age, body mass index (BMI), day3 FSH and estradiol levels of study population were 31.5±5.2 years, 24.9±5.3 kg/m2, 6.9±3.4 IU/mL and 40.4±16.6 pg/mL respectively. In poor responders, the great extent of ET (67.5%) was performed at cleavage stage, but in normoresponders the majority of ET (86.8%) was performed at blastocyst stage (p<0.01). But there was no significant difference between the groups for the parameters of grade1 embryo rate, fertilization rate, pregnancy rate and implantation rate.
CONCLUSION: Our results indicate that poor responder patients with good grade clevage stage embryo has no disadvantage in ICSI-ET cycles compared to normoresponders with blastocyst embryo.

CASE REPORT
12.Waardenburg Syndrome Type 1: Case Report
Kenan Civelek, Nilüfer Zorlutuna Kaymak, Baran Kandemir, Leyla Yavuz, İhsan Yılmaz, Yusuf Özertürk
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.72692  Pages 143 - 146
26 yaşında kadın hasta, sol gözünde görme azlığı şikâyeti ile kliniğimize başvurdu. Muayenesinde en iyi düzeltilmiş görme keskinliği sol gözde 0.3, sağ gözde 1.0 idi. İris heterokromisi mevcut idi. Göz dibi incelemesinde sağ göz doğal görünümde, sol göz retinası albinoid görünümdeydi. Fizik incelemede hastanın distopia kantorumu olduğu tespit edildi. Hikâyesinden sol kulağında doğuştan işitme kaybı olduğu ve saçlarının erken yaşta beyazlaştığı öğrenilen hastaya bu bulgular ile Tip 1 Waardenburg Sendromu tanısı koyuldu. Çalışmamızdaki amacımız bu olgu ile Waardenburg Sendromunu tanımlamak, hastalığın etyopatogenezi, kalıtımı ve klinik manifestasyonlarını gözden geçirmektir.
26 years old female came to our clinic with complaining of decreased vision in her left eye. In her exam; best-corrected visual acuity was 0.3 in her left eye and 1.0 in her right eye. She has a heterochromia. In her retinal evaluation; right eye has normal retinal figure but left retina was albinoid. In physical examination we found out that she has a dystopia canthorum. After we heard the patient`s history, we learned that she was deaf in her left ear and she had a gray hair at very early period of her life. Then we diagnosed her syndrome, Type 1 Waardenburg Syndrome. The purpose of our study is define the Waardenburg Syndrome, it`s etiopathogenesis, genetics and clinical manifestations.

13.An Adult Onset Still's Disease with Normal Ferritin Level
Muhammet Emin Erdem, Seydahmet Akın, Aslı Göcek Özal, Adnan Helvacı, Selahattin Ertürk, Mustafa Tekçe, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.87699  Pages 147 - 150
Erişkin Still hastalığı, etyolojisi bilinmeyen nadir bir inflamatuar hastalıktır. Başlıca özellikleri yüksek ateş, döküntü, poliartralji, lenfadenopati, hepatosplenomegali, lökositoz ve karaciğer enzim yüksekliği, yüksek eritrosit sedimantasyon hızı ve ferritindir. Tanı diğer etyolojiler ekarte edilerek konulur.Erişkin Still hastalığında ferritin düzeyi yüksektir. Fakat vakamızda ferritin düzeyinin normal sınırlardadır. Yapılan ek tetkiklerde beraberinde derin demir eksikliği anemisi saptandı. Bu nedenle ferritin düzeyinin normal olduğunu düşünüldü. Literatürde nadir olması nedeniyle bu olguyu sunduk.
Adult-onset Still's disease is a rare inflammatory disorder of unknown etiology. Its main features are high fever, rash, polyarthralgia, lymphadenopathy, hepatosplenomegaly, leukocytosis and elevated liver enzymes, high erythrocyte sedimentation rate and ferritin. High levels of ferritin are observed in Adult onset Still's Disease, but ferritin levels were normal in our patient. We diagnosed iron deficiency anemia as a result of further evaluation. For this reason, we thought ferritin level was normal. We presented this case because of its rarity in the literature.

14.Primary Adenoid Cystic Carcinoma of the lung: Case Report
Duygu Gedik, Şule Karabulut Gül, Ahmet Fatih Oruç, Alpaslan Mayadağlı, Atınç Aksu, Beyhan Ceylaner, Mihriban Koçak, Naciye Özşeker, Kemal Ekici, Şermin Çoban Kökten
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.00378  Pages 151 - 154
Primer pulmoner adenoid kistik karsinom nadiren görülür ve optimal tedavi yaklaşımı hala belirsizdir. Pulmoner adenoid kistik karsinoma genellikle trakea ve ana bronş gibi merkezi hava yollarında yerleşik, tükrük bezi tipinde malign solunum yolu tümörüdür. Günümüzde primer tedavisi cerrahi rezeksiyondur. Radyoterapi adjuvan veya palyatif tedavi olarak kullanılmaktadır. Yazımızda nadir görülen bir tümör olması nedeni ile kliniğimize inoperable olarak başvuran ve adenoid kistik karsinom tanısı alan olguyu sunmayı amaçladık.
The incidence of primary adenoid cystic carcinoma of the lung is relatively rare and optimal treatment strategy is still unclear. Pulmonary adenoid cystic carcinoma is a rare salivary gland-type malignant neoplasm of respiratory tract that usually locates at the central airways such as trachea and main bronchus. Surgery has been considered as the primary treatment. Radiotherapy is generally applied as adjuvant or palliative treatment. As it is a rare seen tumor, we presented a case with inoperable adenoid cystic carcinoma who had admitted to our clinic.

15.The first of the university; Uniport experience with sympathectomy
Tülin Durgun Yetim
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.45403  Pages 155 - 158
Hiperhidrozis, aktivitesi fazla olan sempatik gangliyonun inerve ettiği ilgili dermatom alanında aşırı terleme ile karakterize bir hastalıktır. Çalışmalarda %0.6-1 oranında genç insanlarda, özellikle bayanlarda görüldüğü ve %30- 50'sinde pozitif aile öyküsünün olduğu bilinmektedir. Video yardımlı toraks cerrahisi ile sempatektomi, primer hiperhidrozisin tedavisinde son yıllarda uygulanan basit ve güvenilir bir yöntemdir. T2-T4 sempatik sinirlerin tek porttan videotorakoskopik elektrokoterizasyonu hastalarda en iyi sonuçlarla birlikte mükemmel kozmetik ve fonksiyonel sonuçlar vermektedir. Bu makalemizde kliniğimizde ilk kez uniport ile torakoskopik sempatektomi ameliyatını sunmayı amaçladık.
Hyperhidrosis is a disease characterized by excessive sweating at the dermatome area which is innervated by an overactive sympathetic ganglion. Studies have reported that it is observed in young people, specifically in females, with the rate of 0.6-1%, and that 30-50% of the patients has a positive family history. Video--assisted thoracic surgery sympathectomy has become a reliable method employed in primary hyperhidrosis treatment. The videothoracoscopic electrocauterization of the sympathetic nerves through single port gives the best results in patients, with an excellent cosmetic and functional outcome. This article aims to present the first uniport thoracoscopic sympathectomy surgery performed by our clinic.

16.Infectious mononucleosis with pleural effusion due to Epstein-Barr virus
Ufuk Yükselmiş, Yeşim Acar, Yelda Türkmenoğlu, Servet Erdal Adal
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.77699  Pages 159 - 161
Enfeksiyoz mononükleoz çocuklarda ve adolesanlarda sık görülen multisistemik bir hastalıktır. Tipik olarak halsizlik, ateş, boğaz ağrısı, lenfadenopati ve hepatosplenomegali hastalığın beklenen bulgularıdır. Laboratuar tetkilkerinde lökositoz, serum AST, ALT ve GGT seviyelerinde yükseklik beklenmektedir. Primer EBV virus enfeksiyonlarının tanısında Epstein-Barr viral kapsit, erken ve nükleer antijenlerine karşı antikorlar oluşur. Pulmoner infiltrasyonlar bilinen bir komplikasyon olmasına rağmen plevral efüzyon pediatrik popülasyonda nadirdir. Biz burada yedi yaşındaki bir çocukta enfeksiyoz mononükleozun beklenmedik bir komplikasyonu olarak plevral efüzyon gelişen bir olguyu sunduk. Bunu göğüs grafisi ve ultrasonografik olarak gösterdik. Sonuç olarak, çocuklarda plevral efüzyonun ayırıcı tanısında Enfeksiyoz mononükleoz göz önünde bulundurulmalıdır.
İnfectious Mononucleosis (IM) is a multisystem illness that occurs frequently in older children and adolescents. Typically, malaise, fever, sore throat, lymphadenopaty and hepatosplenomegaly are the predominant features. Laboratory findings revealed leukocytosis, serum GOT, GPT and GGT levels were elevated, antibodies to Epstein-Barr viral capsid, early, and nuclear antigens were diagnostic of a primary Epstein-Barr virus infection. Pulmonary infiltrates are a well recognized complication, but pleural effusions are rare, especially in the pediatric population.We have described a seven-year-old child in whom a pleural effusion complicated an otherwise typical case of IM. Although rare, pleural effusions are a possible complication of infectious mononucleosis. This complication is detectable by ultrasonographic and chest X-ray examinationand. As a result, IM should be considered in the differential diagnosis of pleural effusions in children.

17.Fetal ovarian cyst: antenatal diagnosis and management
Burcu Artunc
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.47135  Pages 162 - 164
Fetal over kistleri, tüm fetal abdominal kitlelerin %3-%6’sını oluşturur. Genellikle 3. trimestrda tanı alırlar. Antenatal takiplerinde klinisyen, kist rüptürü ve torsiyon gibi olası komplikasyonlar yönünden dikkatli olmalıdır. Doğum zamanı ve şekli, kiste bağlı gelişebilecek, overi korumak amacı ile acil müdahale gerektiren durumlar dışında olağan obstetrik nedenlere bağlıdır. Postnatal yaklaşımda ise kist boyutu ve ekojenitesi tedavi planında yol göstericidir. Bu çalışmada, fetal over kistinin antenatal tanısı ve postpartum takibi sunulmuş ve güncel literatürler gözden geçirilmiştir.
Fetal ovarian cysts represent 3%–6% of all fetal intraabdominal masses. The diagnosis is made usually during the 3rd trimestr. The clinician should be aware of the possible complications such as rupture of the cyst or torsion during the antenatal surveillance. Timing and mode of delivery of fetuses with ovarian cysts depends on the usual obstetric causes, unless there is a complication with the need of emergent intervention in order to preserve fetal ovaries. During the postnatal period, the diameter and echogenicity of the cyst is determinative for he management. In this study, an antenatally diagnosed case with a fetal ovarian cyst is presented. The relevant literature with possible management options are rewieved.

18.Case of acute intra-operative atelectasis during post upper respiratory tract infection period
Cemil Adaş, Hilal Adaş, Uygar Utku, Bünyamin Cüneyt Turan
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.80488  Pages 165 - 167
Çocuk hastalarda preoperatif üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE) çok sık karşılaşılan bir durum olup ÜSYE geçmiş dahi olsa çocuk hastalarda bronşiyal hiper-reaktivite uzun süre devam edebilmektedir. Geçirilmiş ÜSYE sonrası elektif ameliyatların belli bir süre ertelenmesi gerektiği konusunda herhangi bir görüş birliği bulunmamaktadır. Burada konuya dikkat çekmesi açısından geçirilmiş ÜSYE sonrası gelişen intraoperatif atelektazi olgusu sunulmuştur.
Preoperative upper respiratory tract infection (URI) in children is a very
commonly seen situation and even after relieving from URI bronchial hyper-reactivity
may carry on for a long time. There is no consensus about postponing the elective surgeries for a period of time soon after effected by URI.Here, an intraoperative atelectasis event which occured after affected by URI had been presented to take attention to this point.

19.An Incidentally Found Subcutaneous Foreign Body of Unknown Origin: Case Report
Serdar Evman
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.59023  Pages 168 - 170
Uzun süreli cilt altı yabancı cisim varlığı nadir rastlanan bir durumdur. Genellikle sebep bilinmesine karşın bazen yabancı cismin migrasyonu sonucu lokalizasyon tam olarak da belirlenemeyebilmektedir. 21 yaşında bayan hasta son 1 aydır mevcut olan öksürük ve göğüs ön duvarda ağrı nedeniyle göğüs hastalıkları polikliniğine başvurmuş. Çekilen PA AC grafisinde (resim 1a) sağ parakardiyak metalik cisim (iğne?) tespit edilmesi üzerine muhtemel yabancı cisim aspirasyonu ön tanısı ile kliniğimize yönlendirilmiş. Çektirilen lateral AC grafide (resim 1b) metalik cismin sternum önü cilt altında olduğu görüldü ve fizik muayene sırasında palpe edildi. Hayatı boyunca herhangi bir iğne batması veya travma öyküsü olmadığını ifade eden lise mezunu hastadan lokal anestezi altında yaklaşık 2 cm uzunluğunda, etrafında granülasyon dokusu ve fibrozis oluşmuş, yer yer paslandığı gözlenen, bir ucu sivri metal cisim çıkartıldı (resim 2). Tetanoz profilaksisi ve antibiyoterapi uygulanan hasta şikayetsiz şekilde takip edilmektedir. Tespit edilen veya şüphelenilen yabancı cisim vakalarında PA grafi ile yetinilmemelidir. Özofagus, trakea veya vakamızda olduğu gibi orta hatta cilt altında bulunan yabancı cisimlerin radyolojik olarak birbirleri ile karışabileceği unutulmamalı ve lokalizasyon tespiti için muhakkak lateral görüntüleme de kullanılmalıdır.
Long-term subcutaneous foreign body existence is a rare entity. Usually the reason is a known accident or material, but sometimes it can be unknown or undefined due to subcutaneous migration of the foreign body. 21 year-old female admitted to the pulmonology clinic with anterior chest wall pain and cough, for the last 1 month. Chest X-ray (figure 1a) revealed a right paracardiac metallic object (needle?) so she was directed to the thoracic surgery clinic with a possible needle aspiration. On the lateral chest x-ray (figure 1b), metallic object was seen to be in the subcutaneous tissue, and was felt pre-sternally with palpation. The partially rusty broken needle-like object (figure 2) and the granulation tissue around was removed under local anesthesia from the high-school graduate patient with no previous history of any needle puncture or trauma. Patient is discharged with antibiotherapy and tetanus prophylaxis. In every patient with suspected or verified foreign body aspiration, lateral chest x-ray examination must be done along with the posteroanterior x-ray. As in our case, subcutaneous foreign bodies close to mid-sternal line can be radiologically mixed up with esophageal or tracheal foreign body aspirations; so the localization should be confirmed by lateral examination as well.

REVIEW
20.Patient Safety for Patient
Efe Onganer, Birkan Bozkurt, Mehmet Kılıç
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.49389  Pages 171 - 174
Tıp hataları bütün ülkelerin sorunudur. Bundan dolayı, hasta güvenliği iyi hastanelerin öncelikleri arasına girmiştir. Çağdaş sağlık hizmetinin özellikleri tanımlanırken; güvenli, etkili, hasta odaklı, zamanında verilen verimli ve eşit dağılımlı olarak sunulması ortak kabul görmüş durumdadır.Hastalar tarafından yönlendirilmekte olan hastalar için, hasta güvenliği, taraf olma ve açık iletişim yolu ile bütün seviyelerde hasta güvenliği insiyatifleri içerisinde hastaların liderlik etme ve katılımını arttırmak için hastaların ve sağlık hizmeti tüketicilerinin içinde bulunduğu bir ağ inşa etmektedir.
Medical errors is the problem of all countries.herefore, the best hospitals in patient safety has become one of the priorities. Defining characteristics of modern health care, a safe, effective, patient-centered, timely, efficient and uniform in the joint submission is accepted.Patients that guided by the patients, the patient safety, to take sides by means of open communication and leadership at all levels to patients in patient safety initiatives and to increase the participation of patients and is building a network in which health care consumers.

LETTER TO EDITOR
21.Noduler Malign Melanoma Presenting With Rapid Progression: A Case Report
Kemal Ekici, Alpaslan Mayadağlı, Naciye Özşeker, Şule Karabulut Gül, Ahmet Fatih Oruç
doi: 10.5505/jkartaltr.2014.36002  Pages 175 - 176
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale