ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 24 (2)
Volume: 24  Issue: 2 - 2013
RESEARCH ARTICLE
1.The effects of addition of fentanyl or morphine to levobupivacaine in spinal anesthesia for cesarean section
Müjge Hatun, Gülten Arslan, Feriha Temizel, Hakan Erkal, Hüsnü Süslü, Yaman Özyurt, Tamer Kuzucuoğlu, Zuhal Arıkan
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.90377  Pages 73 - 81
AMAÇ: Çalışmamızın amacı spinal anestezi altında sezaryen ameliyatı geçirecek olgularda 10 mg levobupivakaine 10 mcg fentanil, 0.01 mg morfin veya salin eklenmesinin etkilerini
karşılaştırmaktır.
YÖNTEMLER: Spinal anestezi altında elektif sezaryen ameliyatı uygulanacak ASA I-II grubundaki 90 hasta rastgele olarak takip eden üç gruba ayrıldı. Grup L: 10 mg levobupivakain ve salin, Grup LF: 10 mg levobupivakain ve 10 mcg fentanil, Grup LM: 10 mg levobupivakain ve 0.01 mg morfin. Sensoryel ve motor blok başlama, geri dönüşüm zamanları, sensoryel blok seviyesi, sensoryel bloğun en yüksek seviyesi ve ulaşma zamanı, motor blok derecesi, çalışma ilaçlarının spinal enjeksiyonundan sonra 1., 5., 10., 15., 20., 25., 30., 35., 40. dk’larda hemodinamik parametreler, görsel analog skala, ilk analjezik gereksinim zamanı, ilk 24 saatteki total analjezik gereksinimi, anestezi kalitesi, yan etkiler, umblikal arter kan gazları, APGAR skorları kaydedildi.
BULGULAR: Gruplar arasında demografik özellikler, APGAR skorları, umblikal arter kan gazları açısından farklılık bulunmadı. Sistolik arter basıncı ve görsel analog skala değerleri grup LF’de daha fazla azalmış idi (p<0.05).
SONUÇ: Levobupivakaine eklenen fentanil ve morfinin kısaltılmış duyusal ve motor blok başlangıç zamanı, geliştirilmiş analjezi kalitesi oluşturması nedeniyle, sezaryen ameliyatı gibi kısa süreli girişimlerde spinal anestezi için daha iyi bir seçenek olabileceği kanısına varıldı.
OBJECTIVE: The purpose of the study was to compare the effects of adding 0.01 mg of morphine, 10 mcg of fentanyl or saline to 10 mg of levobupivacaine in patients undergoing cesarean section under spinal anesthesia.
METHODS: Ninety American Society of Anesthesiologists (ASA) I-II patients undergoing elective cesarean section under spinal anesthesia were randomized into the following three groups:
Group L: 10 mg levobupivacaine and saline, Group LF: 10 mg levobupivacaine and 10 mcg fentanyl, and Group LM: 10 mg levobupivacaine and 0.01 mg morphine. Sensorial and motor block onset and recovery times, the level of sensory block, time to highest sensory block, highest sensory block level, the degree of motor block, hemodynamic parameters at 1, 5, 10, 15, 20, 25, 30, 35, and 40 minutes after spinal injection of the study drugs, visual
analogue scale, first analgesic requirement time, total analgesic requirement in the first 24 hours, anesthesia quality, side effects, umbilical artery blood gases, and APGAR scores were recorded.
RESULTS: There was no difference between groups in demographics, APGAR scores, or umbilical artery blood gases. Systolic arterial pressure and visual analog scale values were decreased in Group LF (p<0.05).
CONCLUSION: Due to the shortened sensorial and motor block onset times, for improved quality of anesthesia, we believe that addition of fentanyl or morphine to levobupivacaine may be a better choice for spinal anesthesia for short procedures such as cesarean section.

2.Mechanical ocular surface injuries caused by careless handling of topical agents
Faik Oruçoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.56833  Pages 82 - 86
AMAÇ: Göz damlaları veya merhem şişe uçlarının konjonktiva ve korneaya teması ile oluşan kızarık ve ağrılı gözlerin kliniği ve tanısı değerlendirildi.
YÖNTEMLER: Göz damlaları veya göz merhemleri kullanırken ani olarak ortaya çıkan ağrılı ve kızarık gözlerle başvuran hastaların kayıtları geriye dönük olarak tarandı. Biyomikroskopik muayenede konjonktiva veya korneasında damla uçlarının tekrarlayan temasına bağlı gelişen erozyonlu hastalar çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalara ilaçlarını nasıl kullandıkları soruldu ve hepsinde ilaç şişe uçlarının konjonktiva ve/veya korneaya teması gözlemlendi.
BULGULAR: Toplam beş hastanın altı gözünde yanlış ilaç uygulanması sonucu konjonktiva veya korneada erozyon görüldü. Beş gözde erozyon alt bulbar konjonktivada harita şeklinde, bir hastada ise sağ göz saat yedi kadranında kornea ve konjonktiavada oluşmuştu. Son hastanın görmesi ışık seviyesinde idi ve antiglokomatöz ilaçlar kullanıyordu. Bir hasta katarakt cerrahisi sonrası göz damlaları, üç hasta ise oftalmik pomatlar kullanıyordu. Tüm hastaların konjontivasında boyanma, aynı bölgede lokalize hiperemi ve bir hastada kornea erozyonuna ikincil olarak enfeksiyöz keratit gelişimi izlenildi. Konjonktiva erozyonlarında tedavi, suni gözyaşı damlaları ve kapama ile yapıldı.
SONUÇ: Hastalara ilaçları gözden daha uzak mesafeden kullanmaları anlatılmalıdır. Özellikle az gören hastalara göz ilaçlarının başkaları tarafından damlatılması önerilmelidir. Göz ilaçları kullanırken ani ortaya çıkan lokalize kızarıklıklar ve ağrılarda hastalar tarafından yanlış ilaç kullanımı akla gelmelidir.
OBJECTIVE: We aimed to report the clinical features and diagnosis of red and painful eyes caused by contact between the tip of an eye drop or ointment bottle and the conjunctiva or cornea.
METHODS: The medical records of patients who presented with a sudden painful and red eye while using eye drops or ointments were reviewed. Patients with erosion caused by contact between the tip of the bottle and their conjunctiva or cornea were included in the study. Patients were asked to demonstrate how they apply their eye drops, and inadvertent contact between the tip of the topical agents and the conjunctiva or cornea was observed.
RESULTS: Erosion on the conjunctiva or cornea as a result of direct contact of the tube or bottle tip was detected in 6 eyes of 5 patients. In 5 eyes, the erosion was at the lower bulbar conjunctiva with an outline resembling a map, and in 1 patient, erosion was at the 7 o’clock quadrant of the cornea and conjunctiva of right eye. The vision of the last patient was light perception, and the patient was on anti-glaucomatous medications. One patient
was using eye drops after cataract surgery, and 3 patients were using ophthalmic ointments. The conjunctivae of all patients demonstrated staining and localized hyperemia in the same area, and in 1 patient, in addition to the corneal erosion, development of infectious keratosis was observed. Eye patch and lubrication were used in the management of conjunctival erosions.
CONCLUSION: Patients should be instructed in using the drugs at a distance from the eye. Especially in patients with impaired vision, instillation by another person should be recommended. Physicians should consider improper application of ophthalmic medications in the case of acute-onset localized eye redness and pain during the usage of topical medications.

3.The frequency of Helicobacter pylori in patients diagnosed with peptic ulcer and gastritis
Emre Emre, Emel Ahıshalı, Can Dolapçıoğlu, Şahika Sümer Emre, Sevinç Hallaç Keser, Reşat Dabak, Oya Uygur Bayramiçli
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.77045  Pages 87 - 92
AMAÇ: Son yıllarda yapılan çalışmalarda Helicobacter pylori (H. pylori) negatif peptik ülser oranlarında artış olduğu bildirilmektedir. Bölgemizdeki peptik ülser ve gastritli hastalardaki H. pylori sıklığını araştırdık.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda 2008 Temmuz-2010 Aralık tarihleri arasında üst gastrointestinal sistem (GİS) endoskopisi yapılan 2500 hastanın gastroskopi raporları geriye dönük olarak değerlendirildi; 2052 hasta çalışmaya alındı. Patoloji raporları incelenerek H. pylori ve intestinal metaplazi pozitifliği değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 44.76±14.20 yıldı, 1137’si (%55.4) kadındı. H. pylori 919 (%44.8) hastada pozitif bulundu. Mide ülserinde H. pylori pozitifliği %54.5, duodenal ülserde
%67.3, gastrik ve duodenal ülserde %63, gastritde ise %40.8 bulundu. Hastaların 275’inde (%13.4) intestinal metaplazi saptandı. Kadın ve erkek hastalar arasında H. pylori sıklığı açısından anlamlı fark bulunmadı. H. pylori pozitifliği ile intestinal metaplazi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmadı. Yaşı 50’nin altında olan hastalarda H. pylori pozitifliği ≥50 yaş olan hastalara göre anlamlı yüksek bulundu (p=0.000).
SONUÇ: Çalışmamızda peptik ülser ve gastritte H. pylori pozitifliğinin önceki yıllara göre azaldığı bulunmuştur.
OBJECTIVE: Recent studies report that there has been an increase in the incidence of Helicobacter pylori (HP)-negative peptic ulcer disease. In this study, we investigated the frequency of HP among patients with peptic ulcer and gastritis.
METHODS: In this study, endoscopy reports of 2500 patients who had undergone upper gastrointestinal endoscopy between July 2008 and December 2010 were evaluated retrospectively; 2052 patients were enrolled. Positivity for HP and intestinal metaplasia were examined in the pathology reports.
RESULTS: The mean age of the patients was 44.76±14.20 years, and 1137 (55.4%) were female. HP was positive in 919 (44.8%) patients. HP positivity in gastric ulcer, duodenal ulcer, gastric plus duodenal ulcer, and gastritis was 54.5%, 67.3%, 63%, and 40.8%, respectively. Intestinal metaplasia was seen in 275 (13.4%) patients. No significant difference was noted between male and female patients in terms of HP frequency. There was no significant relationship between HP positivity and intestinal metaplasia. HP positivity was significantly higher in patients <50 years of age compared to those ≥50 years (p=0.000).
CONCLUSION: Our data suggest that the frequency of HP positivity in peptic ulcer and gastritis has decreased in recent years when previous records are taken into consideration.

4.Evaluation of sociodemographic factors among children with enuresis
Gamze Özgürhan, Betül Sezgin, Meryem Benzer, Elif Ünver Korğalı, Nedim Samancı
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.92300  Pages 93 - 96
AMAÇ: Bu çalışmada Çocuk Polikliniği’ne başvuran çocuklarda enürezisle ilişkili sosyodemografik faktörlerin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEMLER: Enürezisli çocukların (n=131) aileleri ile yapılan görüşmelerden elde edilen veriler değerlendirildi. Olgular cinsiyet, başvuru yaşları, ailede enürezis öyküsü, eşlik eden hastalık, uyku derinliği ve tedavi yöntemi ile sosyoekonomik açıdan ailenin gelir düzeyine göre incelendi.
BULGULAR: Olguların 86’sı (%65.6) erkek, 45’i (%34.4) kızdı. Başvuru yaşı açısından her iki cins arasında anlamlı bir fark yoktu. Otuz dört (%35.1) olguda ikincil enürezis mevcuttu. Olguların 23’ünün (%11.3) sadece annesinde, 37’sinin (%32.2) sadece babasında, yedisinin (%3.6) her iki ebeveynde, 44’ünün (%22.8) kardeşlerinde ve 67’sinin (%34.7) diğer akrabalarında pozitif enürezis öyküsü saptandı. Başvuru öncesi 22 olguya (%16.7) ilaçla tedavi, beş olguya (%3.8) ise su kısıtlama tedavisi uygulanmıştı. Eşlik eden hastalık açısından değerlendirildiğinde 4 (%3.05) olguda spina bifida, 15’inde (%11.4) konstipasyon, 31’inde (%23.7) geçirilmiş idrar yolu enfeksiyonu öyküsü ve 3’ünde (%2.2) vezikoüreteral reflü saptandı.
SONUÇ: Enürezisli çocuklarda eşlik edebilecek organik sorunlar nedeniyle her olgu sistematik biçimde değerlendirilmelidir. Ailelerin enürezisin tedavi edilebilir bir hastalık olduğu konusunda bilgilendirilmesi, tanı alan olguların uygun yöntemlerle erken dönemde tedavi edilmesi önemlidir.
OBJECTIVE: We aimed to evaluate the sociodemographic factors related to enuresis among children admitted to our outpatient Pediatrics clinic.
METHODS: The data collected from the parents of 131 enuretic children were evaluated. The patients were evaluated regarding gender, age at admittance, family history of enuresis, accompanying illness, depth of sleep, treatment type, and the socioeconomic status of the family.
RESULTS: Eighty-six patients (65.6%) were males and 45 (34.4%) were females. We could not determine any difference between two genders regarding the age at admittance. Thirty-four cases (35.1%) were found to have secondary enuresis. Positive maternal, paternal and parental history for enuresis was found among 23 (11.3%), 37 (32.2%) and 7 (3.6%) patients, respectively. Fortyfour (22.8%) and 67 (34.7%) patients were found to have positive history for enuresis among siblings and relatives, respectively. Before admittance, 22 (16.7%) patients were found to be treated with a medication and 5 (3.8%) with water restriction. Regarding accompanying disease, 4 (3.05%) patients were found to have spina bifida, 15 (11.4%) constipation, 31 (23.7%) a history of urinary tract infection, and 3 (2.2%) vesicoureteral reflux.
CONCLUSION: Every child with enuresis should be systematically evaluated because of possible accompanying organic disorders. Education of the parents regarding the curable nature of the disease and the early treatment of newly diagnosed patients should be encouraged.

5.Seroprevalence of hepatitis B and C among women with fibromyalgia syndrome
Ümit Seçil Demirdal, Hasan Toktaş, Alper Ulaşlı, Tuna Demirdal
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.56873  Pages 97 - 102
AMAÇ: Fibromiyalji sendromu (FMS) etiyolojisi tam olarak anlaşılamamış önemli sağlık problemlerinden biridir. Hastalığın oluşmasında enfeksiyöz ajanları da içeren tetikleyici
faktörler rol oynayabilmektedir. Bu çalışmada FMS tanısı alan hastalarda hepatit B virüsü (HBV) ve hepatit C virüsü (HCV) seroprevalansının araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Amerikan Romatoloji Derneği (ACR) 1990 ölçütlerine göre FMS tanısı almış 57 kadın hasta çalışmaya alındı. Demografik bilgilerin yanı sıra yaygın vücut ağrısının süresi, görsel ağrı skalası (GAS) ile ağrının şiddeti ve toplam hassas nokta (HN) sayısı kaydedildi. Hastalara fibromiyalji etki anketi (FEA) uygulandı. Hastalarda mikro-ELİSA yöntemi ile HBsAg, antiHBs ve antiHCV varlığı araştırıldı. HBV ve/veya HCV maaruziyetine göre hastalar karşılaşanlar ve karşılaşmayanlar olarak iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Hastalarda HBsAg pozitifliği %7 (4/57), anti HBs pozitifliği ise %22.8 (13/57) oranında saptandı, anti-HCV pozitifliğine rastlanmadı. HBV ile karşılaşan hastalarda HN sayısı, GAS ve FEA skorları daha yüksekti, ancak aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi.
SONUÇ: Bu çalışmada FMS ile HBV ve HCV enfeksiyonu arasında net bir ilişki saptanmadı. Ancak FMS semptomlarının şiddeti HBV ile karşılaşanlarda daha belirgindi. Çok merkezli,
büyük örneklem sayıları ile yapılacak ileri çalışmalar FMS’de hepatit B ve C seroprevalansının ve hastalık şiddeti ile ilişkisinin belirlenmesinde daha faydalı olacaktır.
OBJECTIVE: Fibromyalgia syndrome (FMS) is one of the major health problems with an unknown etiology. Trigger factors including various infectious agents may play a role in the development of the disease. The aim of this study was to investigate the seroprevalence of hepatitis B and C among patients with FMS.
METHODS: Fifty-seven female patients diagnosed with FMS according to the American College of Rheumatology (ACR) 1990 criteria were included in the study. Demographic features of the patients as well as duration of widespread pain, severity of pain assessed with visual analog scale (VAS), and total number of tender points (NTP) were recorded. Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ) was also performed. Sera of the patients were examined with
micro-ELISA method for the presence of HBsAg, anti-HBs and anti-HCV. Regarding exposure to HBV and/or HCV, the patients were separated into two groups as exposed and non-exposed.
RESULTS: Of the 57 patients, four were HBsAg-positive (7%) and 13 were anti-HBs- positive (22.8%). None of the patients was positive for anti-HCV. Scores of NTP, VAS and FIQ were higher in the HBVexposed group than in the non-exposed group, but there were no
statistically significant differences between the two groups.
CONCLUSION: No relationship was determined between FMS and HBV and HCV infections in this study. However, the severity of FMS symptoms was higher in the HBV-exposed group than in the non-exposed group. Further multidisciplinary studies including larger samples may help to determine the seroprevalence of HBV and HCV in FMS.

6.Results of phacoemulsification surgery in diabetic and non-diabetic patient groups
Leyla Yavuz, Süleyman Kugu, İhsan Yılmaz, Yücel Öztürk, Yusuf Özertürk
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.08831  Pages 103 - 106
AMAÇ: Fakoemülsifikasyon yöntemi ile katarakt cerrahisi yapılan diyabetik ve diyabetik olmayan hasta gruplarında cerrahi sonuçlar değerlendirildi.
YÖNTEMLER: Bu çalışmaya 43 hastanın (12 kadın, 31 erkek) 70 gözü dahil edildi. Diyabetik olan 21 hastanın 30 gözü grup 1’i, diyabetik olmayan 22 hastanın 40 gözü grup 2’yi (kontrol grubu) oluşturdu. Ameliyat öncesi tüm hastalarda Snellen eşeli ile görme keskinliği ölçümü ve optik koherens topografi (OKT) ile santral maküla kalınlığı ölçümü yapıldı. Aynı ölçümler ameliyat sonrası 1. hafta, 1. ay ve 6. ayda tekrarlandı. İki hasta grubu fakoemulsifikasyon sonrası görme keskinliği ve maküla kalınlığındaki değişiklikler açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Grup 1 için ameliyat öncesi ortalama en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK) 0.26±0.11, ameliyat sonrası ortalama EİDGK ise 1. haftada 0.47±0.16, 1. ayda 0.62±0.15, 6. ayda 0.72±0.18 idi. Grup 2 için ameliyat öncesi ortalama EİDGK 0.38±0.15, ameliyat sonrası ortalama EİDGK ise 1. haftada 0.55±0.18, 1. ayda 0.71±0.18, 6. ayda 0.78±0.22 idi. Grup 1 için ortalama santral maküla kalınlığı, ameliyat öncesi 226±38.61 μm iken, ameliyat sonrası 1. haftada 258.9±49.3 μm, 1. ayda 282±57.2 μm ve 6. ayda 305.1±47.47 μm idi. Grup 2 için ortalama santral maküla kalınlığı ameliyat öncesi 152±20.5 μm iken, ameliyat sonrası 1. haftada 166±18.6 μm, 1. ayda 161±23 μm, 6. ayda 159±16 μm idi. Grup 1’de ameliyat sonrası ortalama santral maküler kalınlık artışı istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.05).
SONUÇ: Diyabetik hastalarda fakoemülsifikasyon ile katarakt cerrahisi sonrası anlamlı ölçüde santral maküla kalınlık artışı olmaktadır. Fakat satral maküla kalınlığındaki bu artışa rağmen
görme keskinliği olumsuz olarak etkilenmemektedir.
OBJECTIVE: Phacoemulsification surgery results in diabetic and nondiabetic patient groups were evaluated.
METHODS: 70 eyes of 43 patients (12 females, 31 males) were included in this study. 30 eyes of 21 diabetic patients composed Group 1, and 40 eyes of 22 non-diabetic patients composed Group 2 (control group). Preoperatively, central macular thickness was measured with optical coherence tomography (OCT), and visual acuity was measured with Snellen chart. The same measurements were repeated in all patients at 1 week, 1 month and 6 months after surgeries. The two groups were compared with respect to changes in macular thickness and visual acuity after phacoemulsification.
RESULTS: For Group 1, mean best-corrected visual acuity (BCVA) was 0.26±0.11 preoperatively, and it had changed to 0.47±0.16 at 1 week, 0.62±0.15 at 1 month, and 0.72±0.18 at 6 months after surgeries. For Group 2, mean BCVA was 0.38±0.15 preoperatively, and it had changed to 0.55±0.18 at 1 week, 0.71±0.18 at 1 month, and 0.78±0.22 at 6 months after urgeries. For Group 1, mean central macular thickness was 226±38.61 μm preoperatively, and it had changed to 258.9±49.3 μm at 1 week, 282±57.2 at 1 month, and 305.1±47.47 μm at 6 months after surgeries. For Group 2, the mean central macular thickness was 152±20.5 μm preoperatively, and it had changed to 166±18.6 μm at 1 week, 161±23 μm at 1 month, and 159±16 μm at 6 months after surgeries. In the postoperative term, the increment in mean central macular thickness in Group 1 was statistically significant (p<0.05).
CONCLUSION: After phacoemulsification, a significant increase in central macular thickness was determined in patients with diabetes mellitus. However, this increment did not affect visual acuity.

7.The impact of increased femoral anteversion on knee kinetics and kinematics in children with cerebral palsy
Kubilay Beng, Osman Lapçın, Sebahat Aydil, Yunus Atıcı, Sami Sökücü, Yavuz Selim Kabukçuoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.54366  Pages 107 - 109
AMAÇ: İçe basarak yürüme serebral palsili çocuklarda sık görülen bir durumdur. Bu yazıda, çocuklardaki içe basarak yürüme durumunda dizdeki açısal değişiklikler ve dizdeki yük değişimleri araştırıldı.
YÖNTEMLER: İçe basma sorunu olan, daha önce cerrahi geçirmemiş serebral palsili 17 çocuğa üç boyutlu yürüme analizi yapıldı. Bu çocuklarda içe basarak yürümenin diz kinetik ve kinematik değerlerine etkisi araştırıldı.
BULGULAR: Hastaların 11’i erkek 6’sı kızdı. Hastaların hepsi diplejik idi. Femoral anteversiyon açısı 30 derecenin üzerinde olan sekiz hasta (Grup 1), 30 derecenin altında olan dokuz hasta (Grup 2) çalışmaya alındı.
SONUÇ: Grup 1’deki hastalarda diz medial eklem aralığına binen yükün arttığı ve bunun gelecekte artroza neden olabileceği bulundu.
OBJECTIVE: Internal rotation gait is common in children with cerebral palsy. In this study, power and moment changes in the knee in these patients were investigated.
METHODS: We evaluated 17 patients with cerebral palsy with internal rotation gait in our gait analysis laboratory with threedimensional gait analysis. We measured knee kinematics and kinetics data.
RESULTS: Eleven of these patients were boys, and 6 were girls. All of the patients were diplegic. Two groups were selected: those with hip internal rotation of more than 30 degrees (Group 1), and those with rotation less than 30 degrees (Group 2).
CONCLUSION: We found that power, moment and loading on the knee were increased in Group 1 patients. Therefore, we concluded that this abnormal loading may lead to early arthrosis in the knee.

CASE REPORT
8.Diaphragm injury following blunt trauma
Levent Alpay, İlhan Ocakçıoğlu, Talha Doğruyol, Tunç Laçin, Volkan Baysungur, İrfan Yalçınkaya
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.47113  Pages 110 - 113
Künt travma sonrası diyafram rüptürü nadir görülür. Künt travma nedeniyle hastaneye yatırılan hastaların ortalama %0.8-1.6’sında meydana gelmektedir. Günümüzde künt travmaya bağlı diyafram rüptürleri %90 oranında trafik kazaları sonucu gelişmektedir. İkinci sıklıkla görülen neden ise yüksekten düşmedir. Ameliyat öncesi dönemde izole diyafram rüptürlerinin tanısını koymak oldukça güçtür. Geç dönemde travma öyküsünün araştırılması, tanının konmasını kolaylaştıracaktır. Diyafram yaralanmalarında tanı koymada şüpheci yaklaşım, toraksın ayrıntılı fizik muayenesi ve akciğer grafisi yararlı olacaktır. Diyafram rüptürü tanısı sonrası en kısa zamanda cerrahi olarak tamir edilmelidir. Bu yazıda, künt travma sonucu diyafram rüptürü tanısı konan üç olgu sunuldu.
Rupture of the diaphragm after blunt trauma is encountered rarely. It is seen in 0.8-1.6% of the cases hospitalized due to blunt trauma. Nowadays, 90% of diaphragm rupture following blunt trauma occurs due to traffic accidents. The secondary cause in etiology is falls from height. In the preoperative period, isolated diaphragmatic rupture is difficult to diagnose. Investigating the history of trauma will facilitate reaching the diagnosis in the late period. A questioning approach, detailed physical examination of the thorax and chest X-ray will be helpful in the diagnosis of diaphragm injury. The diaphragm should be repaired surgically as soon as possible after the diagnosis of the rupture. Three cases of diaphragm rupture after blunt trauma are presented in this study.

9.Rarely seen abdominal wall endometriosis: Eight cases
Mehmet Eser, Aylin Acar, Selçuk Göktaş, Yunus Emre Altuntaş, Ali Emre Atıcı, Muhammed Fikri Kündeş, Sedat Tan, Nuri Okkabaz, Mustafa Öncel
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.59140  Pages 114 - 117
Endometriyozis endometriyal dokunun uterus dışında gelişmesi olarak tanımlanır. Üreme çağındaki kadınlarda sıklıkla pelvik organ ve peritoneumda bulunmakla birlikte böbreklerde, böbreküstü bezlerde, umbilikusda, ciltte, periferik sinirlerde, kalpte, karaciğerde ve kemikte de bulunabilir. Karın duvarında gelişen endometriyozis genellikle sezaryen veya diğer jinekolojik ameliyatlar sonrası oluşmaktadır. Bu yazıda, ameliyat edilen sekiz karın duvarı endometriyozis olgusu literatür eşliğinde sunuldu.
Endometriosis is defined as the presence of endometrial tissue outside the uterine cavity. In the childbearing period, it is mostly localized to the pelvic viscera and the peritoneum. Kidneys, surrenal glands, umbilicus, skin, peripheral nerves, heart, liver, and bones are other frequent localizations for endometriosis. Abdominal wall endometriosis can usually be detected as attached to abdominal wall layers. We aimed to present eight abdominal wall endometriosis cases together with the related literature.

10.Light chain myeloma
Pınar Kutlutürk Özdemir, Seydahmet Akın, Erman Özdemir, Mehmet Aliustaoğlu
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.60352  Pages 118 - 121
Multiple miyelom (MM) plazma hücrelerinin monoklonal çoğalması ve monoklonal immünglobulin (M protein) sekrete etmesiyle kendini gösteren neoplastik bir hastalıktır. Aşikar klinik bulgular varlığında (örn.; litik kemik lezyonları, hiperkalsemi, sedimantasyon yüksekliği, hiperglobulinemi gibi) tanı rahatlıkla konulabilir; ancak bulguların atipik olduğu olgularda tanı için yüksek klinik şüpheyle birlikte ileri incelemeler gereklidir. Hafif zincir hastalığında olduğu gibi standart elektroforezde tespit edilemeyen paraproteinler immünfiksasyon elektroforezinde rahatlıkla saptanabilir. Bu olgu sunumu aracılığıyla hafif zincir miyelomun klinik bulgularına ve immünfiksasyon elektroforezinin klinik kullanımına değinilmiştir.
Multiple myeloma (MM) is characterized by a proliferation of malignant plasma cells and a subsequent overabundance of monoclonal paraprotein (M protein). In the presence of obvious clinical findings (e.g., lytic bone lesions, hypercalcemia, elevated sedimentation rate, hyperglobulinemia), diagnosis is easy; however, in the case of atypical findings, with high clinical suspicion, further testing is required for the diagnosis. As in light chain disease, the paraproteins that cannot be detected in standard electrophoresis can be determined easily in immunofixation electrophoresis. Through this case report, the clinical findings of light chain myeloma and the clinical use of immunofixation electrophoresis are reviewed.

11.Synchronous bladder, prostate and bilateral kidney tumors: A case report
Mehmet Kutlu Demirkol, Gökhan Faydacı, Osman Çelik, Çağatay Tosun, Akif Türk, Aydın Özgül
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.03274  Pages 122 - 125
Kanserli bir hasta ikinci bir kanser açısından genel popülasyona göre 1.29 kat daha fazla risktedir. Multipl tümörlerin büyük bir çoğunluğunun böbrek ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Ürogenital sistemin senkron böbrek, mesane ve prostat tümörlerinin görülmesi oldukça nadirdir ve genelde tek seansta tedavi edilememektedir. Biz tek seansta komplet olarak rezeke ettiğimiz triple senkron ürogenital tümör olgusunu sunduk.
In terms of a second cancer, a cancer patient has a 1.29 times greater risk than the general population. It was shown that the majority of multiple tumors are associated with the kidney. Synchronous kidney, bladder and prostate tumors of the urogenital system are seen quite rarely and usually cannot be treated in a single session. We present a case of triple synchronous urogenital tumors that were resected completely in a single session.

12.A case of pulmonary metastasized malignant melanoma treated with VATS lobectomy
Levent Alpay, İlhan Ocakçıoğlu, Ferda Aksoy, İrfan Yalçınkaya
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.54695  Pages 126 - 129
Malign melanom melonositlerin malign transformasyonu sonucu gelişir ve akciğer metastazlarını esas olarak pulmoner artere ulaşan tümör embolileri ile yapar. Yetmiş sekiz yaşındaki erkek hasta, yapılan rutin radyolojik inceleme sonucu sağ akciğer alt lob bölümünde soliter pulmoner kitle tespit edilerek ileri inceleme için kliniğimize refere edilmişti. Olguya çekilen pozitron emisyon tomografide sağ akciğer alt lobdaki nodülde malign düzeyde tutulum saptandı. Video yardımlı torakoskopik cerrahi girişimle sağ akciğer alt lobdaki nodüle yapılan kama rezeksiyonun frozen sonucunun malign gelmesi üzerine video-torakoskopik olarak sağ alt lobektomi yapıldı. Patoloji sonucu malign melanom metastazı olarak raporlandı. Bunun üzerine primer kaynağı tespit etmek için yapılan ayrıntılı fizik muayenede, saçlı deride nevüs tespit edildi. Yapılan eksizyonel biyopsi sonucu nodüler tip malign melanom tanısı aldı.
Malignant melanoma develops as a result of malignant transformation of melanocytes. Pulmonary metastases develop by tumor emboli from the pulmonary artery. During a 78-year-old male patient’s routine health examination, localization of a solitary pulmonary nodule in the lower lobe of the right lung was identified. Positron emission tomography scans demonstrated involvement of the right lower lobe nodule at a malignant level. Video-assisted thoracoscopic surgery wedge resection of the right lower lobe nodule was malignant by frozen section, and lower lobectomy was completed. The pathology report was consistent with metastatic malignant melanoma. In the detailed physical examination to determine the primary source, a nevus located at the scalp was detected. We present a case report in which the skin biopsy was nodular-type malignant melanoma.

REVIEW
13.Ductal carcinoma in situ
Şule Karabulut Gül, Ahmet Fatih Oruç, Alpaslan Mayadağlı
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.57442  Pages 130 - 135
Duktal karsinoma in situ (DKİS) memenin non-invaziv bir tümörüdür. Tarama mamografisinin yaygın kullanılması ile son yıllarda insidansında belirgin ölçüde artış görülmüştür. Doğal davranışı tümörün derecesine ve histolojik tipine göre değişmektedir. Tedavisiz bırakıldığında düşük dereceli olanların üçte biri 30 yıl kadar sonra invaziv kansere dönüşmekte, yüksek dereceli olanlarda ise bu süre beş yıla kadar inmektedir. Lokal tedavide mastektomi uzun süre temel tedavi yaklaşımı olmuş, ancak meme koruyucu cerrahiye radyoterapinin eklenmesinin benzer sonuçları sağladığı gösterildikten sonra meme koruyucu cerrahi standart yaklaşım olmuştur. Son yıllarda DKİS insidansındaki artış ve invaziv kansere dönüşebilme özelliği nedeniyle bu derlemede DKİS’nin patolojik özellikleri, tanısı ve tedavisi ile ilgili gelişmeleri özetlemeyi amaçladık.
Ductal carcinoma in situ (DCIS) is a non-invasive tumor of the breast. With widespread use of screening mammography, its incidence has increased significantly in recent years. Its natural behavior changes according to the histological type and tumor degree. When left untreated, about one-third of low-grade invasive cancers evolve into high grade 30 years later, while in the high-grade group, this period decreases to 5 years. In local treatment, mastectomy had long been the main treatment option, but as similar results can be obtained with the addition of radiotherapy after breast-conserving surgery, breast-conserving surgery has become the standard protocol. In recent years, because of the increased incidence of DCIS and its ability to evolve into invasive cancer, we aimed in this review to summarize the pathological features of DCIS and the developments in its diagnosis and treatment.

14.Health tourism situation in Turkey
Salih Haluk Özsarı, Özlem Karatana
doi: 10.5505/jkartaltr.2013.69335  Pages 136 - 144
Dünyada 2010 yılı itibarıyla sağlık hizmetlerinden yararlanmak maksadıyla seyahat gerçekleştirilerek ortaya çıkan ekonominin boyutu 60 milyar USD’dir. Ülkelerin sağlık hizmetlerini ve sağlık turizmini örgütleyiş başarısıyla orantılı olarak bu boyutun hızla arttığı bildirilmektedir. Türkiye’de de bu alanda son 10 yılda büyük gelişmeler kaydedilmiş ve ekonominin parasal boyutu tam bilinmemekle birlikte kayda geçen rakamlarla 2010 yılında 100 bini aşkın hastaya hizmet verilmiştir. Sağlık Bakanlığı ve Turizm Bakanlığı’nın bu alandaki örgütleniş çalışmaları sonuç vermiş ve belirli bir düzey elde edilmiştir. Ancak kapasitesine oranla Türkiye’nin sağlık turizminin hiçbir alanında dünya pazarında istediği yeri elde ettiği söylenemez. Dünya pazarına giriş de kolay olmayacak ve diğer ülkelerle rekabet etmeyi gerektirecektir. Türkiye’nin bu rekabet ortamında güçlü ve zayıf yönleri bulunmaktadır.
The economic dimension of tourism related to health service utilization was approximately $60 billion worldwide in 2010. This dimension is increasing rapidly with respect to the organizational abilities of countries. A significant progress has been recorded in Turkey as well. Though the economic dimension cannot be estimated, it is known that more than 100.000 people were treated in the context of health tourism in 2010. The Ministries of Health and Tourism have embarked on effective strategies. However, there is still much work to do regarding the targeted levels. Stable entrance to the global health tourism market is not easy and requires a strong competence. There are currently both strengths and weaknesses in Turkey.

LookUs & Online Makale