ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 14 (3)
Volume: 14  Issue: 3 - 2003
RESEARCH ARTICLE
1.Retrospective Assessment Of Cancer Patients Referring Pain Unit
Tamer Kuzucuoğlu, Ayşenur Boztepe, Hakan Erkal, Yaman Özyurt, Zuhal Arıkan
Pages 143 - 145
AMAÇ: Bu çalışmada, Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ağrı Tedavi Ünitesi’ne 1 Mart 2000-1 Mart 2001 tarihleri arasında başvuran 60 kanserli vaka retrospektif olarak incelemeye alınmış, hastaların demografik verileri (yaş, cins), neoplazmanın lokalizasyonu, tümör ve ağrı yayılımı, analjezik amaçlı kullandıkları oral ve parenteral ilaçlar ile uygulama yolları, uygulanan invaziv yöntemler, aldıkları kemoterapi ve radyoterapi uygulamaları ile geçirdikleri operasyonlar, takip ve kontrol sayıları ile analjezik yöntemlere bağlı olarak açığa çıkan komplikasyonları ortaya koymak amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: In this study, 60 cancer patients who applied to the Anesthesiology and Reanimation Department Pain Management Center between March 1, 2000 to March 1, 2001 were respectively studied with respect to demographics, primary tumor localization, tumor spread, distribution of pain, oral and parenteral pain medication and the various form of administration, invasive procedures, success of follow-up in terms of patient compliance, adverse effects of analgesic medications and procedures.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

2.Evaluation Of Pancreatic Cancer Cases
Yener Koç, Haluk Sargın, Cengiz Gemici, Füsun Bölükbaşı, Mahmut Gümüş, Mustafa Tekçe, Taflan Salepçi, Ali Yayla
Pages 146 - 148
AMAÇ: Pankreas kanserleri günümüzde hala çözülmemiş büyük bir sağlık problemi olmayı sürdürmektedir ve tedavisinde çeşitli protokoller uygulanmaktadır. Bu nedenle pankreas karsinomlu hastalarımızın verilerini değerlendirmeyi amaçladık. 1997-2002 yılları arasında izlenen 24 hasta [Erkek/kadın: 18/6, yaş ortalaması 57,46 (37-75) yıl] retrospektif olarak değerlendirildi. Medyan izlem süresi 12 (3-55) ay idi. Olguların 17’si (%70,8) opere edilmişti. Vakaların patolojik tanılarını değerlendirdiğimizde 22’si (%91,7) adenokarsinom, 2’si (%8,3) indiferansiye karsinomdu. Başvuru şikayeti olarak hastaların %70,7’sinde karın ağrısı, %58,3’ünde sarılık, %33,3’ünde kilo kaybı saptandı. Başvuru anında hastaların 9’u (%37,5) evre IV’tü. Hastaların tamamına kemoterapi, 11 hastaya (%45,8) radyoterapi uygulandı. Tedavi sonrası 7 hastada (%29.2) hematolojik toksisite, 5 hastada (%20,8) gastrointestinal toksisite ve 1 hastada (%4,2) konvulziyon görüldü. Medyan sağkalım süresi 13 ay (SE: 13, %95 CI: 0-39) ve 1 yıllık sağkalım oranı %68,7 olarak saptandı. Metastatik olmayan grupta (evre I,II,III) medyan sağkalım süresi 12 ay (SE: 4, %95 CI: 4-20) ve 1 yıllık semptomsuz yaşam %48 olarak saptandı. Metastatik grupta (evre IV) ise medyan sağkalım süresi 11 ay (SE: 4, %95 CI: 3-19) ve 1 yıllık sağkalım ise %33,3 olarak bulundu. Hastanemizde pankreas karsinomu tanısıyla izlenen hastaların verilerinin değerlendirilmesinde ortaya çıkan sonuçlar literatürle uyumlu bulunmuştur.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Pancreatic cancer is a major health problem, which hasn’t been solved yet and different protocols were performed in the treatment. For this reason, we aimed to evaluate data of pancreatic cancer cases. Twenty-four patients [Male/female: 18/6, mean age 57,46 (37-75) years] were evaluated retrospectively, between the years 1997-2002. Median follow-up was 12 (3-55) months. Seventeen (70.8%) of cases were operated. When we have evaluated the pathological diagnosis, 22 (91.7%) were adenocarcinoma and 2 (8.3%) were indifferentiated carcinoma. As complaints at the admission, in 70.7% of cases abdominal pain, in 58.3% of cases jaundice and in 33.3% of cases weight loss were determined. At first admission, 9 (37,5%) of patients were in stage IV. Chemotherapy for all patients and radiotherapy in 11 (45.8%) cases was performed. After the treatment, in 7 cases (29.2%) hematological toxicity, in 5 cases (20.8%) gastrointestinal toxicity and in 1 case (%4,2) convulsion were seen. Overall median survival time was 13 months (SE: 13, %95 CI: 0-39) and 1-year survival rate was 68.7%. In non-metastatic group (stage I,II,III), median survival time was 12 months (SE: 4, %95 CI: 4-20) and 1-year disease-free survival was 48%. In metastatic group (stage IV) median survival time was 11 months (SE: 4, %95 CI: 3-19) and 1-year survival rate was 33.3%. The results that were appeared in the evaluation of patients data, who were followed as pancreatic cancer in our hospital were found harmonious with literature.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

3.Neoadjuvant Chemotherapy In Locally Advanced Carcinoma Of The Cervix Uteri
İlnur Aköz, Melehat Atasever, Seval Adanalı
Pages 149 - 152
AMAÇ: Bu çalışmada ileri evre yassı epitel hücreli serviks karsinomunda neoadjuvant kemoterapi (NAK)’nin etkinliğini araştırmak ve aynı evredeki olgularda radyoterapi (RT) tedavi sonuçları ile karşılaştırmak amaçlandı. Çalışma; Neoadjuvan Kemoterapi (NAK) (“Quick” VBP şeması; Sisplatin 50 mg/m2 ilk gün, Vinkristin 1 mg/m2 ilk gün, Bleomisin 25 mg/m2 1-3gün) sonrasında 2 yıllık izleme süresini tamamlamış 31 hasta (18’i Evre II, 13’ü Evre III) ile yalnızca RT ile tedavi görmüş 80 hasta (46’sı Evre II, 34’ü Evre III) üzerinde yapıldı. Hastalar kemoterapiye verdikleri cevaba göre 4 gruba ayrıldı. Tam ve kısmi tümör cevabı olanlar radikal histerektomi+pelvik lenfadenektomi ve postoperatif pelvik radyoterapi ile, stabil veya progresif hastalığı olanlar ise RT ile tedavi edildiler. NAK’ye cevabın başlangıçtaki tümör çapı ile ilişkili olduğu, ortalama tümör çapı 4 cm. ve altında olanların, kemoterapiye cevabının daha iyi olduğu saptandı. Hastaların %45.2’sine (14/31), NAK sonrasında klinik evreleme cerrahi yapılabilir şekilde gerilediğinden, radikal histerektomi ve pelvik lenf nodu diseksiyonu yapıldı. Kemoterapiye tümör cevabı ile servikal lezyon çapı ve lenf nodu tutulumu arasında korelasyon olduğu görüldü. NAK alan grubun kontrol grubuna göre daha yüksek oranda hastalıksız sağkalım süresine sahip oldukları gözlendi. Yassı epitel hücreli serviks kanserinin NAK’ye duyarlı olduğu, “Quick” VBP şemasını hastaların kolayca tolere ettiği, NAK’nin daha yüksek oranda hastalıksız sağkalım oranı sağladığı sonucuna varıldı.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: The purpose of this study was to determine the effect of neoadjuvant chemotherapy (NAC) and to compare the efficacy of NAC with that of radiotherapy (R/T) for locally advanced cervical cancer. The trial was performed on 31 patients (18 stage II and 13 stage III) who had completed 2 years of follow-up after treatment with neoadjuvant chemotherapy (“Quick” VBP scheme; Cisplatinum 50 mg/m2 day 1, Vincristine 1 mg/m2 day 1, Bleomycin 25 mg/m2 days 1,2,3.) with 80 patients (46 stage II and 34 stage III) who had given R/T. Four groups of patients operability status, according to tumor response were identified. Complete and partial responders were operated (radical abdominal hysterectomy and pelvic paraaortic lymphadenectomy plus R/T); stable or progressive responders were treated by R/T. The response to NAC is strongly associated with the initial median tumor diameter (MTD). The critical pretreatment diameter was 4 cm. Because of regression of clinical staging, 45.2% of the patients (14/31) in the NAC were operated. The tumor response to NAC correlated with the diameter of the cervical mass and lymph node involvement. NAC group had higher incidences, disease-free survival more than R/T group. We drawn the following CONCLUSIONS: Squamous carcinoma of cervix uteri is a neoadjuvant chemosensitive tumor. Three courses of Quick VBP scheme was tolerated well by patients. NAC has obtained higher rate disease free survival.

METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

4.Importance Of Transition Zone Psa Density For The Diagnosis Of Prostate Cancer
Cem Cahit Barışık, Nagehan Özdemir Barışık, Fatih Tarhan, Yusuf Ziya Benek, Faik Sungurlu, Ahmet Cevri Yıldız
Pages 153 - 155
AMAÇ: Çalışmamızda transizyonel zon PSA dansitesinin (PSAD-TZ) prostat kanserinin tanısında ve gereksiz prostat biyopsilerinden kaçınmada kullanılabilirliğini araştırdık. Kasım 2002-Mart 2003 tarihleri arasında alt üriner sistem şikayetleri olan ve serum PSA seviyeleri bilinen 50 hasta çalışmaya alınmıştır. Tüm hastalara transrektal ultrasonografi (TRUS) eşliğinde 6 kadran biyopsiye ilave olarak bilateral transizyonel zon (TZ) biyopsileri uygulanmıştır. Olguların total PSA (tPSA), PSA dansitesi (PSAD), PSAD-TZ ve serbest/total PSA (s/t PSA) değerleri tespit edilmiştir. Histopatolojik inceleme sonucunda olguların 37’si benign, 13’ü de malign olarak rapor edilmiştir. tPSA, PSAD ve s/t PSA’nın duyarlılık değerleri sırasıyla %92,3, %76,9 ve %50; özgüllük değerleri ise %15.6, %59,25 ve %46.6 olarak bulunmuştır. PSAD-TZ’nin özgüllük değeri %67,5, duyarlılık değeri %69,2 olarak tespit edilmiştir. Gerek özgüllük değeri ve gerekse duyarlılık değeri yüksek bulunan PSAD-TZ, prostat karsinomu tanısı ve gereksiz biyopsilerden kaçınmada kullanılabilir bir parametredir.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: In this study, we investigated whether transition zone PSA density could be an adjunct in the diagnosis of prostate cancer and avoid unnecessary prostate biopsies. Between November 2002-March 2003, 50 patients with lower urinary tract complaints and known plasma PSA levels were included in the study. Transrectal ultrasound guided sextant biopsies with two additional transition zone (TZ) biopsies were performed. Total PSA (tPSA), PSA density (PSAD), PSA density of transition zone (PSAD-TZ) and free/total PSA (f/t PSA) levels of the patients were measured and calculated. Of 50 patients, 37 had histologically benign and 13 malignant results. Sensitivity of the tPSA, PSAD and f/t PSAD were found 92.3%, 76.9% and 50%; and specificity 15.6%, 59.25% and 46.6%, respectively. Sensitivity and specificity of the PSAD-TZ were 67.5% and 69.2%, respectively. PSA-TZ, which shows high sensitivity and specificity values, could be used for diagnosis of prostate cancer and helps avoiding unnecessary biopsies.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

5.fluoroscopy usage in orthopedics surgery room of a training hospital and radiological protection
Gültekin Sıtkı Çeçen, Selçuk Öçmen, Güven Bulut, Muammer Çolak, Muzaffer Yıldız
Pages 156 - 158
AMAÇ: İyonize radyasyon yaygın bir şekilde kullanılmasına ve çoğu zararlı etkisi sağlık çalışanları tarafından bilinmesine rağmen, korunmada yeterli dikkatin gösterilmediği gözlenmektedir. Çalışmamızda amaç ortopedi ameliyathanesinde ne düzeyde radyasyona maruz kalındığını dökümante etmek ve güvenlik gereklerini belirleyip personeli korunma konusunda bilgilendirmektir. Otuz günlük sürede flouroskopla 1006 kez işlem yapıldı. Doz ortalama 65-100 kV ile 1,5-2,2 mA/s arasında idi. Uygulamalar sırasında farklı mesafelere konan 2 dozimetre ile radyasyon ölçümü yapıldı. Sonuçlar “International Commission on Radiological Protection (ICRP)” ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Nükleer Araştırma Merkezi’nin bildirdiği güvenlik standartları içinde bulundu. Ancak iyonize radyasyonun düşük doz kronik kullanımlarında uzun dönem sonuçlarını bildirir herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız için flouroskopi kullanımlarında dikkatli olmamız gerektiği sonucuna varıldı.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Although most of the site effects of ionized radiation, used extensively by the orthopedic surgeons, are well known; it seems that attention for radiological protection are not enough. The aim of this study is to document how much the personal of the orthopedics operating room are subjected to radiation, to point out the necessities for protection and to give knowledge to the personal about protection rules. During 30 days, 1006 times fluoroscopy was used. Mean dosage was 65-100 kV and 1.5-2.2 mA/sec. During the usage of the fluoroscopy, radiation was noted by two dosimeters placed at different distances. The noted values were found in the safe interval that was pointed out by the “International Commission on Radiological Protection (ICRP)” and “Turkish Nuclear Study Center of Nuclear Energy Company”. In conclusion; attention must necessary for radiological protection because we don’t have enough knowledge about the chronic usage of the low doses of ionized radiation.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

6.Serum Estradiol, Testosterone and Norepinephrine Levels In Male Patients With Acute Myocardial Infarction
Derya Türkmen Ramazanoğlu, Mahmut Gümüş, Yener Koç, Mesut Şeker, Haluk Sargın, Mustafa Tekçe, Ali Yayla
Pages 159 - 163
AMAÇ: Bu çalışma akut myokard infarktüslü (AMİ) erkek hastalarda östradiol, testosteron ve norepinefrin düzeylerinin belirlenmesi, bu parametrelerin hastanede ölüm, post MI angina ve 3 aylık süreçte evde ölüm olayları ile ilişkilerinin araştırılması amacı ile yapıldı. Akut myokard infarktüsü tanısı alan 40 erkek hasta ile 30 sağlıklı erkek çalışmaya alındı. AMİ grubundan ilk 24 saat, 48. saat ve 72. saatlerde alınan kan örneklerinden östradiol, testosteron, kreatin kinaz (CK) ve kreatin kinazın myokardiyal bandı (CK-MB), ilk gelişte ve 72. saatte norepinefrin düzeyleri çalışıldı. Kontrol grubunda ise aynı parametreler alınan tek kan örneğinden çalışıldı. Hastalar hastanede ölüm, post MI angina ve 3 aylık süreçte evde ölüm bakımından takibe alındı. AMİ grubunda östradiol düzeyleri 24, 48 ve 72. saatler için sırasıyla 51,92±19,8 pg/ml, 40,52±17,9 pg/ml ve 34,76±19,9 pg/ml olarak ölçüldü ve her üç değer, kontrol grubu değerinden (24,44±8,2 pg/ml) anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05). Ayrıca AMİ grubunda östradiol düzeylerinin zamana bağlı olarak azaldığı ve bu azalmanın anlamlı olduğu tespit edildi. Serum testosteron düzeyleri AMİ grubunda 24, 48 ve 72. saatler için sırasıyla 3,99±2,6 ng/ml, 3,30±1,6 ng/ml ve 3,39±1,6 ng/ml iken, kontrol grubunun 4,22±1,7 ng/ml idi. AMİ grubu ile kontrol grubu arasında 24. saat testosteron düzeylerinde anlamlı fark bulunmadı (p=0,146); ancak 48 ve 72. saatlerdeki testosteron düzeyleri arasında anlamlı fark mevcuttu. AMİ grubunun testosteron düzeyleri kendi aralarında karşılaştırıldığında anlamlı bir değişim saptanmadı ( p=0,592 ). AMİ grubunda norepinefrin düzeyleri ilk geliş ve 72. saat için sırasıyla 114,16±110,2 pg/ml ve 40,61±61,5 pg/ml olarak ölçüldü ve ilk gelişteki değer, kontrol grubu değerinden (62,83±53,4 pg/ml) anlamlı yüksek bulundu (p=0,008). CK-MB ile östradiol arasında anlamlı, pozitif yönde bir korelasyon saptanırken (1.gün p=0,000 r=0,586; 2.gün p=0,034 r=0,337; 3.gün p=0,011 r=0,398), CK-MB ile testosteron ve norepinefrin arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Östradiol, testosteron ve norepinefrin düzeylerinin, hastanede ölüm, post MI angina ve 3 aylık süreçte evde ölüm üzerine anlamlı etkileri görülmedi (p>0,05). AMİ’lü hastalarda östradiol, testosteron ve norepinefrin düzeylerindeki değişimlerin kötü prognoz kriteri olup olamayacağını belirlemek için daha geniş vaka sayılı ve uzun dönem takipli çalışmalara ihtiyaç vardır.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: The aim of this study is to determine estradiol, testosterone and norepinephrine levels in male patients with acute myocardial infarction (AMI) and to evaluate the relation of those parameters with the incidences of death in hospital, post MI angina and death at home in the following 3 months period. Forty male patients with the diagnosis of AMI and 30 healthy males were included in the study. The AMI group were tested for estradiol, testosterone, creatine kinase (CK) and myocardial band of creatine kinase (CK-MB) using their blood samples obtained at the first 24th hours, 48th hours and 72nd hours. Norepinephrine levels were tested on admission and at 72nd hours. Control group was tested for the same parameters using a single blood sample. Patients were followed up for 3 months to evaluate death in hospital, post MI angina and death at home rates. In MI group estradiol levels were found 51,92±19,8 pg/ml, 40,52±17,9 pg/ml and 34,76±19,9 pg/ml respectively at 24th, 48th, 72nd hours and both three levels were higher than the control group (24,44±8,2 pg/ml) and the differences were statistically significant (p<0,05). In MI group testosterone levels were found 3,99±2,6 ng/ml, 3,30±1,6 ng/ml and 3,39±1,6 ng/ml respectively at 24th, 48th and 72nd hours, but in control group they were found 4,22±1,7 ng/ml. There was no difference between control group and MI group according to their first 24th hours serum testosterone levels, but there were significant differences between the levels for the control group and MI group at 48th and 72nd hours. When compared the testosterone levels of the MI group had no statistically significant variation among themselves. The norepinephrine levels of MI group measured 114,16±110,2 pg/ml and 40,61±61,5 pg/ml respectively at on admission and 72nd hours. The levels on admission were found significantly higher (p=0,008) than the control group (62,83±53,4 pg/ml). Between CK-MB and estradiol levels statistically significant, positive corellation (24th hours p=0,000 r=0,586; 48th hours p=0,034 r=0,337; 72nd hours p=0,011 r=0,398) was found; but between CK-MB, testosteron and norepinephrine there was no such correlation. We couldn’t detect any significant effect of estradiol, testosteron and norepinephrine levels on post MI angina, death in hospital and death in home rates during the following 3 months period. But to evaluate the prognostic value of estradiol, testosteron and norepinephrine level alterations in AMI patients we need to have more data which may be supplied by large and long-term follow-up studies.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

7.Lower Abdominal Scars After Cesarean Section And Abdominoplasty: The Importance Of Wound Tension
İlnur Aköz
Pages 164 - 166
AMAÇ: Bu çalışmada karın ön duvarı alt kısmında yer alan iki farklı operasyon tekniği ve bunların oluşturduğu gerginliğe bağlı skarların durumu araştırılmıştır. Abdominoplasti geçirmiş 7 hasta ile sezaryen ameliyatı olmuş 15 hastanın alt abdominal skarları farklı gözlemciler tarafından değerlendirilmiştir. Skarların kabul edilirliği ve sonuçları incelenerek gerginlik altındaki abdominoplasti skarlarının genişlerken, sezaryen skarlarının oldukça güzel bir şekilde iyileştiği gözlenmiştir. Gerilimin skar oluşumuna olumsuz etkisi yanında, doku genişlemesi ile giden gebeliğin sonlandırıldığı sezaryen işleminden sonra yara kenarlarının sorunsuz iyileştiği vurgulanmıştır
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: In this clinical study, scars placed lower abdominal wall skin after cesarean section and abdominoplasty operations were examined and effects of skin tension on the wounds were evaluated. Seven patients with abdominoplasty scars and 15 patients with cesarean section scars were analised by different observers. They were pointed out the results of the scars and their acceptable view. After abdominoplasty operations, incisions under tension were healed wide scars and scars after cesarean section were healed well. Wound tension around the incisions made scars unacceptable, however pregnancy ongoing with tissue expansion made some relaxations on the cesarean section scars and it resulted with fine scars on the lower abdominal wall.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

8.Approach to the patients with the symptom of palpabl mass in their breasts and how many of them really have a mass?
Selahattin Vural, Feyyaz Onuray, Gülay Dalkılıç, Erhan Tunçay, Engin Baştürk
Pages 167 - 169
AMAÇ: Meme kanseri kadınlardaki kanser ölümlerinin en sık nedenidir. Bu çalışmanın ana amacı memede ele gelen kitlelerin kesin sayısının belirlenmesidir.
YÖNTEMLER: Ele gelen kitle şikayeti olan 48 hastanın hepsine ultrasonografi, 35 yaşından daha yaşlı olanlara mamografi uygulandı. Radyolojik verilere göre fibroadenom, makrokist, lipom ve malignite şüphesi olan vakalara ince iğne aspirasyon biyopsisi uygulandı. Sonuçlar prospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Ele gelen kitle şikayeti olan 48 hastanın radyolojik ve patolojik incelemeler sonucunda 20’sinde (%41,5) fibrokistik mastopati, 8’inde (%16,5) fibroadenom, 7’sinde (%14,5) makrokist, 6’sınde (%12,5) normal meme, 3‘ünde (%6,5) lipom, 3’ünde (%6,5) meme kanseri, 1’inde de (%2) sistosarkoma filloides tespit edilmiştir. Fizik muayenemizin sensitivitesi 0,94 olarak bulundu. Ele gelen kitle şikayeti ile hastaların %46’sında benign
ya da malign kitle tespit edilmiştir. Dominant palpabl meme kitlesine bir algoritm dahilinde yaklaşmak gerekir. Malignite oranı çalışmamızda %6,5 olarak bulunmuştur.
SONUÇ: Güncel tarama metotları halen meme kitlelerinde en önemli tanısal araçlardır. Ele gelen kitleler özel dikkat gerektirirler. Erken tanı ve tedavi en önemli prognostik faktörlerdir.
OBJECTIVE: Breast cancer is the most common cause of cancer death seen in women. Main goal of this study is to show definitive numbers of palpable breast masses.
METHODS: US has been applied to 48 patients and mammography has been performed for patients above 35 years of age. Following radiological results fine needle aspiration biopsies were performed for fibroadenoma, macrocyst, lipoma and suspicious malignancy cases. Results are analyzed prospectively.
RESULTS: Pathological and radiological investigations show that 20 patients (41.5%) have fibrocystic change disease, 8 patients (16.5%) have fibroadenoma, 7 patients (14.5%) have macrocyst, 6 patients (12.5%) have normal breasts, 3 patients (6.5%) have breast cancer, 1 patient (2%) has cystosarcoma phylloides. Sensitivity of physical examination is found to be as 0,94. 46% of 48 patients with the symptom of palpable mass in their breasts have benign or malignant tumoral mass. It is essential to assess the patients who have dominant palpable mass in an algoritmic manner. Malignancy rate is found to be as 6,5%.
CONCLUSION: Current screening methods remain a major diagnostic tool for breast masses. Palpable masses need special attention. Early diagnosis and treatment are the most important prognostic factors.

9.Comparison Of External Dacryocystorhinostomy And Endonasal Endoscopic Dacryocystorhinostomy In Management Of Unsuccessful Lacrimal Surgery
Burak Özdemir, Titap Yazıcıoğlu, Yusuf Özertürk
Pages 170 - 172
AMAÇ: Geçirilmiş bir dakriyosistorinostomiden sonra hastanın şikayetlerinin devam etmesi hasta için olduğu kadar cerrah için de büyük sorundur. Bu çalışma başarısız eksternal dakriyosistorinostomi geçirmiş nüks dakriyostenozlu olgularda eksternal dakriyosistorinostomi (EKS-DSR) ve endonazal endoskopik dakriyosistorinostomi (END-DSR) sonuçlarının karşılaştırılması amacıyla yapılmıştır. 1999-2003 yılları arasında kliniğimizde opere edilen nüks dakriyostenozlu 17 hastaya (3 erkek, 14 kadın) ait toplam 18 dakriyosistorinostomi çalışmaya dahil edildi. Vakalar, EKS-DSR uygulanan 10 olgu 1. grup ve END-DSR uygulanan 8 olgu 2. grup olarak incelendi. Takiplerde cerrahi başarı hasta şikayetleri kaydedilerek ve nazolakrimal kanal lavajı yapılarak değerlendirildi. Birinci gruptaki 10 (7 kadın, 3 erkek) olgunun 7-40 ay takip sonrasındaki cerrahi başarısı değerlendirildiğinde, 7 olguda (%70) başarılı sonuç elde edildi. İkinci grupta 7 hastaya ait 8 olgu (1 hasta bilateral nüks nedeniyle bilateral endonazal endoskopik ameliyat geçirdi, 1 hastada başarısız 2. EKS-DSR ameliyatından sonra [1. grup] üçüncü operasyon olarak END-DSR ameliyatı yapıldı) 3-12 ay takip edildi. 4 olguda (%50) başarılı cerrahi sonuç elde edildi. Nüks dakriyostenozlu olgularda eksternal yaklaşımın cerrahi başarısı daha yüksek bulunmuştur.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Recurrent epiphora occuring after a dacryocystorhinostomy operation is an unwanted problem. This study was presented to compare the surgical success rates of external dacryocystorhinostomy (EXT-DCR) and endonasal dacryocystorhinostomy (END-DCR) in management of unsuccessful lacrimal surgery. The results of a total of 18 cases in 17 patients (3 males, 14 females) that were operated between 1999-2003 were reviwed in this retrospective study. Patients were analysed as 10 cases in the first group who underwent EXT-DCR as revision surgery and 8 cases in second group who underwent END-DCR operation. The surgical success rates were evaluated with absence of symptoms and results of lacrimal irrigation. In the first group, the success rates of 10 cases (3 males, 7 females) were evaluated after 7-40 months follow-up period. 7 of cases were successful (70%) in this group. In the second group, the success rates of 8 cases in 7 patients (one patient underwent bilateral END-DCR and one patient underwent END-DCR as third operation after a second unsuccessful EXT-DCR [first group]) were evaluated after 3-12 months follow-up period. Five cases were successful (50%) in this group. The EXT-DCR revealed superior outcomes when compared with END-DCR in recurrent dacryostenosis.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

10.Results Of Cemented Total Hip Arthroplasty
Güven Bulut, Zülfü Kılıç, Sırrı Aksu, Fatih İnci, Muzaffer Yıldız
Pages 173 - 179
AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimizde 1991-1999 yılları arasında 47 hastanın 51 kalçasına uygulanan sementli total kalça protezlerinin klinik ve radyografik değerlendirmeleri yapıldı. Olguların yaş ortalaması 60,2, erkek/kadın oranı 2/3, ortalama takip süreleri 47,6 aydır. Klinik olarak yapılan değerlendirmede; 19 (%37) olgu mükemmel, 21 (%41) olgu iyi, 7 (%14) olgu orta, 4 olgu (%8) kötü sonuç olarak değerlendirilmiştir.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: In this study, clinical and radiological evaluation of 51 total hip arthroplasty in 47 patients, operated in our clinic between 1991-1999, was made. The average age was 60,2 and male/female ratio was 2/3. The mean follow-up time was 47,6 months. In clinical evaluation; 19 (37%) cases had excellent, 21 (41%) had good, 7 (14%) had satisfactory and 4 (8%) had bad results.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

11.Our Obstetric And Perinatal Outcomes For Multifetal Pregnancies Between 2000-2003
İlknur Aköz, Dilek Benk, Selçuk Ayas, Yasemin Yakut
Pages 180 - 183
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, Zeynep Kamil Hastanesinde 2000-2003 yılları arasındaki ikiz gebeliklerin obstetrik ve perinatal sonuçlarının değerlendirilmesidir. Ocak 2000–Ocak 2003 yılları arasında doğumları gerçekleştirilen 834 ikiz, 23 üçüz gebelik olgusu retrospektif olarak değerlendirildi. Ortalama anne yaşı 30.4 (17-42) idi. Nulliparite %49, multiparite %51 olarak belirlendi. Tarama yaptığımız dönemde çoğul gebelik oranı %2.5 (857 / 33571) olarak saptandı.Bu olguların %7.9’u tedavi gebeliği, %92.1’i spontan çoğul gebelikti. Spontan ikiz gebeliklerde olguların %72.8’nin 37.haftadan önce doğum yaptığı,%39.2’sinin de 33-36 hafta arasında olduğu saptandı. Üçüzlerin %78.3’nün 32. haftadan önce doğduğu saptandı. Tedavi ile oluşan ikiz gebeliklerin, %20.5’inde doğum 37. haftadan sonra gerçekleşirken bu oran spontan ikizlerde ise %27.2’dir. Bizim olgu grubumuzda travay sırasında ikizlerde prezantasyon durumuna göre değerlendirildiğinde en sık verteks-verteks %40.4 tesbit edildi. Olguların doğum şekilleri incelendiğinde; sezaryen (%52.5) ve vaginal yolla doğum (%47.5) oranları ile birbirine yakın olarak bulundu. Sezaryen endikasyonlarına bakıldığında; en sık birinci bebeğin nonverteks olması, ardından da preeklampsi gelmekte olduğu onları erken doğum eylemi ve tedavi gebeliğinin izlediği saptandı. Çoğul gebeliklerde görülen maternal morbidite değerlendirildiğinde en sık görülen obstetrik problemler; erken doğum eylemi (EDE) %35.8, anemi %20.77 ve erken membran rüptürü (EMR) %20.53 olarak tesbit edildi. Apgar skorlarının doğum haftası ve doğum şekilleri göz önüne alınarak yapılan karşılaştırmasında ise gebelik haftasının ilerlemesiyle neonatal sonuçların daha iyiye gittiği saptandı. Fetal problemler içinde en sık, intrauterin gelişme geriliği (IUGG) %4,9 oranında saptandı. Onu sırasıyla %3.6 ile konjenital anomali, %1.28 ile intrauterin eksitus izlemektedir. Ayrıca literatürde nadir görülen ikizden ikize transfüzyon sendromlu 11 vaka ve torakopaguslu 2 olgu tesbit edildi. Multifetal gebelikler yüksek riskli gebelikler olup hem antenatal takibi hem de intrapartum yönetiminde dikkatli olunmalıdır.
YÖNTEMLER:
BULGULAR:
SONUÇ:
OBJECTIVE: Our purpose was to evaluate obstetric and perinatal outcomes of multifetal pregnancies in Zeynep Kamil Maternity and Child Hospital. The files of 834 twin and 23 triple deliveries between 2000-2002 were evaluated retrospectively. Mean maternal age was 30.4 (17-42). Multiparity was 51%, nulliparity was 49%. The rate of multiple gestations was found 2.5% in this period. 7.9% of multiple gestations was due to the use of fertility-stimulating therapy, 92.1% of them was spontaneously. Gestational age was before 37. weeks, 72.8% of spontaneously twin pregnancies. Gestational age was before 32. weeks, 78.3% of triple pregnancies. Fetal presentations of twins at labor were noted as vertex-vertex 40.4%. Cesarean sections were 52.5% of deliveries and vaginal deliveries were 47.5%. Cesarean section were due to non-vertex presentation at first fetus, preeclampsia, preterm labor respectively. Maternal morbidity was due to preterm labor 35.8%, anemia 20.7%, preterm ruptured membranes 20.5%. Fetal morbidity was due to IUGR 4.9%, congenital malformations 3.6%, intrauterin exitus 1.2% respectively. In addition we determined two conjoined twins and 11 twin -to-twin transfusion syndrome. Multifetal pregnancies are high risk pregnancies which necessity prenatal care and intapartum menagement.
METHODS:
RESULTS:
CONCLUSION:

CASE REPORT
12.Recurrent Eccrine Porocarcinoma: Case Report
Alpaslan Mayadağlı, Saliha Peksu, Naciye Özşeker, Kimia Çepni, Özgür Ozan Şeşeoğulları, Nihal Dizdar
Pages 184 - 187
Ekrin porokarsinom çok nadir rastlanan bir cilt tümörüdür. Sıklıkla daha önceden var olan bir tümör zemininde gelişmektedir. Ancak “de novo” gelişim de söz konusudur. Genellikle alt ekstremiteyi tutmakla birlikte gövde ve baş-boyun bölgesinde rastlanabilmektedir. Prognozu kötü olan ve biyolojik davranışı farklılıklar gösteren bu tümör, sıklıkla nüks etme eğiliminde olup deri ve lenf bezlerine metastaz yapar. Ekrin porokarsinomanın esas tedavisi cerrahidir. Hastalık radyoterapiye ve kemoterapiye oldukça dirençlidir.
Eccrine porocarcinoma is a rare tumor of the skin. It usually develops on the base of a preexisting tumor. De novo growth is also possible. It generally involves the lower extremities. However, chest and skull involvement is also observed. The tumor, which has a poor prognosis and different biological behaviors, has a tendency to recur, and metastasizes to skin and lymph nodes. Surgery is the main treatment of eccrine porocarcinoma. The disease is very resistant to radiotherapy and chemotherapy.

13.Primary Nonhodgkin’s Lymphoma Of The Spleen: Case Report
Aylin Ege Gül, Taner Daş, Yunus Gül, Nimet Karadayı, Gülay Dalkılıç, Turgay Erginel
Pages 188 - 190
Dalakta en sık “B cell” fenotipik özellikler gösteren “low grade” malign lenfoma görülür. “Small lymphocytic” lenfoma, “low grade” malign lenfomalar arasında en sık görülen alt gruptur. Dalağın malign lenfomalarında asemptomatik splenomegali ve hipersplenizm tablosu görülür. “Low grade” splenik “small cell” lenfoma makroskopik olarak organın her tarafına dağılan birkaç milimetre çapında multipl nodüllerle karakterizedir. Yetmiş bir yaşındaki kadın hasta, 3 aydır sol üst kadranda ağrı ve distansiyon şikayeti ile kliniğe başvurmuştur. Batın bilgisayarlı tomografisinde dalak boyutlarında artış ve orta posterolateralde periferik yerleşimli hipodens bir alan görülmüştür. Toraks bilgisayarlı tomografisinde ise mediastinal ve hiler patolojik boyutta lenf nodu saptanmamıştır. Kemik iliği biyopsisinde hafif retiküler lif artışı, inter ve paratrabeküler lenfoid nodüller içeren hafif hiperselüler kemik iliği bulgularına rastlanmıştır. Klinik olarak kronik lenfoproliferatif hastalık ya da splenik lenfoma düşünülen hastaya tanı ve tedavi amacıyla splenektomi uygulanmıştır. Dalağın histopatolojik incelenmesinde “small lymphocytic” tip malign lenfoma tanımlanmıştır. Olgu nadir görülmesi nedeniyle literatür bilgileri ışığında sunulmuştur.
The most common malignant lymphoma of the spleen is of low grade type, showing the phenotypic features of B cells. Small lymphocytic lymphoma is the most common primary lymphoma of the spleen. Splenic involvement by malignant lymphoma may present as an asymptomatic splenomegaly or result in a picture of hypersplenism. Low grade splenic small lymphocytic lymphoma usually presents grossly as multiple nodules measuring a few milimeters in diameter scattered throughout the organ. Seventy one years old female patient who had pain in the left upper quadrant and abdominal distention is admitted to the hospital. Splenomegaly and peripheral hypodense zone in the middle posterolateral aspect of spleen is found in the abdominal computarized tomography (CT). In the thorax CT, mediastinal and hilar lymphadenopathy is not detected. Biopsy of bone marrow revealed mild increase in reticular fibers, inter and paratrabecular lymphoid nodules and mild hypersellularity. Clinically, chronic lymphoproliferative disease or splenic lymphoma is suspected. For the purpose of diagnosis and treatment, splenectomy is performed. In the histopathologic examination of the spleen small lymphocytic type malign lymphoma is diagnosed. We present this rare case with the review of recent literature.

14.An Alternative Approach To A Massive Lower Gastrointestinal Bleeding Case
Selahattin Vural, Nimet Süslü, Barış Tüzün, Turgay Erginel
Pages 191 - 192
Yetişkinlerde masif alt gastrointestinal kanamaların en sık nedeni divertiküler hastalık ve anjiyodisplazilerdir. Tanıda endoskopi, sintigrafi ve anjiyografi yardımcıdır. Hemodinamik stabilite sağlanamayan olgularda, kanama odağı belirlenerek segmenter rezeksiyon yapılması günümüz tedavi yöntemidir. Masif alt gastrointestinal kanama nedeni ile laparotomi ve sağ hemikolektomi yapılan olgumuzu sunduk.
In adults massive lower gastrointestinal bleeding is most often caused by diverticular disease and angiodysplasia. Endoscopy, scintigraphy and angiography are helpful tools in diagnosis. In hemodynamically unstable cases, bleeding site should be localized and segmental resection should be performed. We presented a case of massive lower gastrointestinal bleeding to whom laparotomy and right hemicolectomy was applied.

15.Acute Viral Hepatitis B And Hepatitis A Coinfection: Case Report
Şenol Güler, Haluk Sargın, Mesut Şeker, Murat İkiışık, Mustafa Tekçe, Ali Yayla
Pages 193 - 195
Otuz dört yaşında kadın hasta halsizlik, yorgunluk, iştahsızlık, yemek kokusu ile artan bulantı şikayeti ile polikliniğe başvurdu. Hastanın yapılan fizik muayenesinde hafif sağ üst kadran hassasiyeti dışında patoloji tespit edilmedi. Laboratuar bulgularında ALT: 1386 U/L, AST: 1264 U/L, LDH: 824 U/L, GGT: 108 U/L, ALP: 293 U/L, TB: 1.88 mg/dl, DB: 0,75 mg/dl, İB: 1.13 mg/dl, anti HAV IgM (-), HBs Ag (+), anti HBc IgM (+), anti HCV (-) idi. İki ay önce yapılan tetkiklerinde karaciğer enzimleri normal, HBs Ag (-) olması üzerine hasta akut B Hepatit kabul edildi. Takiplerinde hastanın karaciğer enzimlerinde düşme (ALT: 610 U/L, AST: 205 U/L ) ve kliniğinde düzelme saptandı. Hasta takibinin 23. gününde ateş, baş ağrısı, miyalji ve halsizliği takiben tekrar başlayan daha şiddetli bulantı ve sarılığının giderek artması şikayetleri üzerine servise interne edildi. Kontrol laboratuar değerlerinde ALT: 1140 U/L, AST: 569 U/L, GGT: 173 U/L, ALP: 249 U/L, TB: 7.94 mg/dl, DB: 6.02 mg/dl, İB: 1.92 mg/dl, anti HAV IgM (+), HBsAg (+), anti HBc IgM (+) idi. Hasta geçirilmekte olan hepatit B enfeksiyonu ve akut hepatit A koenfeksiyonu kabul edildi. Takibinin 6. gününde karaciğer enzimlerinin (ALT: 507 U/L, AST: 116 U/L) düşmesi, kliniğinin düzelmesi ve komplikasyon gelişmemesi üzerine, serolojik iyileşme olup olmadığının tespiti için takip önerilerek hasta taburcu edildi.
Thirty four years old, female patient, presented with fatique, loss of appetite, noisea increased with the meals’ odor. Physical examination showed, no spesific signs except, mild right upper quadrant tenderness. The laboratory findings were as ALT: 1386 U/L, AST: 1264 U/L, LDH: 824 U/L, GGT: 108 U/L, ALP: 293 U/L, TB: 1.88 mg/dl, DB: 0,75 mg/dl, IB: 1.13 mg/dl, Anti HAV IgM (-), HBs Ag (+), Anti HBc IgM (+), Anti HCV (-). Since the liver enzymes were normal and HBs Ag was negative two months ago; the patient was concerned as, acute hepatitis B infection. During the control examination, her liver enzymes were decreased (ALT: 610 U/L; AST: 205 U/L) and her clinical findings were seemed better. On the 23rd day, patient was admitted to the hospital with fewer, headache, myalgia and fatique, followed with a worse noisea and increased jaundice. This time, laboratory values were as, ALT: 1140 U/L, AST: 569 U/L, GGT: 173 U/L, ALP: 249 U/L, TB: 7.94 mg/dl, DB: 6.02 mg/dl, İB: 1.92 mg/dl, anti HAV IgM (+), HBs Ag (+), anti HBc IgM (+). The patient was concerned as, hepatitis B infection and acute hepatitis A coinfection. On her 6th admission day, her liver enzymes were decreasing (ALT: 507, AST: 116), her clinical condition was recovering and there were no complications. She was discharged and called for a control to see her serological condition.

16.SMALL PATELLA SYNDROME: CASE REPORT
Gültekin Sıtkı Çeçen, Gökçe Mık, Güven Bulut, Muzaffer Yıldız, Erman Yanık
Pages 196 - 197
Small patella sendromu oldukça az yayınlanmış nadir görülen bir sendromdur. İlk olarak Scott ve Taor 1979 yılında tanımlamıştır. Kalça it dizlerde hareket kısıtlılığı ve yürüme bozukluğu şikayetleri ile polikliniğimize başvuran olgunun yüz, patella ve pelvisinin klinik ve radyografi görünümü nadir otozomal dominant bir hastalık olan small patella sendromu ile uyumluydu.
Small patella syndrome is a very rare disease. Scott and Taor firstly described the syndrome at 1979. The patient admitted to our policlinics with the complaint of restriction of range of motion of the knees and the hips and abnormal gait. Clinical and radiological assessment of the patient's face, patella and pelvis is well adjusted with rarely seen otosomal dominant disease small patella syndrome.

17.UNILATERAL SALPENGITIS DUE TO ENTEROBIUS VERMICULARIS: CASE REPORT
Taner Daş, Nimet Karadayı, Dilek Yavuzer, Aylin Ege Gül
Pages 198 - 199
Enterobius vermikularis bir barsak paraziti olmasına rağmen literatürde konjunktiva, omentum, peritoneal kavite, karaciğer ve kadın genital organları gibi ektopik yerleşimli vakalar da bildirilmiştir. Kadın genital organları veya peritoneal kavitede yerleşenler nadiren semptomlara neden olmaktı ve cerrahi girişimler sırasında rastlantısal olarak tespit edilmektedir. Bizim vakamız 31 yaşında kadın hasta olup kasık ağrısıyla hastanemiz jinekoloji kliniğine başvurmuş ve yapılan muayenesinde umbilukusa uzanan 200x120 mm boyutunda kitle tespit edilmesi sonucu laparatomi uygulanmıştır. Ayırıcı tanıya över kaynaklı tümörlerin de alındığı hastada operasyon sırasında paraovaryen abse düşünülerek kitle eksizyonu, apendektomi ve abse drenajı uygulanmıştır. Gönderilen materyalin histopatolojik incelenmesinde sol tuba duvarı ve çevresinde Enterobius vermikularis yumurtaları, buna bağlı abse formasyonu ve iltihabi granülasyon dokusu tespit edilmiştir. Olgumuz Enterobius vermikularis' in ektopik yerleşimli olması ve batında büyük bir kitlesel lezyon oluşturması nedeniyle ilginç bulunarak sunulmuştur.
Enterobius vermicularis is a pinworm. Ectopic localizations as conjunctiva, omentum, peritoneal cavity, liver and female genital tract are reported in the literature. Lesions located in female genital tract or peritoneal cavity rarely cause symptoms and detected incidentally in surgical operations with other reasons. Thirty-one years old woman with inguinal pain was admitted to the hospital. 200x120 mm mass that extend to the umbilicus was found in physical examination and laparatomy was performed. In the histopatologic examination of excised specimen, Enterobius vermicularis eggs, abscess formation and inflammatory granulation tissue were detected in the left tuba. This case is reported due to its unusual ectopic localization and presentation as a big mass in abdominal cavity of Enterobius vermicularis.

18.MASSIVE BLOOD TRANSFUSION DURING SPINAL SURGERY
Gülcan Berkel Yıldırım, Elif Bombacı, Tülin Atakan Yollu, Serhan Çolakoğlu
Pages 200 - 202
Masif kan transfüzyonu, hastaya total kan hacminin üzerinde kanın transfüzyonudur. Masif kan transfüzyonunun en önemli özelliği ise doğru ve zamanında yaklaşımla pek çok komplikasyonuna rağmen hayat kurtarıcı olmasıdır. Masif transfüzyon uyguladığımız multipl myelomalı bir hastamızda muhtemel kanama sebeplerini ve transfüzyon ilkelerini daha önceki yayınlar eşliğinde sizlerle paylaşmak istedik.
Massive blood transfusion can be defined as transfusion more than the total body blood volume. The most important feature of massive transfusion is that if it is done correctly in the proper time, it will be life saving, although it has many complications. We report the details of massive transfusion in a patient with multiple myeloma and transfusion guidelines.

19.PULMONARY CANCER METASTATIC TO GINGIVA: CASE REPORT
Alparslan Mayadağlı, Kimia Çepni, Gökhan Yaprak, Cem Parlak
Pages 203 - 204
Akciğer kanserinde dişeti metastazı oldukça nadirdir. Lezyonların hemen hepsi oral kavite yumuşak dokusundan ziyade kemik yapıyı tutmaktadır. Dişeti metastazı gelişmiş akciğer kanserli hastalarda prognoz oldukça kötüdür. Literatürde bildirilmiş en uzun sağkalım süresi 4 aydır. Yazımızda, 2003 yılında kliniğimize başvuran ve takipleri sırasında maksiller dişetinde metastaz gelişen akciğer kanserli 72 yaşındaki hastada yaşadığımız deneyimler sunulmaktadır.
Gingival metastasis originating from lung cancer is very uncommon. In almost all cases the lesion involves the bonny structures in the oral cavity rather than soft tissues. Prognosis for the patients with lung cancer metastatic to the gingiva is very poor. The longest survival time reported in literature for these patients is 4 months. In this article we present our experience with a lung cancer patient who admitted to our clinic in 2003, and developed gingival metastasis during her follow-up.

20.ACUTE EPIGLOTTITIS SECONDARY TO THE VALLECULA CYSTS
Arif Şanlı, Mustafa Paksoy, Cenk Evren, Resul Öztürk
Pages 205 - 207
Akut epiglottit atlanmaması gereken, sıklıkla ölümcül olabilen ciddi bir durumdur. Supraglottik bölgenin akut enflamasyonudur. Bu hastalıkta hafif bir üst solunum yolu enfeksiyonu saatler içersinde ateş, solunum sıkıntısı, şiddetli boğaz ağrısıyla birlikte hızla ilerleme gösterir. Kliniğimizde vallekula kisti olan üç hastadan iki tanesi akut epiglottit nedeniyle başvururken; bir tanesi de ses kısıklığı ile başvurdu. Akut epiglottit olan iki hastanın solunum yolu güvenliği trakeotomiyle sağlandı. Direk laringoskopisi yapılan bu üç hasta literatür tekrarıyla tartışıldı.
Acute epiglottitis is a serious and often fatal condition that must not be missed. It is an acute inflammation of supraglottic laryngeal space. This condition present with a history of rapid progression from mild upper respiratory infection to respiratuar distress, fever and severe throat pain within hours. In our clinic we have three patients with vallecula cysts; two of them present with acute epiglotititis, one of them present with hoarsness. The airway of the patient with acute epiglottitis was maintained by tracheotomy. All patients had direct laryngoscopy. These three patients presented with the review of literature.

21.RETROPERITONEAL GANGLIONEUROMA: CASE REPORT
Nagehan Özdemir Barışık, Birsel Tutuş, Cem Cahit Barışık, Nimet Karadayı, Mustafa Gülmen
Pages 208 - 210
Ganglionöroma nadir görülen, nöroblastomun matürasyonu şeklinde veya "de novo" gelişebilen benign nöral bir tümördür. Mediasten ve retroperiton en sık yerleşim yeri olup, 3-20 yaş arasında görülür. Olgumuz 20 yaşında kadın hasta olup baş dönmesi, karın ağrısı ve mide bulantısı şikayetleri ile hastanemiz 2. Cerrahi Kliniği'ne başvurmuştur. Yapılan bilgisayarlı tomografi incelemesinde retroperitoneal yerleşimli, sol böbrek anteriorunda böbreğe bası yapan, böbrek ile ilişkisiz 8x6 cm ölçülerinde solid, düzensiz konturlu kitlesel lezyon tespit edilmiştir. Ön planda metastatik lenfadenopati düşünülen hasta operasyona alınmıştır. Peroperatuar "frozen" inceleme sonucu olgunun ganglionöroma olarak tanımlanması üzerine kitlenin total eksizyonu yapılmıştır. Nadir görülen ve çoğu insidental saptanan tümörler arasında yer alması, "frozen" ile tanı konması nedeniyle olgu literatür bilgileri eşliğinde sunulmuştur.
Ganglioneuroma, which arises from mature neuroblasts or can develop de novo, is a benign neural tumor. The mediastinum and the retroperitoneal area are the most common site that the ganglioneuroma is encountered. Most cases are seen between 2 and 30 years of age. The case we report is a 20 years old women admitted to surgical clinic with the symptoms of abdominal pain and nausea. There was a solid mass with 8x6 cm dimensions and irregular contours on computerized tomography evaluation. It was just anterior to and compressing the left kidney but not originating from it. Pathologic diagnosis was ganlioneuroma on frozen section examination during surgery. The total excision of the mass was done by operation. We present the case by reviewing the literature because it is incidental and rare tumor and the diagnosis is possible with frozen section examination and choice of treatment is total excision.

22.FOREIGN BODY OF DUODENUM NECESSITATING LAPAROTOMY: CASE REPORT
Selahattin Vural, Nimet Süslü, Banş Tüzün, Turgay Erginel, Hakan Acar
Pages 211 - 212
Gastrointestinal sistemdeki yabancı cisimler genelde kanama, obstrüksiyon ya da perforasyona neden olmadıkları sürece takip edilirler. Takipler esnasında yer değiştirmeyen yabancı cisimlerin endoskopik olarak ya da laparotomi ile çıkartılmaları endikedir. Biz de laparotomiye giden duodenuma lokalize yabancı cisim olgumuzu irdeledik.
Foreign bodies in gastrointestinal tract are usually followed up unless hemorrhage, perforation or obstruction occurs. If the localization of any foreign body doesn't change through gastrointestinal tract during follow up period endoscopic extraction or elective laparotomy may be indicated. In this report we presented a case of foreign body localized in duodenum that underwent to laparotomy.

23.PILOMATRIX CARCINOMA: CASE REPORT
Alparslan Mayadağlı, Abdullah Yılmaz, Hüseyin Tepetam, Ümit Borataç, Kimia Çepni
Pages 213 - 215
Pilomatriksoma kıl kökünün iyi huylu bir tümörüdür. Pilomatriks karsinoma ise pilomatriksomanın malign formudur. Bu makalede pilomatriksoma zemininde 3 kez nüks sonrası gelişen bir pilomatriks karsinoma olgusunu nadir olduğundan dolayı literatür bilgisini gözden geçirerek sunmayı amaçladık.
Pilomatrixoma is a benign tumor of the hair matrix. Pilomatrix carcinoma is malignant form of pilomatrixoma. In this paper, one case whose clinical history was interesting is presented with reviewing of the literature.

REVIEW
24.THORASIC OUTLET SYNDROME
Güven Bulut, Sırrı Aksu
Pages 216 - 219
Abstract |Full Text PDF

25.
ENFEKSİYON GÖSTERGESİ OLARAK AKUT FAZ REAKTANLARI: C-REAKTİF PROTEİN (CRP) VE SERUM AMİLOİD A (SAA)
Ayşe Batırel, Serap Gençer, Serdar Özer
Pages 220 - 224
Abstract |Full Text PDF

26.
ERİTROSİT SEDİMANTASYON HIZI (ESH) VE C-REAKTİF PROTEİN (CRP)'NİN ORTOPEDİK CERRAHİDEKİ POSTOPERATİF ENFEKTİF KOMPÜKASYONLARIN TAKİBİNDEKİ YERİ
Güven Bulut, Davud Yasmin, Sırrı Aksu
Pages 225 - 228
Abstract |Full Text PDF

27.
HASTANELERDE GÜVENLİK HİZMETLERİ
Güven Bulut, Mustafa Işık, Nurşen Aydın, Sırrı Aksu
Pages 229 - 233
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale