ISSN    : 2587-0998
E-ISSN : 2587-1404
SOUTHERN CLINICS OF ISTANBUL EURASIA - South Clin Ist Euras: 13 (3)
Volume: 13  Issue: 3 - 2002
RESEARCH ARTICLE
1.THE RELATIONSHIP OF PITYRIASIS ROSEA WITH VIRAL INFECTIONS
Saniye Çınar, Arpi Tırpancı, Hülya Tufan, Gönül Ergenekon
Pages 150 - 152
Pitiriazis roze genellikle genç erişkinlerde görülen, simetrik dağılımlı eritemli-skuamlı lezyonlarla karakterize bir hastalıktır. Hastalığın etyolojisi bilinmemektedir. Eskiden beri stresin etyolojide rolü olduğu düşünülmüştür. Ancak kalabalık yaşam alanlarında (aile, okul, kışla, işyeri) ve özellikle sonbahar, kış aylarında insidansın artması enfeksiyöz orijini daha ön plana çıkarmıştır. Enfeksiyonlar arasında da özellikle viral enfeksiyonlar suçlanmıştır. Bu çalışmada polikliniğimize başvuran 34 hastada, Cytomegalovirus (CMV), Herpes Simplex virus (HSV), Ebstein-Barr virus (EBV) ve Hepatitis-B virus (HBV) enfeksiyonları ile pitiriazis roze ilişkisi araştırılmış; bu viral enfeksiyonlarla pitiriasis roze arasında bir ilişki saptanmamıştır.
Pityriasis rosea is a mild inflammatory exanthem characterized by symmetrical salmon-colored papular and macular lesions seen in young adults. The etiology of the disease remains unknown. Stress is most frequently suggested in the etiology. The seasonal preponderence and the high incidence in some environment as schools support infectious origin. A viral etiology is suspected for pityriasis rosea. We report here the association of pityriasis rosea with Cytomegalovirus (CMV), Herpes Simplex virus (HSV), Ebstein-Barr virus (EBV) and Hepatitis-B virus (HBV) infections by serology in 34 patients. We have not identified a relationship between pityriasis rosea and viral infections.

2.FAMILY HISTORY IN FEBRILE SEIZURES AND EPILEPTIC SEIZURES
Çağatay Nuhoğlu, Sibel Aka, Aysu Türkmen, Nihal Karatoprak, Ahmet Özgüner
Pages 153 - 155
Tekrarlayan konvülziyonları olan çocuklarda genetik bir eğilimin olduğu bilinmektedir. Kliniğimizde yineleyen konvülziyonlar nedeniyle izlenen hastalarda aile öyküsünü araştırmak için 305 çocuktan oluşan bir grup üzerinde konvülziyonların tipinin, hastalık başlangıç yaşının ve aile öyküsünün geriye dönük olarak değerlendirilmesi yapılmıştır. Tarama sonucunda 103 hastanın basit febril, 66 hastanın komplike febril, 136 hastanın ise epileptik konvülziyonlar nedeniyle izlendiği tespit edilmiştir. Febril grupta %32, komplike febril grupta %21, epileptik grupta ise %22 oranında pozitif aile öyküsü mevcuttu. Ailede epilepsi öyküsü oranı, aile öyküsü pozitif komplike febril olgularda, aile öyküsü pozitif basit febril olgulara oranla istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.0004). Pozitif aile öyküsü olan epileptik olgularda, ailede epilepsi öyküsü oranı, aile öyküsü pozitif basit febril olgulardan istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.0001). Benzer şekilde febril konvülziyon geçiren çocukların ailelerinde febril konvülziyon görülme oranı epileptik olgulara oranla istatistiksel anlamlı olarak yüksekti (p<0.0001). Sonuç olarak bu araştırma, izlediğimiz febril konvülziyonlu olguların ailelerinde febril, epileptik konvülziyonlu olguların ailelerinde epilepsi öyküsünün ön planda olduğunu ortaya koymaktadır.
It is known that there is a genetic base in children having recurrent convulsions. In order to assess the family history in children having recurrent convulsions, we evaluated the type of the convulsion, the age of onset and the family history in a group of 305 patients retrospectively. One hundred and three of these patients were having simple febrile convulsions, 66 were having complicated febrile and 136 were with epileptic convulsions. There was a positive family history in 32% of febrile group, 21% of complicated febrile group and in 22% of epileptic group. In the complicated febrile group with a positive family history, the rate of with epileptic convulsions in the family was significantly higher than the group with simple febrile convulsions with a positive family history (p=0.0004). In epileptic group with a positive family history the rate of epileptic convulsions in the family was significantly higher than the simple febrile group with positive family history (p<0.0001). Similarly, the rate of febrile convulsions in the families of children with febrile convulsions was statistically significantly higher than the epileptic group (p<0.0001). In conclusion, this study shows that family history of febrile convulsions was more prominent in febrile group whereas family history of epileptic convulsions was more prominent in the epileptic group.

3.LAPOROSCOPIC DATA OF OUR ECTOPIC PREGNANCY CASES
H Seyhani Kalender, İrfan Özer, Birol Cengizoğlu, Mustafa Altundağ, Orhan Ünal, Cem Turan
Pages 156 - 159
Ektopik gebelik rüptüre olması halinde hayatı tehdit eden, zamanında müdahale edilerek hemodinamik stabilitenin sağlanamadığı durumlarda mortal olabilen bir hastalık grubudur. Yapılacak cerrahi girişim hastaya özgü olarak planlanmalıdır. Kliniğimizde 1.1.1999-1.1.2001 tarihleri arasında 96 hasta ektopik gebelik nedeniyle yatırılarak takip ve tedavi edilmiş; 18'ine laparoskopik cerrahi uygulanmıştır. Laparoskopik cerrahi girişimlerin batın içi yapışıklık gelişimi, hastanede yatış süreleri ve maliyetini azalttığı gösterilmiştir. Prosedür hasta açısından ek bir komplikasyon riski getirmemektedir. Sonuçlar literatür ile uyumlu bulunmuştur. Laparoskopik cerrahi uygun hasta grubunda en azından açık cerrahi prosedürler kadar güvenilirdir.
Ectopic pregnancy is a life threatining event. In the case of rupture it could be mortal if not diagnosed or misdiagnosed. Surgical procedure should be individualized. Between 1.1.1999-1.1.2001, 96 patients have been treated for an ectopic pregnancy in our clinic. Eighteen of 96 patients are treated with laparoscopic surgery. Laparoscopic surgery has decreased post operative adhesion, hospital stay and costs. Complications of laparoscopic surgery were not different than other surgical techniques. According to our results and with literature laparoscopic surgery is a method as safe as other open surgical procedures.

4.EVALUATION OF CLINICAL, HORMONAL AND ULTRASONOGRAPHIC SIGNS IN FEMALE PATIENTS WITH PERSISTENT AND LATE STARTING POSTADOLESCENT ACNE VULGARIS
Özer Arıcan, Sema Kılıç
Pages 160 - 164
Çalışmamız, persistan (Grup I) ve geç başlangıçlı (Grup II) postadolesan aknesi olan 25 yaş üstü bir grup kadın hastada altta yatabilecek endokrin bozuklukların tespiti amacıyla yapılmıştır. Herbiri 25'er olgudan oluşan iki hasta grubunda akne şiddeti, menstrüasyon düzensizliği, hirsutismus, alopesi ve polikistik over değerlendirildi. Yirmibeş kişilik kontrol grubunda da aynı klinik özellikler arandı. Üç grupta da serum serbest testosteron, DHEA-S, FSH, LH ve prolaktin (PRL) düzeyleri ölçüldü. Sayılan klinik özellikler her üç grupta da benzer dağılımda bulunurken, polikistik över görülme sıklığı hasta gruplarında (%48-%52) kontrol grubuna (%12) göre anlamlı düzeyde yüksek (p=0.006) bulundu. Tek başlarına hormonal anomali görülme sıklığı gruplar arasında farklı olmasa da, en az bir hormonal bozukluk görülme sıklığı hasta gruplarında (%60-%60) kontrol grubuna (%16) göre anlamlı derecede yüksekti (p=0.001). Akne şiddeti ile klinik bulgular, polikistik över ya da hormonal anomali arasında bir ilişki bulunamadı. Bununla birlikte postadolesan akne tek başına hiperandrojenizm bulgusu olarak kabul edilebilir.
This study was conducted to determine the possible underlying endocrine disfunctions in a group of female patients aged above 25, with persistent (Group I) and late starting (Group II) postadolescent acne. The acne intensity, menstruation disorder, hirsutismus, alopecia and polycystic ovary were evaluated in two patient groups, each consisting of 25 subjects. The same clinical properties were sought in the control groups of 25 persons. Testosterone, DHEA-S, FSH, LH and prolactin levels were measured in all three groups. The said clinical properties were found in similar distribution in all three groups, whereas the polycystic ovary occurance was found significantly higher (p=0.006) in the patients groups (48%-52%) compared to the control group (12%). The occurance of hormonal anomaly alone did not differ among the groups, though the occurance of the least one hormonal disfunction was significantly higher (p=0.001) in the patients groups (60%-60%) compared to the control group (%16). No correlation was found between the acne intensity and clinical signs, polycystic ovary or hormonal anomaly. However, postadolescent acne alone may be considered to be a hyperandrogynism sign.

5.ACUTE RHEUMATIC FEVER: RETROSPECTIVE EVALUATION OF 60 CASES
Nurdan Erol, Aysu Türkmen, Ahmet Özgüner, Serpil Yavrucu
Pages 165 - 169
Akut romatizmal ateş, A grubu beta hemolitik streptokok enfeksiyonuna karşı oluşan immun reaksiyonla bağlantılı multisistemik bir hastalık Sosyoekonomik koşullara bağlı olarak sıklık, morbidite ve mortalitesi değişebilmektedir. Bu çalışmada Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştın Hastanesi Çocuk Kliniği'ne 1/1/1997-1/1/2000 tarihleri arasındaki üç yıllık dönemde akut romatizmal ateş tanısıyla yatırılıp tedavi edilen 60 olgu retrospektif olarak klinik, laboratuvar ve ekokardiografi bulguları yönünden değerlendirildi. Yirmisi kız (%33.3), 40'ı erkek (%66.7) olan 60 olgunun yaş ortalaması 11.5 (7-15) idi. Olguların hastanede kalış süreleri ortalama 10.2 (3-31) gündü. Olgular modifiye Jones kriterlerine göre değerlendiril Majör kriterler olarak 35 olguda (%58.3) artrit, 33 olguda (%55) kardit, 6 olguda (%10) Sydenham koresi saptandı. Subkutan nodül ve eritema marginatuma rastlanmadı. Minör kriterlerden 51 olguda (%85) atralji -18'inde (%30) artrit söz konusu değil-, 22 olguda (%36.7) ateş, 35 olgu (%58.3) lökositoz, 50 olguda (%83.3) sedimantasyon artışı, 40 olguda (%66.7) CRP pozitifliği, 6 olguda (% 10) PR uzaması belirlendi. Destekleyici bulgulardan ASO pozitifliği 39 olguda (%65), pozitif boğaz kültürü 6 olguda (%10), akut romatizmal ateş geçirme öyküsü 13 olguda (%21.7)vardı. Ekokardiografi çektirilebilen 53 olgunun (%88.3) 31 'inde patolojik bulgular görüldü. Ekokardiografide en sık görülen bulgu %88.5 oranla mil kapak tutulumuydu. Akut romatizmal ateş sıklıkla çocuk yaş grubunu etkileyen, sekelleri ileri yaşlarda ortaya çıkan ve Türkiye'de hala önem koruyan bir hastalıktır. Akut romatizmal ateşin sökellerinin engellenmesi için sekonder profilaksinin önemini literatür ışığında tartışmak istedik.
Acute rheumatic fever (ARF) is a multisystemic disease related to an immun reaction against group A beta hemolytic streptococcus infection, may recur and the social and economic status of the host affects its morbidity and mortality. In this study we retrospectively evaluated 60 cases ARF followed in our Department of Pediatrics, Haydarpaşa Numune Training and Research Hospital over a three years period (Between January 1 st1997 and January 1 st, 2000). Twenty cases were females (33.3%) and 40 cases were males (66.7%). The mean age of the cases was 11,5 ye (1-15 years). The mean duration of hospitalisation was 10.2 days (3-31 days). We used the modified Jones criteria to make the diagnosis of Al As major criteria of ARF, we diagnosed arthritis in 35 cases (58.3%), carditis in 33 cases (55%), Sydenham's chorea in 6 cases (10%), but we co not observe subcutaneous nodule or erythema marginatum in any case. As minor criteria there was arthralgia in 51 cases (85%) -18 cases (30 have no arthritis-, fever in 22 cases (36.7%), leucocytosis in 35 cases (58.3%), increased sedimentation rate in 50 cases (83.3%), C-reactive protein positivity in 40 cases (66.7%), increased PR interval in 6 cases (10%). As supportive findings, there were ASO positivity in 39 cases (65%), posit throat culture for streptococcus in 6 cases (10%) and ARF history in 13 cases (21.7%). Out of 53 cases (88.3%) to whom echocardiography could be applied, there were pathologic signs in 31. The most common sign on echocardiography was mitral valve regurgitation (88.5%). As ARF still very common in our country and the most commonly affected group is children, we wanted to emphasize the importance of secondary prophylaxis to prevent the sequela of ARF, under the light of literature.

6.RELATIONSHIPS BETWEEN MAJOR RISK FACTORS FOR CEREBROVASCULER DISEASES, SUPTYPES AND GENDER IN STROKE
Selen İlhan, Recep Alp, Abdulkadir Koçer, Ülkü Türk Börü
Pages 170 - 172
Bu çalışma serebrovasküler hastalıklarda(SVH) major risk faktörlerini, bunların serebrovasküler hastalık tipi ve cinsiyetle ilişkisini tespit amacıyla yapılmıştır. Kliniğimizde SVH nedeniyle takip edilen ardışık 180 vaka prospektif olarak değerlendirildi. Bunların 108(%60)'i kadın, 72(%40)'si erkek ve yaş ortalamaları 66,5(30-95) bulundu. Hastaların %71. l 'inde iskemik, %28.9'unda da hemorajik SVH tespit edildi. Risk faktörleri olarak açısından hipertansiyon %75, diyabet %20.2, atriyal fibrilasyon %25, iskemik kalp hastalığı %33.8, hiperkolesterolemi %48, sigara içimi %36.6 oranında bulundu. Bu risk faktörlerinin cinsiyet ile ilişkileri araştırıldığında; hipertansiyon her iki cinsiyetle; hiperkolesterolemi ve diyabetin kadın cinsiyet; sigara içiminin ise erkek cinsiyet ile anlamlı ilişkili olduğu bulundu. Risk faktörü olarak iskemik kalp hastalığı ve atriyal fibrilasyonun cinsiyet ile ilişkisi değerlendirildiğinde istatistiksel anlamlılık gözlenmedi.
This study was designed to investigate out major risk factors and their relations with stroke type and gender. One-hundred and eigthy patients randominized with stroke were evaluated prospectively. Our study group consisted of 108(60%)female and, 72(%40) male patients with stroke and mean ages of 66,5(R: 30-95). Our patients had diagnosis of ischemic stroke (71.1%) and hemorragic stroke (28.9%). As risk factors hypertension 75%, diabetes 20.2%, atrial fibrillation 25%, ischemic heart disease 33.8%, hipercholesterolemia 48%, smoking 36.6% were evaluated. In thought of relationships between these risk factors and gender, the relationships between hypertension, diabetes, hypercholesterolemi and smoking, and gender were found different. There was no statistically difference in the aspect of cardiac disorders and atrial fibrillation.

7.SOCIAL, DEMOGRAPHIC AND CLINICAL FEATURES OF CHILDREN WITH EXTRINSIC ASTHMA
Sedat Öktem, Nadir Girit, Ayça Vitrinel, Gülnur Tokuç
Pages 173 - 177
Yetmiş altı astmalı hastanın klinik, sosyal ve demografik özelliklerini araştırmak ve bu hastalarda hamam böceği allerjisi sıklığını saptamak amacıyla bu çalışmayı planladık. Astma tanısı alan 76 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların sosyal, demografik ve klinik özellikleri, laboratuar bulguları ve prick test sonuçlan kaydedildi. Hastaların 42'si erkek, 34'ü kız idi (E/K: 1.2/1). Hastaların %53'ünde astına 5 yaş ve altında başlamıştı. Vakaların 1/3'de ailede atopi öyküsü vardı. Astma atakları toz (%38.16), sigara dumanı (%32.89), efor (%32.89), hava kirliliği (%30.26) ile ilişkili idi. Ataklar hastaların 2/3'de kış ve bahar aylarında gözlendi. Hastaların %73.68'i sık üst solunum yolu enfeksiyonu geçirmekten şikayetçi idi. Prick testte; vakaların %93.42'sinde Dermatophagoides Pteronyssinus, %92.11'inde Dermatophagoides Farinea %5.26'sında Blatella Germanica, %3,95'inde Periplanata Americana allerjen olarak bulundu. Vakaların %11.84'nünde allerjik rinit, %5.26'sında atopik dermatit ve %19.74'ünde sinüzit olduğu gözlendi. Sonuç olarak astmalı hastalarımızda ev tozu vakarların en sık aeroallerjjen olarak saptanırken, hamam böceği allerjisi daha az sıklıkta görüldü.
We planned this study for the evaluation of the clinical and demographic properties of 76 cases with extrinsic asthma. The frequency of cockroach allergy was also detected among these children. Seventy six children who were diagnosed as asthma were included in this study. Their social, demographic and clinical features, laboratory values and skin prick test (SPT) results were assessed. There were 42 male and 34 female cases (M/F= 1.2/1). The beginning of their symptoms was first five years after birth in 53% of the patients. There was a positive family history for atopy in one-third of the cases. The attacks were related to smoke in 32.89%, to dust in 38.16%, to physical effort in 32.89%, to air pollution in 30.26%. The attacks were observed during winter and spring in 2/3 of patients. 73.68% of patients were complained about frequent upper airway infections. In 93.42% of the cases Dermatophagoides Pteronyssinus and in 92.11 % of them Dermatophagoides Farinea was found to as an allergen in SPT. The cockroach allergy was found in 5.26%, of the patients. There were allergic rhinitis in 11.84%, atopic dermatitis in 5.26%; sinusitis in 19.74% of the patients. The most common aeroallergens encountered in our asthmatic children were house dust mites in our asthmatic children. Cockroach allergy was observed less frequently

8.TUMOR MARKERS AND SURGICAL APPROACHES OF ADNEXIAL MASSES
Esra Günay, H Seyhani Kalender, Birol Cengizoğlu, Cem Turan, Orhan Ünal
Pages 178 - 181
Adneksiyal alandan orijin alan kitleler klinik olarak sık karşılaşılan patolojilerdir. Genel olarak reprodüktif dönemdeki hastalarda benign, postmenapozal dönemde ise malign olma eğilimindedirler.İlk başvuru şikayetleri nonspesifîktir. Tümör "marker' ları tanıda yardımcı kriterler olarak faydalıdır. Fakat sadece tümör "marker"larına dayanarak benign malign ayrımı yapmak mümkün değildir. Esas tanı patolojik tanıdır. Adneksiyal kitle tanısı geniş bir patolojik yelpazeyi kapsayan nonspesifik klinik bir tanıdır. Kliniklerimizde 2000 yılı içinde adneksiyal kitle nedeniyle öpere edilen 71 hasta; ön tanı, yaş grupları ve menapoz ile ilişkileri, patolojik tanı, tedavi modaliteleri, gelişen komplikasyonlar açısından retrospektif olarak incelendi. Tümör "marker"ları malignite tanısından çok, tanının doğrulanması ve tedavinin takibi için anlamlıdır. Kliniklerimizde son dönemde gelişen adneksiyal kitleye yaklaşım ve tedavi konusundaki bilgi ve deneyim literatür ile karşılaştırılarak sunuldu.
Of all the gynecological masses, tumors from adnexial region are the most common. Ovarian tumors encountered in the reproductive period is usually benign in most cases whereas, tumors graving in the postmenopausal periods have usually malignant potential. The symptoms are nonspesific at the onset of the disease. The value of tumor markers to screen for adnexial masses has not been clearly established. Pathological diagnosis is the only way of accurate diagnosis. Seventyone patients were diagnosed and treated as adnexial masses in between 1.1.2000-31.12. 2000. These patients were evaluated retrospectively by age, menopausal stage, pathological diagnosis, treatment modalities and their late sequales. In this retrospective review, our aim was to discuss the approach to adnexial masses under the view of the literature.

9.RADIODIAGNOSTIC METHODS IN URINARY TRACT INFECTIONS
Aslı Uzer, Engin Tutar, Gülnur Tokuç, Sedat Öktem
Pages 182 - 185
Üriner sistem enfeksiyonlarında, üriner sistem anomalisi varlığını ve özellikle renal skarlaşmayı saptamada, görüntüleme yöntemlerinin önemi ve değerini araştırmak amaçlandı, l.8.1999-1.4.2001 tarihleri arasında, suprapubik aspirasyon (SPA) yöntemi ile alınan idrar kültüründe üreme sonucunda üriner sistem enfeksiyonu (ÜSE) tanısı alan, 0-3 yaş arasındaki 35 çocuk çalışma kapsamına alındı. Hastalar klinik bulgulara göre alt ve üst ÜSE olarak iki ana gruba ayrıldı. Her hastaya sistoüretrografi, üriner sistem ultrasonografisi ve 2,3 dimerkapto süksinik asit (DMSA) sintigrafi uygulandı. Olguların 23'ü (%66) kız, 12'si (%34) erkek, medyan yaşı 9 ay idi. Klinik bulgulara göre hastaların 19'u (%54) üst, 16'sı (%46) alt ÜSE tanısı aldı. Sistoüretrografi ile 5 (%14) hastada vezikoüreteral reflü, l hastada mesanede taş tespit edildi. Üriner sistem ultrasonografisi ile 5 (%14) hastada renal patoloji (pelvikalisyel ektazi, hidronefroz, hipertrofik böbrek), l hastada mesanede taş saptandı. DMSA sintigrafide ise 35 hastanın 11'inde (%31) renal patoloji (radyoaktif madde tutulumunda azalma) belirlendi. DMSA sintigrafi renal patolojiyi ve skarları saptamada çok duyarlı bir yöntem olması nedeni ile, özellikle küçük çocuklarda, pyelonefrit geçiren hastalarda ve tekrarlayan ÜSE'larında uygulanması gereken bir tetkik olduğu sonucuna varıldı.
We aimed to investigate the importance and place of the radiodiagnostic methods in urinary tract infections (UTI) to diagnose urinary system anomalies and especially renal scarring. Thirty five children, 0-3 years of age, diagnosed as UTI with (+) urinary culture taken by means of suprapubic aspiration. The patients were divided into two groups as lower and upper UTI according to their clinical findings. Cystouretrography, urinary system ultrasonography and 2,3 dimercapto succinic acid (DMSA) scan were performed at every patient. There were 23 girls (66%) and 12 boys (34%) and median age was 9 months. Nineteen of the cases (54%) were diagnosed as upper UTI and 16 of them (46%) were lower UTI. With Cystouretrography, vesicoureteral reflux was diagnosed in 5 cases (14%) and bladder stone in one case. With urinary system ultrasonography, renal pathology (pelvicalyceal ectasia, hydronephrosis, hipertrophia in kidney) was diagnosed in 5 (14%) and bladder stone in one case. With DMSA scan, renal pathology (decrease in uptake) was found in 11 (31 %) of the 35 patients. It is concluded that, DMSA scan is a sensitive diagnostic radiologic method in renal pathologies, renal scars and should be performed in small children with UTI, pyelonephritis and recurrent UTI.

CASE REPORT
10.HAIRY CELL LEUKEMIA: CASE REPORT
Selda Çelik, Demet Özgil, Züleyha Akkan, Bülent Yaşar, Seval Masatlıoğlu, Nevsun Arıkan, Nurcan Kılıçlı Çamur, Aylin Tekeş, Yaşar Yıldırım
Pages 186 - 188
Kırk bir yaşında bayan hasta, halsizlik ve karında dolgunluk şikayeti ile polikliniğimize başvurdu. Fizik muayenede solukluk ve masif hepatosplenomegali dikkati çekti. Pansitopenisi bulunan hastanın periferik yaymasında lenfosit hakimiyeti ve %10'nun üzerinde tüylü hücre görüldü. Kemik iliği biopsisinde diffüz tüylü hücre infiltrasyonu mevcuttu. Bu bulgularla "hairy cell" lösemi tanısı konuldu. Tüm lösemi türleri içinde ve kadınlarda nadir görülen bu lösemi tipi literatür ışığında tekrar gözden geçirildi.
A 41 years old lady applied to our policlinics complaining of fatigue and abdominal distension. She is found to have pallor and massive hepatosplenomegaly as a result of physical examination. She had pancytopenia, peripheric blood analysis showed marked lymphocyte and more than 10% hairy cell. Bone marrow biopsy also showed diffuse hairy cell infiltration. According to these results the patient had hairy cell leukemia diagnosis. Among all types of leukemia and especially in women, hairy cell leukemia is very uncommon so the case is reviewed with the literature.

11.TRANSHIATAL COLON INTERPOSITION AFTER TOTAL ESOPHAGECTOMY: CASE REPORT
Cenan Oktay, Yalçın Varnalı, Enis Yüney, Timuçin Aydın, Murat Keskin
Pages 189 - 191
Özofagusun kanser ya da selim hastalıkları nedeniyle rezeksiyonu yapıldıktan sonra rekonstrüksiyon için mide, kolon ya da jejunum kullanılmakladır. Servikal özofagus tümörü nedeni ile servisimizde total faringo-laringo-özofajektomi uyguladığımız 57 yaşındaki kadın hastaya daha önce subtotal gastrektomi yapıldığından rekonstrüksiyon için sağ kolonunu kullandık ve kolon interpozisyonlarını gündeme getirerek literatür eşliğinde sunmak istedik.
After esophageal resections, both for malignant and benign disorders, the reconstruction is possible by using either stomach, colon or jejunum. The case report of a 57-year old female patient, who underwent total pharyngo-laryngo-esophagectomy and a reconstruction by using right colon due to cervical esophageal cancer, is presented with the review of literature.

12.TREATMENT OF UNILATERAL LOWER EXTREMITY DEFORMITY AND SHORTENING DUE TO RICKETS USING ILIZAROV TECHNIQUE
Mehmet Erdem, Güven Bulut, Deniz Gülabi, Göksel Çakar
Pages 192 - 196
Raşitik hastalar D vitamini tedavisine genellikle olumlu cevap vermekle birlikte, bazen alt ekstremitelerde deformite ve kısalık oluşturan sekel kalabilir. Raşitizm sekeli olan 13 yaşındaki olgu sağ bacağında kısalık, dizinde içe çarpıklık ve aksama şikayeti ile başvurdu. Sağ alt ekstremitede 5,5cm kısalık, sağa pelvik oblikite ve genu varum deformitesi saptandı. Femurda hem 50º oblik plan deformitesi, hem de 5.5 cm kısalık mevcut olduğu için İlizarov yöntemi seçilerek hem deformite düzeltildi hem de uzatma yapıldı. Uzatmaya 50 gün devam edildi. Konsolidasyonun tamamlanması için 2.5 ay beklendi. Operasyondan toplam 6 ay sonra "frame" çıkarıldı. Takip süresi 15 aydır. Cerrahi tedavi ile kısalık giderildi, pelvik oblikite düzeldi, dizde 3º-4º valgus elde edildi. Diz fleksiyonu >120ºidi. Hastanın aksaması kayboldu ve fonksiyonel açıdan çok iyi duruma geldi. Paley' in femoral uzatmalarda kullandığı skorlama sistemine göre mükemmel sonuç alındı.
Although the rickets is usually treated by vitamin D, sometimes causes deformities and shortening in the lower extremities. The 13 years old patient admitted with a complaint of limping, shortening and deformity in her right leg due to rickets. She had 5.5 cm shortening in her right lower extremity, pelvic obliquity and genu varum. As she had not only 50º oblique plan deformity but also 5.5 cm shortening in her femur, deformity was corrected and the femur was lenghtened by İlizarov technique. Lengthening continued 50 days. Consolidation completed at 2.5 months. The frame was removed after 6 months postoperatively. The follow-up time is 15 months. Shortening and pelvic obliquity was eliminated and 3º-4º valgus was obtained in the knee. Knee flexion was >120º. Limping was disappeared and she bacame perfect functionally. Excellent result was obtained according to Paley's scoring system used in femoral lengthenings.

13.PRIMARY ADENOID CYSTIC CARCINOMA OF THE LUNG: CASE REPORT
Dilek Yavuzer, Recep Demirhan, Nimet Karadayı, Müberra Seğmen, Benan Çağlayan, Büge Öz
Pages 197 - 199
Akciğerin primer adeneoid kistik karsinomu nadir görülen, yavaş büyüme eğiliminde, düşük malign potansiyele sahip bir tümördür. Ana bronşlardaki submukozal glandlardan kaynaklanır. Primer tedavisi cerrahi rezeksiyondur. Radyoterapi adjuvan veya palyatif tedavi olarak kullanılır. Yüksek i oranda lokal agresif olması ve radikal eksizyona rağmen geç rekürrenslerinin görülmesi nedeniyle hastaların uzun süre takibi gerekmektedir. Nadir görülen bir tümör olması nedeni ile hastanemizde opere edilen ve adenoid kistik karsinom tanısı alan olgu literatür taraması yapılarak sunulmuştur Hastamızın 2,5 yıllık takibinde nüks ve/veya metastaza rastlanmamıştır.
Primary adenoid cystic carcinoma of the lung is an uncommon disease, which is regarded as a slow growing low-grade malignancy. It arises from submucous glands of bronchi. Surgery has been considered as the primary treatment and radiotherapy is generally applied as adjuvant or palliative treatment. The patient needs long-term monitoring because even if a radical excision is made the tumors high level of local aggressivity can result in frequent recidive. In this report, a rare case with primary pulmonary adenoid cystic carcinoma operated in our hospital is presented with a review of literature. No evidence of recurrence or metastasis was noted during two and half year follow-up.

14.GENERAL ANESTHESIA FOR A PARTURIENT WITH LATEX ALLERGY: CASE REPORT
Hakan Erkal, Yaman Özyurt
Pages 200 - 201
Oluz dört yaşında 38 haftalık gebeliği bulunan kadın hasta erken membran rüptürü ve fötal distres nedeniyle acil sezeryan ameliyatı için yatırıldı. Hastada tanısı 2 yıl önce konulmuş olan lateks allerjisi varlığı saptandı. Hasta rejyonal anestezi uygulanmasını istemediğinden genel anestezi uygulandı. Lateks allerjili bir hastaya genel anestezi uygulanmasının neden olabileceği problemler bilinmektedir. Bu olgu sunumunda lateks allerjili hastalarda gelişebilecek sorunlar ve hastaya erken yaklaşımın öneminin tartışılması amaçlanmıştır.
A 34 years old primigravida at 38 weeks gestation age with premature rupture of membranes and evidence of fetal distress requried urgent caesarean section. She had latex allergy diagnosed 2 years ago. Because of the patient refused a regional anaesthetic technique we administrated general anaesthesia. Diffuculties in the administration of general anaesthesia to the patients with latex allergy were recognized and managed accordingly. In this lecture, these problems are discussed and the importance of early assesment of such patients with latex allergy is emphasized.

15.SURGICAL TREATMENT OF TUBER ISCHION AVULSION FRACTURE: CASE REPORT
Fatih Parmaksızoğlu, Güven Bulut
Pages 202 - 203
İskial tuberositas avulziyon kırıkları, hemen daima spor aktiviteleri sırasındaki kuvvetli kas konfeksiyonları sonucu oluşur. Onbeş yaşındaki erkek tela 1,5 yıl evvel spor yaparken kalçasında şiddetli bir ağrı hissetmiş ve aktiviteleri sınırlanmış. Herhangi bir tedavi görmeyen hasta daha sonra özellikle otururken kalçasında batıcı ağrıların devam etmesi üzerine polikliniğimize müracaat etmiştir. Direk radyografide iskial tuberositastan büyük bir parçanın koparak deplase olduğu ve kaynamadığı görülmüştür. Hastaya cerrahi tedavi uygulanarak parça eksize edilmiştir. Tedaviden sonra tüm şikayetleri geçen hastada hiçbir fonksiyonel yetersizlik tespit edilmemiştir.
Avulsion fracture of tuber ischion generally occurs as a result of strong muscle contraction during sportive activity. A 15 years old boy felt severe pain in his buttock during sportive activity 18 months ago and then his activity was limited. Previously he had no treatment, but later he admitted to lie hospital because of persistant pain, especially increased while sitting, in his buttock. Direct roentgenogram showed a large piece of bone was avulsed from ischial tuberosity, displaced and not healed. The displaced fragment was excised surgically. No functional insufficiency has been seen after the operation and a complete recovery has been achieved.

16.Approach to patients with CSF rhinorrhea
Temel Coşkuner, Utku Kubilay, Sedat Dalbayrak, Şeref Ünver
Pages 204 - 206
BOS rinoreli vakaların %96'sında etyolojik neden travmadır. BOS rinore, çok sık karşılaşılmamakla birlikte, teşhiste farkedilmemesi halinde hastayı rekürren menenjit gibi hayatı tehdit edici komplikasyonlara sürükleyebilmekte ya da uzun yıllar gereksiz yere rinit tedavisi görmesine neden olabilmektedir. BOS fistülünün tedavisi cerrahi veya medikal olabilir. Cerrahi yaklaşımda en iyi metod kombine intrakranial ve ekstrakranial yoldur. İyi lokalize, sınırlı BOS kaçağında yanlız ekstrakranial teknikler kullanılabilir. Ekstrakranial tekniklerde, ön kafa tabanının görüntüsü daha sınırlıdır ve kaçağın dışarıdan yamalanmasını gerektirir; ancak morbiditesi daha azdır. BOS rinoresi olan olguyu ekstrakranial metod ile tedavi ederken literatür ışığı altında tartışarak sunduk.
In 96% of cerebrospinal fluid (CSF) rhinorrhea etiological reason is trauma. Although not observed frequently, if misdiagnosed it would lead to life-threatening complications such as recurrent meningitis or unnecessary long-term medical treatment for nasal allergy. CSF rhinorrhea can be treated either surgically or medically. The best surgical approach is a combination of intracranial and extracranial ways. In localized, limited CSF rhinorrhea extracranial approach alone can be chosen as a treatment modality, it's morbidity is less than any other surgical approach. We applied extracranial surgery to our patient and presented the case by observing the literature.

17.LYMPHOCYTE DEFLATED HODGKIN LYMPHOMA OR IS IT?
Murat Sezer, Taflan Salepçi, Ali Yayla
Pages 207 - 209
Kırk bir yaşında, bayan hasta. Plörezi tetkik amacıyla Göğüs Hastalıkları Kliniği 'ne yatırıldı. Öyküsünde 5-6 ay önce boyun, koltukaltı ve kasıklarındı şişlik olduğu ve ilaçlarla gerilediği, yaklaşık l ay önce bu şişliklerin tekrarladığı öğrenildi. Fizik muayenesinde servikal, supraklavikular, aksiller ve inguinal lenfadenopatiler, sağ hemitoraksta orta ve alt alanlarda solunum seslerinde azalma ve epigastrik bölgede 10 cm. çaplı kitle tespit edildi. Servikal lenfadenopati eksizyonel biyopsi sonucunun lenfositten fakir tip Hodgkin lenfoma gelmesi üzerine ABVD protokolüne göre kemoterapi başlandı. İki kür kemoterapi almasına rağmen plevral efüzyonda ve şişliklerinde gerileme olmaması üzerine biyopsi preperatları tekrar incelendi immünhistokimyasal analiz yapıldı. Sonuçta T-hücreli anaplastik büyük hücreli lenfoma olarak tanısı değişen hastanın tedavisi CEOP protokolüne göre yeniden düzenlendi. İkinci kürden itibaren plevral sıvısı kaybolan ve şişlikleri inen hastanın tedavisi devam ediyor. Bizim olgumuzda olduğu gibi lenfositten fakir tip Hodgkin lenfoma tanısı alan olguların bir çoğunun immünhistokimya ile tekrar değerlendirildiğinde aslında non-Hodgkin lenfoma oldukları anlaşılmıştır.
A 41 years old female patient is hospitalized in order to investigate for pleural effusion. She had a history of swellings located to her neck, axillary and inguinal regions which recovered with some medication about 5-6 months ago. In her physical examination cervical, supraclavicular, axillary and inguinal lymphadenopathies, diminished breathing sounds in the right hemithorax and a 10 cm. palpable mass in the epigastric region are font A cervical lymphadenopathy is excized and the biopsy result was lymphocyte deplated Hodgkin's lymphoma. Chemotherapy according to ABVD regimen is started. She had 2 cycles of chemotherapy but neither the pleural effusion nor the lymphadenopathies recovered. So the biopsy specimen was reanalized with immunohistochemistry and the diagnosis was changed to T-cell anaplastic large cell lymphoma. Her chemotherapy regimen is replaced with CEOP. After the second cycle of the therapy she had neither pleural effusion nor lymphadenopathies. As in our case, most of the patients diagnosed as lymphocyte deplated Hodgkin's lymphoma are rediagnosed as non-Hodgkin's lymphoma when immunohistochemical analysis is performed.

18.RUPTURE OF CORPUS HEMORRHAGICUM AFTER THE BLUNT ABDOMINAL TRAUMA: CASE REPORT
Selahattin Vural, Feyyaz Onuray, Erhan Tuncay, Yıldız Tuncay, Ergin Olcay
Pages 210 - 212
Trafik kazası nedeniyle acil servislere başvuran kadın hastalarda künt karın travmasına bağlı olarak karın içi organlar yaralanabileceği gibi genital organlar da yaralanabilir. Kliniğimiz acil servisine araç içi kaza nedeniyle başvuran 26 yaşında kadın hastada, künt karın travması sonucu dalakla beraber sol overde korpus hemorajikum rüptürü saptanmış ve primer onarım yapılarak organ fonksiyonları korunmuştur. Özellikle pelvis kırığı olmadan künt karın travmasının yol açtığı korpus hemorajikum rüptürünün nadir görülmesi ve kadın hastalarda jinekolojik organ yaralanmalarının da olabileceğine dikkat çekmek amacıyla olgumuz sunulmuştur.
Female victims of traffic accidents who were examined in the emergency units are prone to intraabdominal organ trauma and also genital organ trauma. A 26 year old female patient who experienced a motor vehicle accident in a car had an blunt abdominal trauma, rupture of spleen and left overian corpus hemorrhacigum. In this case report we wanted to mention that in female patients, blunt abdominal trauma without pelvic fracture can rarely be cause of rupture of corpus hemorrhagicum.

REVIEW
19.
YENİ İNHALASYON ANESTEZİKLERİNDEN DESFLURAN
Gülcan Berkel Yıldırım
Pages 213 - 215
Abstract |Full Text PDF

20.Urticaria: Clinical findings and treatment
Özer Arıcan, Ramazan Kutluk
Pages 216 - 221
Abstract |Full Text PDF

21.
SOLİTER TİROİD NODÜLÜNÜN TANI VE TEDAVİSİNE YAKLAŞIM
Tarık Er, Özcan Yıldız, Mehmet Yıldırım
Pages 222 - 224
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale